31 Ekim 2017 Salı

CEMAAT ELEŞTİRİSİNDE DENGE

Bu yazı 31 Ekim 2017 tarihinde Yeniyon'de yayınlanan köşe yazısıdır.


Her ne kadar yazı içerisinde Ahmet Kuru’nun son yazısını adres vermiş olsam da sadece birkaç noktaya değindikten sonra bazı genel hususlara işaret ederek devam edeceğim ve benzeri yaklaşım ve üsluplarla ‘eleştiri’ yazıları yazan insanlara bir bakış açısı sunacağım.

Ahmet Kuru’nun ‘’Liderler, Prensipler ve Peygamber Örneği Problemi’’ başlıklı yazısına bir çok insan tepki verdi ki bunlardan birisi de bendim. Yazının dini referanslar yönünden eksiklikleri olduğu gibi, genel kompozisyon açısından eleştirilebilecek kurgusal ve mantıksal kusurları da mevcut. Hatta bu kurgusal hatalar o kadar belirgin ki yazı, akademisyen kimlikli bir insanın kaleminden çıktığı için yaşadığımız stresli zulüm döneminin de etkisiyle insanlarda ister istemez, haklı veya değil, bir niyet sorgulamasına yol açıyor. Bu noktayı sonra açacağım.

Yazıda genel anlamda ‘dini liderler de sorgulanabilir’ sorgulaması yapılmak istenmiş ancak bu; içerisinde hakikat kırıntıları barındıran fikir çok yanlış bir kurgu üzerine oturtularak Gülen’e eleştiri ötesi bir saldırı malzemesi halini almış. Kimse kimseyi kandırmasın! Bu tür yazılara insanlar tepki verdiklerinde çoğu insan sadece hislerine göre değil, bilgi ve tecrübelerine göre de fikir belirliyor ve tepkilerini yazıdaki kusurlardan esinlenerek veriyorlar. Böyle tepkiler karşısında birilerinin hemen liberal aydıncılık oynayıp, ‘bak gördün mü eleştiriye açık değiller’, ‘Gülen’i kutsuyorlar’, ‘yazanı linç ediyorlar’ vb. şekillerde banal savunmalar yapmaları hiç de doğru değil. Bunu etik olarak doğru bulmadığım gibi yapan bazılarını da bir süredir takip ettiğimden dolayı onların psikolojik yönden birtakım rahatsızlar ve önyargılar taşıdıklarını bile düşünüyorum.

Bir de bazı gazeteciler varki kendi savlarını destekler nitelikteki veya tanıdıkları insanlar tarafından yazılan bu tür yazılara karşı tarafgir destekler veriyorlar. Bunu yaparken de bazen insaf ölçüsünü kaçırdıkları da oluyor. Çünkü tepkilerini her ne kadar aydın kimliği ve havasında yazsalarda aslında duygusal tepkiler (destekler) verdiklerini fark edemiyorlar. Mesela, Ahmet Kuru’nun bu hakkaniyet sınırlarını zorlayan yazısı karşısında Gülen’e yapılan yanlış ve haksız benzetmeye veya yazıdaki kurgusal hatalara hiç laf etmeden sadece yazıdaki ‘’herkes gibi, dini cemaat liderleri de sorgulanabilir’’ anafikrine odaklanarak yazıyı öven, savunan bir kaç yazar oldu. Çünkü kendileri de Cemaat eleştirisi üzerine yazılar yazmış, Twitler atmış ve konu ile duygusal bir bağları oluşmuştu. Oysa dindar olan o insanların en azından yazıdaki uygunsuz benzetmeyi tasvip etmediklerini belirtmeleri uygun kaçardı. En başta da yazarın kendisi yazısını öyle uygunsuz bir örneğin üzerine oturtmayabilirdi.

Çoğunuzun gözünden kaçmış olabilir ama ben söyleyeyim. Baştan sona Gülen eleştirisine odaklı olan yazının başlığı her ne kadar  ‘’Liderler, Prensipler…’ şeklinde yazılmış olsa da yazının link adresi ‘’Liderler, Ahlaksızlık…’’ ifadesini içeriyor. Web dizaynından anlayan birisi olarak şunu diyebilirim. Demek ki yazının ilk orjinal dosyası bu başlıkla oluşturulmuş ve İnternet’e yüklenmiş. Yazıdaki başlık sonradan; ‘ahlaksızlık’ yerine ‘prensip’ ifadesi ile değiştirilmiş. Muhtemelen bu, gelecek tepkileri azaltmak düşüncesiyle yapılmış. Yani yazar aslında Gülen eleştirisine adadığı bir yazının dosyasını oluşturmaya o ‘ahlaksızlık’ ifadesi zihninde ön planda iken başlamış. En azından seçilen ifade bunu düşündürüyor.

Hal ve yazıdaki hava böyle olunca da insanlar yazıdaki bu çok yanlış ve haksız girişi tasvip etmedikleri için tepkiler verdiler ve dindar bir insan neden böyle bir yazı örgüsü kurar düşüncesine kapıldılar. Eski Zaman Gazetesi yazarlarından Abdülhamit Bilici de bu noktaya işaret ederek Gülen gibi hayatı hep takva dairesinde geçmiş bir insanın Elijah Muhammed örneği üzerinden eleştirilmesini hakkaniyetsiz bulduğunu ifade etti. Çünkü Gülen’in bu şekilde; ahlaksızlığa, aldatmaya ve dini düşünceleri istismara vurgu yapan o tarz bir benzetme ile başlanan bir kurgu içerisinde  eleştirilmiş olması gerçekten muhafazakar bir insandan beklenmeyecek bir tarz ve insanlar da işte tam olarak bu kurgusal yanlışlıklara ve ilave bir kaç bilgi yanlışlığına tepki verdiler.

Fakat en başta belirttiğim gibi, bazı yazarlar bunu kabullenmek yerine sadece yazıdaki ‘lider de eleştirilebilir’ noktasını ön plana çekerek yazıya destek verdiler. Oysa gözardı edilen gerçek şu ki, yazıyı eleştiren insanlar içerisinde yazıdaki bu ana fikre karşı çıkacak tek bir kişi bile belki de yoktur. Cemaati tanımayan insanlar bilmezler; ancak birçok Cemaat mensubu İslam ülkelerinde hep hakim olan bu tür uygulamaları eleştirir. Özellikle de önümüzde Erdoğan üzerinden yaşanan canlı bir örnek üzerinden zulüm gördükleri bir noktada bu tarz eleştirel bakışları kendi içlerinde dile getiren nadir hareketlerden oldukları bile söylenebilir.

