28 Eylül 2016 Çarşamba

DÜŞENE VURAN TOPLUMDAN, HERKESE VURAN TOPLUMA

Bu yazı 28 Eylül 2016 tarihinde Yeniyonum.com (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Bir eğitimci olarak yazılarımda genellikle toplumsal analizlere ağırlık veriyorum. Günlük siyasi gelişmeleri değerlendirirken bile olaylara daha genel bir çerçeveden bakıp içtimai problemlerimize dair gözlemler paylaşmaya çalışıyorum. Kişilere takılmam! Zalimler, siyasiler, şahıslar gelip geçicidirler; ancak toplumsal hastalıklar, tedavi edilmedikleri ve kendilerinden ders çıkarılmadıkları sürece, kalıcı etkilerini hep devam ettirirler. Bir atom bombasının sebep olduğu radyoaktif serpinti gibi, uzun vadede, yavaş yavaş ama acı ölümlere, mutasyonlara, DNA bozukluklarına neden olurlar. Öyle toplumlar kendilerini içtimai bir karantinaya alıp medeni gelişmelerden soyutlayarak, kendi içine kapalı bir şekilde; duran suyun kokuşmaya başlaması gibi iç sorunlarla boğuşup, enerji kaybedip dururlar. Nesiller nesiller üstüne harcanıp durur orada.

Tarihin, olumsuz yönleriyle, hep tekerrür etmesinin temelinde de bu espri yatar. İhmal edilen veya tedavi edilemeyen hastalıklar o toplumun bağrında tekrar nüksederler. Bir nesil gider, ama arkadan gelenler de benzer zalimler, despotlar, hırsızlar ve haysiyetsiz kişilikler tarafından yönetilmek zorunda kalırlar. Hele bizimki gibi toplumlarda bunun olması için yeni bir neslin gelmesini beklemeye bile gerek yoktur. Aynı nesiller, aynı yılanlar tarafından tekrar tekrar sokulup dururlar da, hala düzelme yönünde hiçbir mesafe kat edemezler! Efendimizin; ‘’Mü’min aynı delikten iki defa sokulmaz, ısırılmaz’’ şeklindeki tavsiyesi o toplumda hiç özümsenmemiş gibidir adeta! Bir Batılı, bir karikatür yaptı diye sokaklarda şiddet eylemleri yapan Müslümanlar, zaten bu sözün gereğini yerine getiren bir maya tesis edebilmiş olsalardı şayet, bugün değerlerimize hakaret etme cesaretini veya saygısızlığını kimse irtikab edemezdi.

Maya dedik, onunla devam edelim. Mayasız yoğurt tutmaz derler! Bir milletin sağlıklı bir toplum oluşturabilmesi için bir maya gerekir. Medeniyet geliştirebilmeyi başarabilmiş her toplumda bu maya; temel ahlaki ve etik prensiplere dayalı bir sistem geliştirebilme, temel hak ve özgürlüklere saygı duyma ve birlikte yaşayabilme kültürü tesis edebilme yetenekleridir. Bu, maya hususiyeti taşıyan kaabiliyetler toplumsal bilinç kabında; sabır, saygı ve azim harareti altında çoğalarak bir kültür dokusu oluştururlar. Daha sonra da o kültürden yeni nesiller yetişir, yine aynı koşullar altında.

Bizler bu özelliklerimizi üç yüz yıldan fazla bir süredir kaybetmiş olan bir toplumuz.

Hatta öyleki; bir mayadan yoğurt yapma konusu değil de, ‘bozuk sütten, bozuk kaymak olur’ esprisi bizi daha iyi tanımlar sanki. Evet! Toplumlar da süte benzerler. Zaman, alttan kaynattıkça üstte kaymak birikir. İlk milletvekillerimizden Tahir Efendi’nin bir sözünü mutlaka okumuşsunuzdur. Şöyle der; ‘’Bir şeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Yoğurdun üstünde yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde şap kaymağı bulunur.’’

Tam burada Efendimizin, ‘’Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz’’ şeklindeki hadisini hatırlamamak mümkün değil. Hani, Zalim Haccac’a da ders alır belki diye Hz. Ömer’in adaletini hatırlattıklarında, onun; ‘’Sizler Ömer zamanındaki insanlar olsaydınız, ben de Ömer olurdum’’ demesindeki yalın gerçekliği de unutmamak gerekir.