Nitekim, Yeniyön’den Emre Uslu da bu konuda şöyle dedi: ‘’Eğer Kuru görüşünü hiç bir örnek vermeden söyleseydi buna itiraz edecek hiç bir kimse çıkmazdı. Özellikle de Cemaat içinden bu görüşü benimseyen önemli bir kitle olduğunu biliyorum’’.

O nedenle de yazıdaki başarısızlığı ana fikri ile örtme çabaları sadece yapanın imajına zarar verir çünkü muhatap alınan kitle zeki bir kitle. Bu noktada Emre Uslu’nun tam olarak katılmadığım bir görüşüne de değinmek isterim:

Şöyle diyor:

‘’Ancak Kuru Erdoğan yerine Fethullah Gülen örneği ile argümanını anlatmaya başlayınca Cemaatten yoğun itirazlar gelmeye başladı. Bu itirazın kendisi bile Kuru’nun ikincisi tespitinin doğruluğunu ispatlıyor: “takipçiler genel prensipler yerine lidere itaati önemserler” Gülen’in takipçileri prensipleri değil de iteati önemsediklerinden bizzat Gülen’in koyduğu prensiplere bakıp Kuru’ya cevap vermek yerine Gülen’i savunmaya kalktılar zira onlar için prensip değil lider iteati önemliydi.’’

Her ne kadar Emre Uslu doğru bir tesbitle ‘’Gülen’in koyduğu presiplerin’’ varlığına işaret etmiş olsa da bizzat Kuru’nun kendisi bunu gözardı ediyor yazısında. Yani Gülen’i ‘’genel prensipler’’ va’z etmekten imtina eden (veya bunu başaramamış, yanlış bir zemine oturtmuş) bir lider olarak lanse ediyor. ‘’Liderler mi, Prensipler mi?’’ alt başlığı altında Gülen’in insanlara genel prensipler yerine lidere itaati ön plana çıkaran bir liderlik hatta İslam’i anlayış (salt Peygamber örneklerini öne çıkararak yönetme, şekillendirme gayreti) benimsediğini iddia ediyor. Bu çok eksik bir bakış açısı ve Gülen’i yıllardır okuyan, irdeleyen insanlar Gülen’in Kuru’nun çizdiği tablodaki yerini göremiyorlar. Bu görememe sadece lidere aşırı bağlılık veya itaat gibi bir göz körlüğünden kaynaklanmıyor.
Yapılan itirazları o nedenle salt bu düzleme indirgemek bence aceleci bir çıkarım. Elbette her hareket, cemaat, tarikat, siyasi oluşum hatta Batılı şirketler bile bu itaat ve önderin karizmasına ve çizgisine bağlılık gibi hususlardan derecesine göre nasiplerini alıyorlar ve bu Cemaat için de geçerli. Ancak Kuru’nun yazısına verilen tepkilerin ana motivasyonu, yazıdaki ana fikri bile başarısızlığa uğratan bu kurgusal ve hatta gerçeklikten kopuk yorumlar iken insanların büyük ölçüde bu motivasyondan beslenen tepkilerini prensip yoksunluğundan veya lidere iteattan dolayı yani salt o reflekslerle verdiklerini söylemek biraz haksızlık gibi geliyor bana.

Kuru’nun diğer önemli açmazı da Gülen’in Cemaat’i ‘’genel prensipler’’ geliştirmektense Peygamber örnekleriyle (‘yanlış’ bir motivasyonla) şekillendirme gayreti içerisinde olduğuna ve bunu yaparken de onlara itaatkar ve sorgulamayan bir hüviyet kazandırma gayreti içerisinde olduğuna dair zorlama bir yorum da var. Bu Cemaat insanı gerçekliğinden de, Gülen’in Kur’an’dan süzülen prensipler üzerine Cemaatini oturtma gayretini de görmezden gelmek anlamına geliyor. Gülen’i anlatan bazı Arap alimler ve bazı Batılı sosyologlar bile bunun aksini söylerken, yıllardır onun eserlerini ve pratikteki uygulamalarını yakından takip eden insanlar bu yorumların yanlışlığını görerek tepkiler veriyorlar. Ayrıca, Twitter üzerinde kimlikleri belirsiz yüz küsür insanın verdiği tepkiyle bir hareketin düşünsel, fikri ve duygusal tepkilerini tam gerçekliğiyle kavramış olmazsınız. Denge şart!

Aynı şekilde; Gülen’in ‘’peygamber yolunun kaderi’’ örneklendirmesini salt olarak Cemaatin halet-i ruhiyesini rahatlatmak için veya yönetim kadrosunun hataları sorgulanmasın diye kullandığını söylemek de hakkaniyetli değil. Gülen’in yıllara yayılan eserlerini analiz eden insanlar bu kullanım şeklinin birtakım prensipler geliştirme ve onu bir felsefik temele oturtma gayreti olduğunu görebilirler. Bu örneklendirmenin iman inşası niyetiyle hizmet gayreti yürüten bir hareketin fikri taşlarından biri haline getirilmesi saf niyetle hatta akademik nazarla bakan birisi için gayet doğal ve verimli bir gayret olarak görülebilir. Eksik bakışlar bunu dini duyguların suistimal edilmesi şeklinde görebilirler ki bunun da önüne geçmek güç. Bu zaviyeden bakınca dini bir hareketin başında olan ve doğası gereği dini referanslar kullanması gayet doğal olan her lideri yönettiği insanların duygularını suistimal etmekle veya onları yanlış yönlendirmekle suçlamak mümkün.

Meselenin bir yönü daha var:

Kuru’nun yaptığı tarzda liderin şahsiyetini hem de eksik ve yanlış bir kurgusal düzlemde hedef alarak yapılan ve ‘’akademik yorum-analiz’’ gibi sunulan yazıların zaten arzu edilen faydalı değişimleri (eğer varsa) netice vermeleri, bir değişimi tetiklemeleri pek mümkün değil. Çünkü onları okuyan insanlar doğal olarak yazılardaki şahsiyete saldırma amacını görecekler ve tepkilerinde onu ön plana çıkaracaklardır. Yoksa tekrarla söyleyeyim ki liderlerin ve yöneticilerin eleştirilebilirliği noktasında Cemaat içerisinde ilkesel bir noksanlık yoktur. Onları zorla ‘Gülen’i kutsuyorlar asla eleştirmezler’ şeklinde lanse etmek haksız bir yorumdur. En başta bir grubu zorla liderlerini eleştirmeye davet etmek, ki bu son dönemde çokça yapılıyor, bile başlı başına irdelenmesi gereken bir ruh halidir ve sempatızan olan insanların da bu tarz zaviyeleri belli filtrelerden geçirerek değerlendirmeleri haklarıdır.

Bu meselenin bir yönü daha var ki Kuru bu noktayı da kaçırıyor. İslami oluşumlarda bazı liderlerin itaat bekledikleri ve o yönde usüllerle gruplarını yönettikleri doğrudur. Fakat bunun bir kısmı grup yönetiminin yapısı gereği doğal bir gelişmedir. Sivil sistemlerden askeri sistemlere kadar her oluşum bundan nasibini alır. Sorun; itaat kültürü zulüm ve suistimal noktasına ulaştığında veya verim üretemez duruma geldiğinde ciddi bir hal alır. Bunun değişmesi yönündeki irade de o grubun kendi seçim tarzıdır. Bu da zamanın şartlarını okuyabilme yeteneği, değişme azmi ve bunu görebilme kabiliyeti gibi bir çok husustan beslenir. Bazen de gruplar bunu tam göremeselerde zamanın şartları insanları ve grupları değişime zorlar ki bu da bir süreçtir. Batı’da dışarıya göç ederek kaynak araştırma, Klise sultasına karşı çıkma, Rönesans fikri, demokratik anlayışlar ve hatta ekonomik atılımlar hep yaşanan büyük sıkıntıların, hataların ve çaresizliklerin akabinde hayat bulmuştur. O nedenle de Cemaat’in bu süreçte değiştiğini görmeden ve bilmeden zoraki ‘değişime kapalılar’, ‘eleştiri yapmıyorlar’ yorumları yapmak veya daha da öteye gidip Mustafa Akyol’un yapmaya çalıştığı gibi onları, eksik sosyolojik bakış açılarıyla, bir kült gibi sunmaya çalışmak son derece yanlış düşünceler.

Bir hareket içerisinde gelişen bazı uygulamaların yanlışlığı veya eksikliği aslında liderin de değiştirmeye çalıştığı şeyler olabilir. Nitekim, Gülen sürekli bir şekilde bir kalp inşası (kalbin zümrüt tepeleri), ölçüler (ölçüler ve yoldaki ışıklar) ve daha bir çok hususu irdelerken veya salih insanı tanımlarken hep prensip insanı inşa etme gayreti içerisindedir ve eserlerinde ve uygulamalarında sürekli olarak meşvereti ön plana çıkarır. Bunun eksikliğini hatta bazı kibirli yönelimlere yol açabilecek hissiyatları eleştirerek yanlış ‘abilik’ uygulamalarını eleştirdiği de vakidir. Bunlar irdelenmeden yapılan analizler eksik kalmaya mahkumdur ve kısıtlı kalırlar.

Kuru’nun bir hatası da Gülen’i Peygamber kıssaları anlatma üzerinden eleştirirken istihza içeren bir üslupla sanki Hz. Muhammed’in uygulamasının zıddına hareket ediyormuşcasına Gülen’i zulümden yurtdışına kaçan hatta en önde kaçan bir şahsiyet gibi sunmaya çalışmasıdır ki bu da Gülen’in sevenlerinin kalbini kıran ve onları tepki vermeye iten bir yaklaşımdır. Bununla da kalmayıp hayatını Bediüzzamanı anlayıp onun prensiplerine hayatiyet kazandırmak üzerine harcamış bir insanı Bediüzzman’ı referans vererek sanki lider olarak sorumluluk almaktan kaçıyormuş gibi lanse etmek insanlara doğal olarak eleştiriden ziyade bir saldırı ve itibarsızlaştırma gayretinin varlığını düşündürüyor.

Bu yönleriyle Kuru’nun yazısı başka bir Nurcu olan Yaniasya gazetesinden Kazım Güleçyüz’ün 9 Eylül 2016 yılında yazdığı ‘’Hicret’’ yazısı ile bazı paralellikler arz ediyor. O yazısında Güleçyüz de Gülen’e daha açıktan ve bir itibarsızlaştırma gayreti içerisinde saldırmış ve onu Bediüzzaman’ın yaptığının aksine zulüm diyarından kaçmakla ve Hz. Muhammed’in yaptığının aksine (eksik bilgilere dayalı çıkarımlarla) Cemaat’ini terkederek en önde kaçtığı şeklinde lanse etmeye çalışmıştı.

Bu son nokta beni farklı bir bakış açısına getirdi. Kuru ve benzeri eleştirileri (daha çok itibarsızlaştırma gayreti diyelim) yapan insanlara önemli bir hususu daha ifade etmek isterim.

Cemaat son derece büyük bir haksızlığa uğradığı, kötü bir zulme maruz kaldığı bir dönemden geçiyor son 4 senedir. İnsanların doğal olarak halet-i ruhiyeleri normal değil. Bu insanlar açık bir şekilde kendi elleriyle kurdukları samimi hizmet faaliyetlerinin bazı odaklarca hukuksuz yöntemlerle bitirilmeye çalışıldığını bizzat görüyor ve yaşıyorlar. Bunun da ötesinde bu şer odakların önceleri açık bir şekilde Havuz medyası ve Ergenekon medyasını kullanarak, örtülü şekilde de bazı muhafazakar, liberal vs. çevreleri veya kalemleri ya bizzat kullanarak veya yanlış bir şekilde yönlendirerek (tabir caizse gaza getirerek) psikolojik harp yöntemleri uyguladıklarını gayet iyi biliyorlar. En azından bunların türlü şekillerde denendiğini hissediyor veya görüyorlar. Cemaatleri içerindeki insanlar arasına kasıtlı olarak yazılan yazılarla fitneler sokulmaya çalışıldığını, Gülen’in ve ‘abilerin’ itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını biliyorlar. Havuz medyasında MİT tarafından üretildiği bariz olan ve içerisine bir kaç doğru bilgi sıkıştırılmış ama yanında kasıtlı bilgilerin de sokulduğu yazı ve haberleri gördü bu insanlar. Bu haberlere inanarak yanlarından ayrılan bazı insanlar oldu ve bunun acısını yüreklerinde hala hissediyorlar. Bizzat Erdoğan ve Havuz medyacıları ve Cemaatten ayrılan bir iki isim üzerinden kaç yıldır Cemaat’in ‘’tavanı hain’’ vb. delilsiz tezviratlar, iftiralar yapılıyor. Daha geçenlerde bizzat Gülen’i ve liderlik kadrosunu hedef alan ve Cemaat’i bölmeye çalışan yazılar yazdılar suret-i haktan görünen Twitter hesapları kullanarak. Gülen’i sanki uygunsuz kasetleri olan birisiymiş gibi göstermeye çalıştılar. Bunları yaparken en büyük dertlerinin hukuksuzluklarla dahi bitiremedikleri bir hareketin içerisine fitne sokmak ve Gülen’e duyulan güven ve sevgiyi sarsmak olduğu çok açıkca görülebiliyor.