Böyle bozulan toplumlar, nefis girdaplarında yaşadıklarından; ilim, irfan ve vicdan ekseninden kopup egonun, çıkarcılığın, hırsızlığın, adam kayırmacılığın, şatafat ve lüksün, şımarıklığın, yalakalığın, iftiracılığın, hamasetin ve şehvetin kaotik bireysellik çukurlarında başıboş gezinip dururlar. Böyle bataklıklarda insana değer ve saygı ölçüleri yitirilmiş, birlikte yaşama azmi, bilinci ve yeteneği de kaybedilmiştir. Her türlü korku bünyeyi sardığından, yukarıda resmettiğim bütün hastalıklar ve daha da fazlası toplumsal bünyeyi felç edip hareketsiz bırakmıştır. Ümitsizlik, aşağılık kompleksi, kimlik sorunları, sürekli öfke ve eleştiri çamurları ile debelenip durulmaktadır böylesi toplumlarda. Böyle bir toplumun fertlerini tek tek analiz etseniz büyük çoğunluğunun ruh hastası olduğunu ve bünyelerini bir sürü fobyaların sardığını görürsünüz. Cehalet şiarları olmuş, şarlatanlar baş tacı edilir hale gelmiş, kabadayılık, yalakalık ve çıkarcılık geçer akçe olmuştur.

Alexis Carrel, ‘’Bozuk karakterler kendilerini hayata veremezler’’ der. İnsanlık rotasından çıkmış despotlardan tutun, oradan hırsızlara, gaspçılara veya haksızlığı hak zanneden tüm insan müsveddelerine bakın. Hepsi hayatın gerçekliğinden kopmuş, ya hırslarının, ya enaniyetlerinin, ya kibirlerinin, ya da korkularının esiri olmuş; oralarda mevzun birtakım boşlukları insanlara zulmederek ve onlara haksızlık ederek doldurmaya çalışıyorlar.

Amerikalı yazar Peggy Noonan da siyaset takıntısı olanlardan kaçının derken onların bu yönlerine işaret eder sanki ve siyasetçilerin genellikle zeki ve ilginç olduklarını ama doğalarında bir şey; bir delik, bir boşluk olduğundan ve onu siyasetle kapatmaya çalıştıklarından bahseder. Yezid, Hitler, Mussolini, Lenin, Stalin, Saddam, Kaddafi, Erdoğan ve daha bilmem kim varsa ekleyin listeye ve bu çerçevede bir daha inceleyin onların hayatlarını ve eylemlerini.

Bediüzzman’ın tesbitiyle devam edersek; bir aslan için bile aslında fıtri olan; ölü hayvan bulup yemektir veya bir sürünün en zayıf, ölmek üzere olanına saldırmaktır. Oysa denge bozulunca ki, bunun nedenlerini başka bir yazıda ele alırız, aslan bir ceylanın bebeğine bile gayr-ı fıtri bir şekilde musallat olur. İnsanlar ve liderler için de fıtri olan; adaletle, en azından, hakkaniyet ve ahlak sınırları içerisinde iş görmektir. Bunu aşan liderler insanlık rotasından, hayatın; o Carrel’in de işaret ettiği gerçekliğinden, benimse fıtrilikle ifade etmeyi tercih ettiğim, dengesinden kaymışlardır. Böyleleri aslında ne sahip oldukları liderliğin, ne devşirdikleri gücün, ne de elde ettikleri maddi kazanımların bir hayrını görürler. Saddam ve Kaddafi’nin yağmalanan sarayları, diğerlerininse bugün bile küfredilen itibarları yeterince aydınlatıcı olur bu noktada sanırım.  

Normal insanlar için de bozuk karakter, aynı şekilde onları hayatın özünden koparır. Her sahtekarlık, her yalan, her hırs, her öfke bir sonrakini doğurur ve insanı korkuların, ümitsizliklerin, geçici anlık hazların girdabına hapseder. İslamın özünden uzak, kültürel yanlışlıklar ve bid’atlarla yoğun, yüzeysel bir dindarlık yaşayan insanlar için de böyledir bu. Vahyin ruhuyla aydınlanmış o gerçeklikten kopuk olarak, şekilciliğin ağlarında çırpına çırpına yaşarlar dinlerini. Böylece vicdanları yorulur. Aynı anda cehalete de maruz kaldıklarından, basiret gözleri de kör olur. Her türlü haksızlığı irtikab ettikleri halde içine hapsoldukları yüzeysel din anlayışının ifrat-tefrit sarkacında sallanarak hayata ve dine tutunurlar.