Muhtemelen acaba kaç kişiyi daha koparabiliriz gayretiyle yapılan bu hareketleri Cemaat insanı görüyor ve biliyor. Çok yoğun bir şekilde insanlardaki Gülen sevgisini hedef alan bir kampanya yürüttükleri bu zeki insanlarca izleniyor ve takip ediliyor. Böyle bir ortamda Kuru ve Güleçyüz gibilerin ortaya çıkıp eleştiri görünümlü ama Gülen’in temsil ettiği makama ve kişiliğine hem de yanlış kurgulara dayalı anlatım ve hatalı üsluplarla saldırılıyor olmasına karşın bu sıkıntılı süreçlerden geçen ve algı operasyonlarının varlığından haberdar olan insanların şüphe ile bakmaları son derece normaldir. Yanlış anlaşılmasın! Burada muhatap aldığım insanların bizzat böyle bir planın parçası olmakla itham etmiyorum. Ancak bu tür yazıların burada resmettiğim etkenler dikkate alındığında yazanları sonradan utandıracak olan talihsiz yazılar olduklarını düşünüyorum ve şahsen bu tür yazıların art niyetle yazılmış olmasalar bile daha çok bu tür odakların amacına hizmet ettiğine inanıyorum.

Ali Ünal’ın 5 Ocak 2015’de Zaman’da yayınlanan yazısında belirttiği şekilde bitireyim; ‘’(1) Ortada fiilî bir durum, açık zulüm ve Cemaat adına mazlumiyet varken bu soruyu sormak (eleştiri meselesi, UT), zalime malzeme taşımak ve mazlumu zayıflatmak olur. (2) Böyle bir soru, Cemaat’e 40 yılı aşkın süredir ilmî–manevî rehberlik yapmış zâta gerekli muhasebeyi yapmadığı töhmeti ve hakaret manâsı taşır.

Kaldı ki hem Kuru’nun hem de Güleçyüz’ün yazıları Ali Ünal’ın çizdiği sınırın bile ötesine geçiyorlar.

Çok yoğurduk ama bu hamur daha çok su istiyor. Cemaat eleştirisi konusuna daha genel bir perspektiften sonraki bir yazıda devam edelim kısmetse.

28 Ağustos 2017 Pazartesi

15 TEMMUZ DARBE RÜYASI

Bu yazı 28 Ağustos 2017 tarihinde Yeniyon24 de yayınlanan köşe yazısıdır.

Malumunuz, içinde yaşadığımız kasvetli dönem AKP’li bazı bakan ve çocuklarının bulaştıkları ve ucu Erdoğan ve ailesine de dokunan 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmaları ile başlamıştı. Erdoğan’ın, konuyu adalete teslim etmek ve hukuki zeminde aklanmak yerine adalet sistemine ve hayali düşmanlara saldırmayı tercih etmesiyle de devlet treni geri dönülemez bir hukuksuzluk sürecine girdi. Sürekli çoğaltılan KHK’larla da bugün artik Türkiye’de demokratik sistem ve hukuki düzen tamamen çökmüş, fiilen bitirilmiş durumdadır.

Halen suçsuz ve yargısız bir şekilde hapiste tutulan yazar ve fikir adamı Ali Ünal’ın yıllar öncesinden öngördüğü gibi; AKP sayesinde artık devlet treni rayından çıkmış bulunmaktadır. Yine aynı hukuksuzluk çerçevesinde hapiste tutulan Ali Bulaç ise, AKP’nin Çanakkale Savaşından sonra ülkenin başına gelen en büyük felaket olduğunu söylemişti. Bazıları da yaşanan rezaletin boyutuna bakarak buna bir fetret devri benzetmesi yapıyorlar. Bense AKP ve Erdoğan ile yaşadığımız bu dönemin, Türk tarihi ve İslam tarihinde başımıza gelen en büyük felaketlerden birisi olma niteliği taşıdığını düşünüyorum. Bunun bir fetret devri değil; aksine sistematik bir çöküş, büyük bir manevi, vicdani ve ahlaki yozlaşma ve çürüme dönemi olduğunu iddia ediyorum.

Bu satırların yazıldığı dönem, zulumlerin ve hukuksuzlukların artık zirve yaptığı, insanlığın ise en diplere savrulduğu, vicdanların en köreldiği dönem. Aradan neredeyse dört yıl geçmiş! Allah bu millete daha dibini göstermesin!

Bu dip noktaya gelişin dönüm noktası süphesiz 15 Temmuz 2016 ‘darbesi’ oldu. Her ne kadar Erdoğan daha ilk saniyesinde suçluları ilan etmiş olsa da, bizler ilk günlerde yaptığımız gözlem ve analizlerde açıklamaların yetersiz hatta şüpheli olduklarını belirtmiş ve darbenin eylem tarzının son derece acemice planlanmış, darbe bile denilemeyecek boyutlarda olduğuna işaret etmiştik. Bugün kamuoyunun yönelttiği bütün sorular hala cevapsız bırakılmakta, ortaya saçılmaya başlayan ifşaat ve deliller haklılığımıza ışşık tutmakta ve meclis hala kapsamlı bir soruşturma yürüt(e)memektedir. Devlet erkanının yaptıkları açıklamalar birbiriyle çelişmekte, olayın kritik kişileri adaletten kaçırılmaktadır. Bazı partili vatandaşların bile önceden bildiklerini açıkladıkları bir darbe hazırlığından Erdoğan’ın nasıl haberdar olmadığı ve olduysa da milleti neden kanlı bir sokak eylemine davet ettiği hala gizliliğini koruyor. Ama başını Erdoğan’ın çektiği hükümet ve AK Parti camiası ve onlara destek veren Perinçek-Oda TV çevreleri; kısaca Ergenekon sanığı çevreler, tüm gayretleriyle darbe suçunu Hizmet Hareketi’ne yıkmaya devam ediyorlar. Gülen’in, olayı uluslararası bağımsız bir heyet araştırsın daveti de hala cevapsız bekliyor. 

Aslında her şey gayet açık. Son 3-4 yıldır hayali bir düşman üreterek kendine alan açmaya çalışan Erdoğan önce bir ‘paralel’ düşman ilan etti. O laf eskidiğinde ise vites arttırdı ve Hizmet Hareketini bu sefer terörist göstermeye çalışıp ‘FETÖ’ ifadesini icad etti. Bugün kimse paralel kelimesini kullanmıyor bile çünkü yeni ‘moda’ yani Erdoğan’ın hafızalara kazınmasını istediği ifade artık ‘FETÖ’. Fakat son bir iki yıldır Erdoğan’ın Cemaat’i terörist olarak gösterme gayretleri de başarılı olamadı. Özellikle yurt dışında hiç alıcı bulamadığı gibi kendi tabanında bile şüphelere sebebiyet verir oldu. Bunun üzerine Erdoğan da kurnazlığını kullanarak tekrar vites arttırdı ve terörist olarak lekeleyemediği Hareketi bu sefer darbeci olarak göstermeye çalışacak bir oyun tezgahladı. Daha ilk saniyesinde ‘Allah’ın bir lütfu!’ diyerek karşıladığı bu darbeyi hemencecik Cemaat’in üzerine yıktı ve bunu hafızalara kazımaya çalışacak eylemlere imza attı. Yakaladığı o ivme ile de KHK’lar çıkararak devlet sistemini yeniden dizayn etti ve her istediğini de aldı. Bugün devlet fiilen bitti dediğimiz bu noktaya işte o darbe ‘bombası’ ile gelindi. Hukuki soruşturması bizzat Erdoğan ve partisi tarafından örtbas edilen bu tiyatro darbe her yönüyle Erdoğan’ın çıkarlarına hizmet etmeye devam ediyor. Bu çok lezzet vermiş olmalı ki daha geçenlerde kalabalıklara; ‘’Yeni 15 Temmuzlara hazır mısınız?’’ diyerek yeni planların işaretini verdi. Hatta bir çok yazar bunun paralelinde Havuz gazetelerinde yükselen suikast haberleri üzerine AKP’nin suikatler düzenleyerek bunu da Cemaat’in üzerine atabileceğine dair ihtimallerden bahsettiler. Bizzat Fethullah Gülen’in kendisi bir açıklama yaparak yakında bu tür hain planların gerçekleştirilebileceğinden ve suçun tekrar Harekete atılmaya çalışılabileceğinden bahsetti.

Gelelim rüyamıza…

15 Temmuz darbe tiyatrosundan yaklaşık iki ay önceydi. Rüyamda AKP’nin onbinlerce insanı büyük bir stadyuma doldurduğunu görmüştüm. Ancak bir his sayesinde çok net bir şekilde o insanlara bir tuzak kurulduğunu, onları stadyuma kötü bir maksatla doldurmaya çalıştıklarını ve büyük bir bomba patlatacaklarını biliyordum. Bunu biliyordum fakat sebebini bilemediğim bir nedenden ötürü bunu stadyum dışında gördüğüm insanlara açıklamadan onları uyarmam gerekiyordu. Öyle de yaptım. Bir arkadaşamın eşinin abisinin yanına gittim ve içeri girmemesini söyledim. Öfkeli bir şekilde bana partici sloganlar atarak yoluna devam etti. O bayanın o yaşlarda bir abisi olduğunu bile bilmiyordum. Bu rüyayı arkadaşıma anlatırken ilk olarak öyle bir abisi olup olmadığını sormuş ve evet cevabı alınca da şaşırmıştım. Rüyamda, abisinden sonra o çok iyi tanıdığım ve yıllardır görüştüğümüz o bayanın yanına gittim. Ona, ‘’Bak! Abine rica ederek söyledim ama sana direk söylüyorum; içeri girme dedim’’. Çünkü tanıdığım ve sevdiğim bir insandı ve sebebini de söyleyemeyeceğim için daha emri vaki bir ifade kullanarak onu korumaya, stadyuma girmekten alıkoymaya çalışıyordum. Cevabını duyamadan uyanmıştım!

Daha önce de süreçle alakalı bir çok rüya görmüş ve bir kısmını yazmıştım. Hizmet Hareketi’nin büyük bir sıkıntı ve kovuşturma yaşayacağını ama sonunda galip geleceğini; Fethullah Gülen’in Erdoğan’ı son kez uyardığını ama onun öfkeyle uzaklaşması ile üzerine gökyüzünde gayretullah kapısının açıldığını; bir meleğin gelerek Cemaat’i teftiş ettiğini ve ‘çok güzel’ diyerek yanımdan ayrıldığını görmüş; Erdoğan yüzünden ülkenin üzerine kara bulutlar çöktüğünü ve zelzeleler olacağını görmüş, yaklaşan dönemde büyük inmtihanların olacağını bu rüyalar sayesinde hissetmiştim. Bu yazdığım rüyanın üzerinden iki ay geçmeden de darbe tiyatrosu sahnelendi ve en başta resmini çizdiğim çöküşe doğru yuvarlandı ülke hem de bir yıl içerisinde. Sanki rüyamdaki bomba patlamış ve ülke göçmüş gibi oldu.

Bu dönüm noktası ile Müslümanlar arasına daha büyük düşmanlıklar kasıtlı olarak sokuldu. Hizmet Hareketi mensuplarına hain, darbeci, terörist vb. söylemler zirve yaptı. AKP’li taban bu tür nefret ve kin dolu söylemlerin bataklığına itildi. Masum bir Müslümana terörist demek tekfir etmek anlamına geleceğinden ve sözün sahibinin imanını tehlikeye atacağından dolayı bir çok AKP’li insan bu tehlikenin içine atıldı.

O rüyamı kendimce yorumlarken; AKP’nin insanları maddi olduğu kadar manevi bir tehlikenin de içine çekmeye çalışacağı şeklinde yorumlamıştım. Gelinen nokta tevilimde beni haklı çıkardı, belki de eksik bile olduğumu gösteriyor.

O arkadaşım olan bayana ne mi oldu? Son derece partici olan ailesi gibi meğerse o da ciddi bir parti savunucusu imiş. Hizmet’in içinde olan ama insanlarla birtakım sorunlar yaşayan, kafasında şüpheler olan eşi ile birlikte darbe şokunu yaşayanlardan oldular ve yollarını ayırdılar. Bu bayan ise yolunu ayırmakla kalmadığı gibi sağda solda Hocaefendiyi ve Hizmeti zan altında bırakacak partici söylemlere devam etti ve onların nasıl ‘darbe yapmış olabilecekleri’, ‘nasıl yoldan çıktıkları’ yönünde Erdoğancı ‘tezleri’ savunmaya devam etti.