Bu tür, bozuk ve tefessüh etmiş, çürümüş insanların tesis ettikleri toplumlar da aynı durumdadırlar. Onlar da hayatın gerçeklerinden kopmuş; medeni bir çizgide birlik, beraberlik, karşılıklı sevgi ve saygı, adalet, hakkaniyet ve ahlak ekseninde bir yaşam kaabiliyetlerini yitirmişlerdir. Onların fıtri olan çizgiden kopmaları da bu şekilde olur.

Tüm buraya kadar anlatmak istediklerimi bir daha gözden geçirin ve bizim toplumumuza bu gözlükle yeniden bakın. Birbirinden nefret eden, ötekileştiren, birbirine duygusal ve fiziksel tacizler uygulayan, kibirli, lüks ve rahat düşkünü, fırsatçı, yalaka ve çıkarcı bir toplum olduk. Siz, bilumum hastalıkları da ekleyebilirsiniz buna. Çocukluğumdan beri insanların içinde vakit geçiren mesleklerde çalıştım. Toplumun her kesimiyle irtibatım oldu. Bu gözlemleri kitabi olarak yazmıyorum.

Konuyu yazının başlığı bağlamında daraltıp devam ettireyim.

Bizler yukarıda sıraladığım hastalıklarımız ve zaaflarımızdan ötürü hep düşene vuran bir toplum olduk. Sadece bizden olmayanları değil, zayıfı da hep ezdik, hor ve hakir gördük. Çocukluğumun ilk anıları mahallemizde, hem de koca koca adamlar tarafından, hep aşağılanan, alay edilen özürlü insanların hallerine acıdığım tecrübelerle doludur. Sonra buna fakir ve düşmüş durumda olan insanların gördükleri muameleler de eklendi. Ardından hemşehricilik, sınıfçılık, çıkarcılık ve yalakalık ekseninde yaşadığım tecrübeler geldi. Kadınların, özellikle de zor durumlara maruz kalmış olanlarının, toplum gözündeki konumları eklendi buna sonra. Daha elit kesimlerle muhatap olmaya başladığımdaysa bu sefer onların toplumun geri kalanına karşı olan bakışlarındaki yanlışlıklarla tanıştım.

Zamanla bir çok arkadaşlığın, dostluğun ve komşuluğun hatta akrabalığın çıkarlar tükenene veya bencillik, rahatseverlik sınırlarına dayanana kadar sürdüklerini gördüm. İnsanların birbirlerini ufak tefek şeyler ve hırslar yüzünden nasıl sattıklarını ve bunu yaparken vicdanlarını, o kıt ama kendini kurnaz sanan zekalarıyla, nasıl bastırdıklarını müşahade ettim. Bunu yaparken dini argümanlara sığınan veya bacak bacak üstüne atarak kibirli tavırlarla çok çağdaş ve eğitimli bir insanmış taklitleri yapanlara karşı ise hep özel bir tiksinti ve acıma hissi duydum.

Eğitimli, eğitimsiz, fakir, zengin, halk, siyasetçi… Hangi kesimden olursa olsun, hırsızlık ve haksızlık yapan, başkalarını ezen insanların hallerini sürekli analiz etmeye çalıştım.

Evet! Biz hep düşene ve düşmüşe zulmeden bir toplum olduk. Bunları yaparken de, belki ayetin de işaretiyle, aslında kendimize zulmediyorduk. Çünkü böyle bozuk insanlar olarak, az önce işaret ettiğim gibi, bir yandan hayatın özünden kopuyorduk diğer yandan da, en başta resmettiğim bozuk süt misali, kendimiz gibi bozuk ve karakter yoksunu insanları başımıza tac etmeye başlıyorduk. Böylece bozuk bir kısır döngünün içine kendimizi hapsediyorduk ve bu nedenle de zulümler hep yeni zulümleri doğuruyorlardı.