Ne diyelim! Bu bir imtihan dönemi ve Allah (c.c.) her Müslümanın imanını zalimlerin ve münafıkların sinsi planlarından korusun ve Müslümanlara akıl, iz’an, vicdan ve muhasebe duygusu versin. Zalimleri ve insanların imanlarını çalmaya çalışan münafık karakterli yalancıları da bildiği gibi yapsın, onların gerçek yüzlerini bir gün herkese göstersin; onların hain planlarını çökertip kendi başlarına çevirsin. Amin!

Tüm yazılar için blog: http://akliselim.blogspot.com veya http://www.yeniyon24.com/author/ugur-tezcan/
Twitter: https://twitter.com/ugur_tezcan

1 Ağustos 2017 Salı

MATEMATİKSİZ CİHAT OLUR MU?

Bu yazı 1 Ağustos 2017 tarihinde Yeniyon24 de yayınlanan köşe yazısıdır.

Türkiye, 17-25 Aralık sonrası AKP döneminde tarihinin en talihsiz günlerini yaşıyor. Muhalefetin ve Derin Devlet yapılarının da dolaylı yoldan verdikleri destekle kendine özgüveni artan ve yaşadığı güç zehirlenmesi ile gözü kararan AK Parti liderliği devlet trenini rayından çıkardı. Ülkenin son yüz yılda demokratik kazanım adına biriktirebildiği üç-beş ne varsa hepsi bir anda çöpe atıldı. Yaşanan hukuksuzlukların kabile devletlerinde bile yaşanmayacak boyutlara nasıl ulaştığını hayretler içerisinde izliyoruz.

Tüm bunlar olurken bir de AK Partili yetkililerin oluştudukları yapay gündem maddeleri ile debelenip duruyor ülke. İnsanların zihinleri adına ‘vatan’ denilen bir tımarhaneye hapsedilmiş durumda adeta. Eskiden Anadolu denildiğinde aklımıza güzel insanlar diyarı gelirdi. Şimdilerde ise ruh hastası ve paranoyak insanlarla dolu yığınlar geliyor hatırımıza.

Her gün yeni bir algı, yeni bir karapropaganda peşinde koşan AKP liderliği çoğunlukla kasten ve manipülatif ifadeler kullanıyorlar. Ama kimi zaman ahmaklıklarının ve cahilliklerinin eseri olarak da yanlış ve lüzumsuz beyanlarda bulundukları da oluyor. Yani onlarınki hem art niyetten hem de zihni kabiliyet yoksunluğundan kaynaklanan muzaaf bir ahmaklık örneği ve iki dünyayı da kaybettirecek hüzünlü bir kaybediş hikayesi.

İşte bu tarz ifadelerden bir tanesi daha geçenlerde sarfedildi. TBMM Milli Eğitim Komisyonu'nun AK Partili üyelerinden Ahmet Çamlı, "Cihat bilmeyen çocuğa matematik öğretmenin faydası yok" dedi. AKP liderliği fikriyat yönüyle çoğunlukla ciddiye alınmayacak insanlar olsalarda, dinimizi kirleten, zarar veren ve kavramlarımızın içini boşaltan tehlikeli sözlerinin ele alınıp irdelenmesi gerekiyor. Zira bugün iyi biliyoruz ki ülkede AKP ile yaşanan bir radikalleşme, bir selefileşme ve bir fanatiklik hakim ve artan bir hızla da toplumun kılcallarına nüfuz ediyor. Bu da İslam’ın ve ülkemizin geleceği adına endişe verici bir gelişme. O nedenle gelin bu sözden hareket ederek önemli bir kaç noktaya değinelim.

Çamlı’nın sözünün tersi de çok doğru değil. Yani ‘matematik bilmeyen çocuğa cihat öğretmenin faydası yok’ önermesi de yanlış ve yetersiz. Burada asıl üzerine odaklanmamız gereken husus ‘cihat bilmenin’ ne anlama geldiği, ‘cihat’ kavramını kullanırken başta Selefiler ve İslamcı siyasetçiler olmak üzere birçok Müslümanın içine düştükleri tanımlama hataları, kavrayış yoksunlukları, yanlış referans noktaları ve pragmatist seçicilikler. Bu yazıda, AK Partili fanatikler gibi birçok kesimin idrak edemedikleri bu noktaya odaklanacağız. Eğer doğru çerçeveye oturtabilirseniz şunu söyleyebiliriz ama; Matematik (ilim) bilmeden modern çağda (kavramın gerçek ve yan manalarıyla) 'cihat' (nefis kontrolü, temsil, tebliğ) yapılamaz. Şimdi bunu biraz açalım.

Fanatik-selefi akımlar cihat kavramını yüzeysel anlamı ile ele alarak, onu tarihsel-pratik bir düzlemde, gerçek kimliğinden soyutlayarak kullanıyorlar. Bu yaklaşım onlara rahat bir hareket alanı kazandırıyor. Zaten tüm İslam ülkelerinde bir çeşit zulüm devam ettiğinden dolayı durumdan rahatsızlık duyan bireylere bu pratik alan üzerinden ulaşmaya çalışıyorlar. Son derece pragmatist, güç teminine (devşirmeye) dönük ve gündelikçi çıkarlara dayalı politikalarla nefes alan İslamcı hareketler de böyle bir çerçeveye oturtulmuş olan cihat kavramını kendi siyaset mağazalarının vitrinine koymak suretiyle siyasi bir kimlik oluşturup müşteri (taraftar) kazanamaya çalışıyorlar. Yani oluşturdukları kimliğin ana iskeleti neredeyse bu cihat kavramı ve onun türevi anlayışların işletilmesine bağlı olarak çalışıyor. Kısaca, cihat kavramını gerçek kimliğinden soyutlayarak, onu; kendi oluşturdukları kimliğin özü, esası yapıyorlar. Yani timsahı öldürerek derisi ile kendilerine sağlam bir kemer, fili öldürerek de fildişi ile büyüleyici kolyeler yapıyorlar.

Hepinizin iyi bildiği gibi cihat, küçük cihat ve büyük cihat olmak üzere ikiye ayrılır. Bu tanımlama bizzat Efendimizin beyanına dayanmakta. Yukarıda özetlediğim kesimlerce algılanan cihat şekli sadece küçük olarak adlandırılan cihat. Hatta bir tesbitte bulunayım: Onlarınki küçük olan cihadın bile ufak bir parçası aslında. Fethullah Gülen Hocaefendi, küçük cihadı tarif ederken onu dinin emirlerini fiilen yerine getirme boyutuyla da ele alır. Yani sadece güçle-emekle mücadele değil, dinin emirlerini fiilen yerine getirmek de bunun bir parçası. Biz Müslümanlar henüz bu konuda bile yeterli bir mesafe katedememiş, hayatımızın o yönünü bile günlük yaantımızın içine sistematize edememiş topluluklarız. Bu, işin benim yüzeysel-şekli anlam dediğim boyutu sadece. En geniş, ulaşılması zor olan ve en makbül manasıyla cihat ise, birazdan resmedeceğimiz büyük cihada tekabül ediyor.

Cihat kavramı sözcüklerle ifade edilmesi kolay; ancak derin manasının gerçek boyutlarıyla anlaşılması zor bir kavram. Mesela bir tablonun karşısında durup o tabloyu başkalarına anlatabildiğinizi; ama tablodaki o resmi kendinizin yapma kabiliyetinizin olmadığını veya çok sınırlı olduğunu düşünün. Yani hakkında etraflıca konuşabiliyor ama yapamıyorsunuz. İşte günümüz Müslümanlarının durumu da buna benziyor. Bu kavrayış olmayınca da cihadın temsil ettiği gerçek mana Müslümanca yaşamanın ideal çizgisi haline getirilemiyor.

Birçok İslam aliminin ifade ettikleri gibi cihat kavramı çok daha geniş anlamları kapsayan ve birçok manevi kabiliyeti işlettirmeyi gerektiren derin bir hakikattir. İman; dinin özü, esası ve manevi denizi ise, gerçek manasıyla cihat da, o öze ulaşmak adına yapılan zorlu bir yolculuğun adıdır. Hocaefendi de bu zorlu yolculuğa hep işaret etmiş ve onu (büyük cihat) ‘’insanın kalbi ve ruhi hayatı itibariyle insanlığa yükseltilmesi ameliyesi’’ olarak nitelendirmiştir. Düşünsenize; neredeyse nefes alır sıklıkta çevremizle ve zihni melekelerimizle sürekli bir iletişim halinde bulunuyoruz. Kin, nefret, öfke, bencillik, kıskançlık ve nefsani arzu gibi son derece ‘’tahrip edici ve insani kemalattan alıkoyucu duygu ve düşünceler’’ (F. Gülen) yaşam okyanusunun küçük-büyük dalgaları şeklinde ruh sahillerimizi mütemadiyen dövüyorlar ve onu aşındırıyorlar. İşte büyük cihat, bu tarz ‘’duygu ve düşüncelerin bütününe karşı ‘kavga’ etmenin’’ (F. Gülen), direnmenin ve o dalgalara karşı yüzmenin, o uğurda çalışma azim, cehd ve gayretinin adıdır.

Evet! Popüler kullanımdaki anlamıyla cihat, iman denizinin sahilinde yüzüp, küçük balıklar tutmak gibidir. Gerçek derinliği ve manasıyla cihat ise, o iman okyanusunda, dalgalara ve fırtınalara rağmen insan olmanın gerçek manasının anlaşılması uğruna bir sefere çıkmaktır. Meşakkatli ve hedefe ulaşılması adeta imkansız gibi görünen o zorlu yolculukta üzerinde ilerlediğimiz gemi ise ilim gemisidir. Onun dümeni akıl, pusulası vicdan, yelkenleri de sabırdır. Bedeni ise bilgi ve hakikat tahtalarından yapılmıştır.

Kainattaki tüm yaratılış nasıl Allah’ın (c.c.) ilminin bir yansıması ise bizleri Allah’a ulaştıran iman yolculuğu da o yüce ilmin bir yansıması, bir türevi olan kendi cinsinden ilimlerin varlığıyla mümkün olabilir. Allah’a en yakın olabilen, ondan layıkıyla korkabilen ki, bir hadiste “Hikmetin başı Allah korkusudur denilmiştir, onu gerçek hakikatıyla en iyi şekilde bilip, tanıyıp, anlayabilen kişiler alimlerdir. Onları Paygamber varisi yapan miras da kendilerine lütfedilen ilim ve irfandır. Zümer (39-9) suresinde zikredilen “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” hakikati de buna işaret etmektedir. Bu bağlamda; Maide suresi 35. ayetinde ‘’Ey inananlar, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya yol arayın ve O'nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz’’ denilirken, cihat kelimesi ile Allah’a yakınlaşmaya yol arama davetinin (emrinin) yanyana bir arada zikredilmeleri de son derece ilginçtir (Bu son cümle şahsi yorumumdur; lütfen tefsir olarak kabul etmeyiniz).

Bu çok az insana nasip olan ilmi kavrayış ve bakış (basiret-firaset) olmayınca, fertler; korkular, nefsani tuzaklar ve ihtiraslar aracılığıyla kullanılmaya ve kandırılmaya daha müsait hale geliyorlar. Günümüzde Müslüman toplulukların yaşadıkları zulüm ve sıkıntıların temelinde bu vardır. İlahi hakikatler ile ruh ve vicdanımız arasındaki ilim halatları koptu ve irfan köprüleri yıkıldı. Bizler de yüksek debide akan bir ırmağın bir köşede topladığı çalı-çırpı gibi adına ‘Müslüman ülke’ dediğimiz alanlarda ‘Müslüman yığınlar’ olarak toplandık. Medreselerimiz, mekteplerimiz, üniversitelerimiz, kışlalarımız, devlet kurumlarımız, camilerimiz hep cehaletin, ilkesizliğin, taklitçiliğin, tembelliğin, nemelazımcılığın, sistemsizliğin, şekilciliğin, bid’atların, hatta zulümlerin merkezleri haline geldiler.

Medeni dünya ilim ve teknoloji alanında çok hızlı bir sür’atle bizleri geride bırakıp zenginleşirken geliştirdiği sistemleri, insanı ve toplumu daha iyi analiz eden fikriyatı sayesinde de insanlık dümeninin başına geçti. Bizler hakikat denizinde irfan ve bilgelik avlayabileceğimiz güçlü inanç ağlarına sahip olduğumuz halde, onların ilim yoluyla, daha cılız konumdaki düşünce ağları ile yakaladıkları en küçük vicdan ve ahlak balıklarını dahi yakalayamadık. Hala da birbirimize zulmedip, birbirimize çelme takıp bir o yana bir bu yana tosloya tosloya zaman ırmağında, sanki rastgele akıp giden bir ağaç kabuğu gibi plansızca sürüklenip gidiyoruz.