Şimdilerde ise daha kötü bir noktaya geldik. Artık sadece düşene vuran değil, herkese vuran bir toplum olma noktasına doğru ilerliyoruz. Özellikle Erdoğan ve AK Parti’nin ülkeyi getirdikleri nokta bir çıldırmışlık hali adeta. Herkes birbirini boğazlamaya, gammazlamaya, malını gasp etmeye, hakaret etmeye hazır ve bunu yapıyor da. Eskiden en azından benzer kesimler arasında biraz anlayış ve muahbbet vardı. Erdoğan ile toplumun iskeleti olan muhafazakar, dindar kesimler bile duygusal bir felce uğratıldılar. Toplumu özetleyen tek duygu ‘nefret’ artık. Yüzbinlerce insanın malına ve özgürlüğüne el konuluyor ve herkes susuyor. Daha da kötüsü, bunu fırsat bilerek, acaba ganimetten bize ne düşer, devlette boşalan yerlere nasıl yerleşiriz, bu karambolde daha çok nasıl çalarız, bizim kadrolarımızı nasıl yerleştiririz diyenlerle ve benzeri hırslar ve beklentilerle geçiyor günler. Müslüman müslümana kudurmuş bir köpek hırsıyla saldırıyor! Sırf bir adamın siyasi hırsları ve artık çuvala sığmayan hırsızlık mızrağının üzerini örtme adına yapılıyor tüm bunlar ve ‘Yeni Türkiye’, ‘Halife’ yalanlarıyla örtülüyor üstleri.

Aslında bu yazıyı daha sonra yazmayı planlıyordum. Ancak, geçen gün gördüğüm bir gazete haberi üzerine şimdi yazmaya karar verdim. Kirasını ödeyemeyip eşyalarıyla sokağa atılan bir insan kalp krizi geçirip ölüyor ve diğer insanlarsa onun eşyalarını yağmalıyorlar. ‘Müslüman’ bir ülkede oluyor tüm bunlar. 1999 depreminde enkaz yığınlarının altında, çalınacak altın arayan bir halka ve yapılan yardımları evlerine taşıyan devlet erkanına sahip bir ülke bu. 6-7 Eylül olaylarında Rum vatandaşlarının malları gaspedilirken oturup seyreden dünkü halk ve yüzbinlerce Hizmet mensubu masum insanın malları, mülkleri, iş yerleri ve özgürlükleri gaspedilirken oturup seyreden; hatta bunlara ‘ganimet’ ve ‘oh olsun’ diyen de bugunkü aynı halk…

Gerçek ıslah edicilerine zulmeden böyle toplumlar, tıpkı Kur’an’da bahsi geçen ve Peygamberlerine isyan edip onları öldüren topluluklar gibi, ya kendi kendilerini yok ederler ya da İlahi adalet kılıcı ile cezalarını bulurlar. O da genelde, ayetle işaret buyurulduğu gibi, başka bir zalimin zulmüdür genellikle…

Konu ile ilgili diğer bazı yazılarımız:





8 Eylül 2016 Perşembe

GANİMET DİYEREK ÇALMAK

Bu yazı 8 Eylül 2016 tarihinde Yeniyön.tv (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Ülkemiz tarihinin insanlık adına en karanlık ve utanç verici günlerini yaşıyoruz. Bir adamın hedef göstermesi ile birlikte bütün ülke transa geçmiş gibi çıldırmışcasına kendi insanının üzerine saldırıyor. Kanuna saygı yok, hukuk ve adalet kavramları ayaklar altında. Akıl ve vicdan; zan, iftira, hamaset ve fırsatçılık duygularına teslim olmuş durumda. ‘FETÖ’ denilerek masum insanlar hapse atılıyor ve mallarına adaletsiz bir şekilde ‘ganimet’ denilerek el konuluyor. En acı veren tarafı da tüm devlet aygıtının bu işe alet ve ortak edilmesi.

Türkiye daha önce de açık veya gizli şekillerde devlet aygıtından destek alarak yapılan toplu gasp olaylarına tanık olmuştu. 1942 yılının Varlık Vergisi, kelimenin tam anlamıyla bir gasp soygunu idi. İkinci Dünya Savaşı öncesi dünyanın üzerine çöken kara bulutlar insanların karakterini bozuyor, vicdanları köreltiyor, güç sahiplerini de zehirlemeye devam ediyordu. İngilizlerin sinsi ve kardeşi kardeşe, alt kimliği alt kimliğe dövdürme taktikleri başarı ile her yerde uygulanmaya devam ediyordu. Türkiye de bu maniplasyonlara aç; fırsatçı ve ezik politikacıların, derin Gladyoların güdümünde bir ülke olduğundan bu vetireden fazlasıyla payını alıyordu.

İlimden, ahlaktan, evrensel değerlerden, vicdandan yoksun, kırık dökük bir insanlık çizgisinde ilerleyen Türkiye insanı, ki bu cümleler neredeyse son yüzyılımızı özetliyor, bu etrafa yayılan zehirlerden kolayca etkileniyordu. Varlık Vergisi bahane edilerek yabancı uyrukluların hatta köylülerin mallarına, derecesine ve şekline göre, el konuluyor, üzerlerine ‘çökülüyordu.’ Devlet görünüşte bahaneler üretiyor, konuya politik, ideolojik kısaca iş görecek ve halkı inandıracak her ne malzeme varsa kullanıyordu. Fakat gerçekte olan şey bir güç devşirme, konum sağlamlaştırma, güç dengelerini lehine çevirme ve en önemlisi de kendi burjuva sınıfını oluşturma amacını güdüyordu.

Evet! Köylünün bile malına el konularak bu güç oluşumuna destek veren bir kesim rahat ettiriliyor, yabancıların mallarına ve ticarethanelerine el konularak da servet yeni bir burjuva adayı, partici bir kesime aktarılıyor; onların kolay yoldan zenginleşmesi sağlanmaya çalışılıyordu. Onlara göre bu ‘ulusal’ olabilmenin bir gerekliliğiydi. Eğer toplumun kalanı da zengin olsaydı veya o zaman da bugünün Hizmet Hareketi gibi bir oluşum bulunsaydı, bir bahane bulunur ve onların mallarına da el konulurdu. Rahmetli anannem, İnönü döneminde henüz küçük bir çocukken köylerine gelen jandarmanın 10 çuval hasattan dokuzuna nasıl el koyduğunu ve şehre kadar da onlara nasıl taşıttığını anlatırdı bize. Bu malların CHP tarafından asker ailelerine dağıtıldığını da söylerdi.

1945 yılı da devlet destekli bir gladyo operasyonuna şahit olmuştu. İçlerinde Süleyman Demirel ve İlhan Selçuk gibi isimlerin de olduğu, çoğunluğu turancı ve İslamcı denilen gençler ‘’Allah, Allah’’ diyerek, ‘’Kömünistlere ölüm’’ diyerek Tan gazetesini bastılar. Henüz Celal Bayar ve Mendereslerin CHP’den yeni ayrıldıkları günlerdi. Belli ki kendini devletin sahibi zanneden derin gladyo (Özel Harp eliyle) yeni bir toplumsal ajitasyon planlamış ve ahtopotun elverişli bir kolu ile de siyasi bir maniplasyona girişmişti.

Aynı Gladyo benzer olayları Varlık Vergisi döneminde 1955 yılının 6-7 Eylül olayları sırasında yaşatmıştı ülkeye. Bu tarihte Özel Harbin, ki bu eski MGK genel sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu tarafından itiraf edilmiştir, planlaması ve kışkırtması ile gaza getirilen kitleler sokaklara döküldüler. ‘Rumlar, Atatürk’ün Selanik’teki evini bombaladılar’ denilerek kandırılan, ajite edilen ve örgütlenen insanları sokaklara dökerek yine yabancı uyruklu ama daha çok Rum olan vatandaşlarımızın üzerlerine saldırttılar. Evlere, kiliselere, iş yerlerine ve mezarlara saldırıldı. Mezarlardaki kemikler bile etraflara saçıldı. Resmi rakamlara göre 70 ama belki de 400’e yakın kıza tecavüz edildi. Kimbilir belki o insanlara da şimdilerde olduğu gibi ‘Ya Allah, Bismillah, Allahu Ekber’ veya benzeri naralar attırılmıştır. Şimdilik bildiğimiz ‘’Kıbrıs Türklerindir!’’ sloganları eşliğinde yaşandığı tüm rezaletin.

Tan olaylarının katılımcısı Demirel gibi isimlerin sonradan parladığını biliyoruz. 6-7 Eylül olaylarını ateşleyen olayın müsebbibi, Atatürk’ün evinin bahçesine bomba attığı iddia edilen Türk öğrencinin de sonradan istihbaratçı ve vali yapıldığını biliyoruz.

Kısaca, Özel Harp’in tetiğe basmasıyla belli ajanlar veya kullanışlı guruplar harekete geçirilmiş ve kitleler yönlendirmişti. Aynı stratejiler sonraki yıllarda, 1980 darbesinde kardeşin kardeşi öldürdüğü günlerde de başarıyla uygulanmıştı.

Şimdilerde de değişen pek bir şey yok. Tıpkı 6-7 Eylül olayları gibi; önceden hazırlandığı ve başarısızlığa programlandığı açık olan bir ‘darbe’ teşebbüsü, adalet mekanizması es geçilerek Erdoğan ve AK Parti hükümetinin hedef göstermeleri sonucu toplumsal bir cadı avına dönüştürüldü. 6-7 Eylül, ekonomik gücün yeni ve ‘ulusal’ bir güce aktarılması ve Kıbrıs sorunu üzerinden toplumsal zihnin dizayn edilmesi çabaları ise, 15 temmuz darbe senaryosu da ekonomik ve bürokratik-siyasi gücün tekrar ‘’ulusalcılaşması’’ ve toplum zihninin korku ve dehşet saçılmak suretiyle bu dizayna hazırlanması hadisesidir. Erdoğanlı AK Parti her ne kadar süreçten güç devşirmeye çalışıp tabanını İslamcı motifli ‘’Yeni Türkiye’’ dizaynı olarak satmaya çalışsa da olayın gerçek beyni yukarıda işaret ettiğim Özel Harp zekası ve hırsıdır. Tüm pis emellerini; kullanışlı ve bu kirli ilişkiye mahkum olan AKP liderliği üzerinden gerçekleştirmektedir sadece.

İşte bu süreç de büyük gaspların ve hak ihlallerinin yaşandığı bir sonuç doğurdu. Darbe bahane edilerek binlerce ticaret işletmesi ve fabrikaya malları ile birlikte el konuldu ve belli çevrelere peşkeş çekildi. Veya en güçlü rekabet bertaraf edilip partici bir kesimin önü açılmış oldu. Binlerce okula el konuldu. Yandaşlara peşkeş çektikleri halde tabelalara ‘’milletin malı milletin hizmetinde’’ ifadesi yazıldı. Darbenin hemen ardından ‘bu Allah’ın bir lütfu’ denilip başlanıldı soygunlara. "Bunların kökünü kazıyacağız, şu anda inlerine girdik. İşgalcileri hukuk içerisinde temizliyoruz. Listeler önceden vardı ama hukuk kuralları içinde bir şey yapamıyorduk’’ denildi sonra. Amacı şüpheli (muhtemelen Özel Harbe çalışan) bir ‘din adamı’ çıkıp ‘’Bunların mallarının hayrını görün, 15 üniversite sizin, hastaneler sizin, 1000 tane okulun hayrını görün, tepe tepe kullanın.. Afiyet olsun, hakkınızdır, ganimettir, ganimet’’ diyebildi ve önündeki kalabalık da bunu alkışladı. Zaten uzunca bir süredir bazı cemaatlerden ve tarikatlarden insanlar hem de darbeden çok önce çat kapı şekilde Hizmet Hareketine ait okullara gidiyorlar ve burası bizim olacak, o yüzden gezmeye geldik diyorlardı. Bazı önde gelen AK Partililer de gasp edilen Hizmet kurumları önünde resimler çektiriyorlar ve Twitter hesaplarına ‘’Elhamdülillah’’ yazarak ‘’ganimeti’’ kutluyorlardı. Onların eşleri de ganimettir diyen İŞİD zihniyetli partililer bile çıktı. Böyle bir gasp; kanlı mücadelelere sahne olan 12 Eylül darbesi döneminde bile yaşanmamıştı. Özel Harp tarafından toplumdaki 6-7 Eylül ruhu daha iğrenç ve etraflı bir şekilde hayata geçirilmiş oldu tekrardan. Bizzat anlatılan hadiselerden biliyorum. Bir kuyumcunun dükkanını basan polisler tutanaksız bir şekilde bütün malları alıp götürmüşler. Hizmet Hareketinden bir tüccara borcu olan partili bazı iş adamları, ‘artık borçlarımızı ödemeye gerek yok, savaş yaptık ve kazandık, bu artık ganimet’ diyorlarmış. Hırsızlık ve hırsızlığın vicdanlara ‘ganimet’ denilerek yedirilmesi işte bu boyutlarda tecelli ediyor.

Üstelik bu sefer gayrımüslimler değil, toplumun her kesimini ortak bir ideal etrafında birleştirmeyi başarmış olan Müslüman ve dindar bir Hareketin mallarına ve haklarına saldırılıyor, başka ‘dindarlar’ ve masum insanlar hapse atılıyorlar. Hem de on binlercesiyle… 6-7 Eylül için devlet 60 milyon lira tazminat ödemek zorunda kalmıştı. Şimdiki iğrençliğin ve yüz karası uygulamaların hukuki boyutunu ‘’Cemaat, Türkiye’yi Dava Manyağı Yaparsa!’’ başlıklı yazımda ele almıştım.

Evet, bugün Hizmet Hareketine karşı yönlendirilen gasp eylemi Türkiye tarihinin hatta Türk tarihinin en yüz karartıcı hadisesi olmaya adaydır. Toplum, dini motifler kullanılarak ‘’ganimet’’ denilerek iyice hırsız, gaspçı, hamasi bir çizgiye çekilmekte; kalan son ahlak kırıntıları da yok edilmektedir. Anadolu halkının harcı olan birlikte yaşama ve komşuya, insana saygı eksenli kaabiliyetler dinamitlenmektedir. Bunun daha büyük ve acı sonuçları olacaktır. Yazılarımda konunun bu toplumsal boyutunu değişik yönleriyle sürekli irdeliyorum.

Sonuç itibarıyla; darbe de yalan, paralel safsatası da yalan, ‘FETÖ’ de yalan, ‘Yeni Türkiye’ idealleri de yalan…

Gerçek olan tek şey; 17-25 Aralıkta ortalığa saçılan devasa boyuttaki kirlenmenin, hırsızlıkların, rüşvetlerin, yolsuzlukların ve para aklamaların üzerlerini örtme gayretleri ve bu uğurda verilen adaleti felç etme mücadelesi… Ayrıca, halkın dini duyguları sömürülerek bir siyasi illüzyona uğratılması… Tek cümleyle; hırsızlık sisteminin devam ve idamesi… Buna engel olarak algılanan Hizmet Hareketi’nin bu nedenle bitirilmesinin gerekliliği…

Herbert, ‘’Bana bir yalancı göster, sana bir hırsız göstereyim’’ derken ne kadar da haklıdır değil mi? Tarihimizin en büyük yalanına şahit oluyoruz bizler de. Hırsızların, yolsuzların güdümünde bir ülke olduk artık. Goethe’yi hatırlıyorum bu noktada hemen. ‘’Küçük hırsızları asıp yok ederler. Büyükleri çok ilerlemiştir, ülkeyi ve sarayı yönetiyorlar’’ der o da.

Demek ülkenin mayası bu kadar bozulmuş olmalı ki, toplum bu tür suçları bırak izlemek, artık alkışlar bir hale gelmiş durumda. O da yetmezmiş gibi, vicdanını dini bir kavram olan ‘ganimet’ ifadesiyle közleyip o hırsızlıktan nemalanmak için salya akıtıyor; fırsat kolluyor artık halk. Kalanı da bana dokunmasın da önemli değil hali içerisinde. Lübnan kökenli Amerikalı sanatçı ve şair Halil Cibran ile bitireyim o zaman.

‘’Nasıl ki yaprak; ancak bütün ağacın sessiz bilgisi ve isteği olmadan sararmazsa, suç işleyen de topunuzun gizli isteği olmadan, o suçu işleyemez.’’ 

Kendilerini düzelt(e)meyen toplumlar acı bir akıbete hazır olmalıdırlar. Toplumsal akıbet ve çöküş saati geri saymaya devam ediyor!