İşte yukarıda çerçevesini sunduğum büyük (derin manasıyla) cihat ufkunu yakalanamadığımız müddetçe (maddi-manevi) ilmin çelik halatları ile o irfan köprüsünü asla yeniden tesis edemeyecek ve yeniden bize ait bir medeniyet inşa edemeyeceğiz. Böylece insanlık ile aramızdaki mesafe gittikçe daha da artacak ve bizler hem onların sadece tüketicileri konumunda kalmaya devam edeceğiz hem de birbirimizin enerjisini ve geleceğe dair yeşerttiğimiz son ümit kırıntılarını da tüketmeye devam edeceğiz.

Yani ilimsiz bir cihat yolculuğu; tıpkı bazı Hollywood filmlerinde işlendiği gibi, batan bir geminin son kalan kütük parçasına tutunarak okyanusta hayatta kalmaya çalışmaya benzer. Genelde sonu hüsranla biter ve başarısız olmaya da mahkumdur.

Günümüzde öncelikle bize ait hakikatleri özümseyip insanlık ufkuna erişebilmenin, ardından da onları temsil ve tebliğ yoluyla başkalarına da ulaştırabilmenin yani i’la-yı kelimetullah (Allah’ın kelamını yüceltmek) yoluyla cihat edebilmenin yolu işte bu ilim yolundan geçer. Zaten, Hocaefendi’nin ifadesiyle, Bediüzzaman Said Nursi de, “medenilere galebe ikna iledir” diyerek cihat kavramına yeni bir buut kazandırmıştır. Bu ‘galip’ olabilme hali ilim, düşünce ve sistemleşmede zirveyi yakalayabilmekle gerçekleşebilir ancak. Bu çerçeveye, Bediüzzaman Hz.lerinin ‘’Merak ilmin hocasıdır’’ ifadesini de oturttuğunuzda resmetmeye çalıştığım hakikat tablosu daha da netlik kazanmış oluyor ve ilim-cihat-irfan-medeniyet yolculuğunun başlangıç noktasına perde aralıyor.

Eski ve yeni bilgilere hakim olmayan, merak edip sorular sorarak hakikatleri didik didik etmeyen insanlar günübirlik yaşayorlar ve tefekkür ve tekamül yolundan sapıyorlar. Böylece de gittikçe özlerinden uzaklaşıyor, vicdan, ahlak ve idrak melekelerini zamanla körleştiriyor veya hepten kaybediyorlar. Böyleleri; çok geçmeden art niyetli siyasetçilerin, din istismarcılarının, düzenbazların ve zalimlerin kuklaları haline geliveriyorlar, günlük korkular, gelecek endişeleri veya boş ümit ve hayallerle kolayca kandırılarak ‘cihat’ adı altında yanlış hedeflerin cazibesine kapılıyorlar.

Tıpkı ay ışığının yakamozları üzerinde yaratıcısını zikretmesi gerekirken, insanların yaktığı lambaların üzerine atlayarak yanarak ölen böcekler gibi; ilimden ve meraktan nasipsiz insanlar da Aşk-ı İlahi’den ve Rabbimizin hikmet güneşlerinden süzülüp gelen nurdan hakikatler (vahyin gerçek frekansı) yerine sahte insanların yaktıkları sahte siyaset ampüllerinin peşine takılıp gidiyorlar ve hem dünyalarını hem de ahiretlerini tehlikeye atıyorlar.

İşte bu nedenle derim ki; Peygamber mirasçıları olan alimlerden kabul ettiğim Fethullah Gülen Hocaefendi ve Bediüzzaman Hazretleri gibi alimler insanları yanlış ve eksik olan cihadi perspektiflerle motive etmiyorlar ve böylece onları boş hayallerin, temelsiz fikirlerin ve fırsatçı-gaddar yönetimlerin peşine takılıp gitmekten kurtarıyorlar.  Zaten sisteme o şekilde biat etmemiş olduklarından dolayı çeşit çeşit zulümlerin baş hedefleri haline geliyorlar. 

Gerçek alimler bireyi temel plana alarak onun kafa-ruh-vicdan bütünlüğü ve insicamına yani iman inşasına odaklanırlar. Bireyin Allah’a yakınlaşmasına vesile olmak gayesiyle onun ruh havzasına köprü kurup ilim-iman-vicdan bütünleşmesine yoğunlaşırlar. Bunu yaparken de birey ile toplumu, ilim ile imanı, vicdan ile ahlakı, irfan ile medeniyeti buluşturmaya gayret ederler. Bu yöntem Peygamber mesleği olması hasebiyle günümüzde de hala en geçerli olan cihat şeklidir. Doğru olan yöntem de budur. Medeni asırda i’la-yı kelimetullah yani Allah’ın adını yüceltmek ancak bu tarz yöntemlerle mümkündür.

Bunun dışındaki bütün mevcut (silahlı-siyasi) cihat akımlarının İslam’ın geleceğine ve günümüzde temsil edilebileceği şekliyle I’la-yı kelimetullah çizgisine hiçbir önemli katkısı yoktur. Bizler medeniyetin ‘galebe’ etme kabiliyetini haiz silahları ve kabiliyetleri ile silanhlanmadıkça da olamayacaktır. O tür bozuk yöntemlerinin zararları yararlarından kat be kat fazladır. Müslümanları oyalamaktan, sahilde kum eşelemekten öteye götürecek neticeler doğuramazlar. Kim bilir belki de bu gerçeğin çok iyi farkında olan bazı azılı din düşmanı ve münafık kesimlerin böyle bir ilim-iman inşasını gaye edinmiş bulunan alim şahsiyetlere daha çok saldırmalarının asıl nedeni de budur. 


21 Temmuz 2017 Cuma

CEMAAT-ERDOĞAN EKSENİNDE RÜYA SEANSI-RÜYA TİMİ MESELESİ

Bu yazı 21 Temmuz 2017 tarihinde Yeniyon24 de yayınlanan köşe yazısıdır.

Rüya meselesi dinimizde önemli bir yere sahiptir. Bizzat Peybamber Efendimiz tarafından rüyalara değer verildiği herkesçe malumdur ve bu konuda bir çok hadis nakledilmiştir. Kendisinin zaman zaman sahabe efendilerimizi etrafına toplayıp onlara rüya gören olup olmadığını sorduğu, cevap alamadığında da ‘’ben gördüm’’ diyerek kendi rüyasını anlattığı rivayet edilmiştir. Yine bazı hadislerde geçtiği şekliyle Efendimizin, mü'minin rüyasının, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüz olduğunu ifade ettiği, ayrıca kendisinden sonra, nübüvvetten sadece mübeşşiratın (müjdeciler) kalacağını söylediği ve takip eden açıklamasında da ‘’mübeşşirat’’ ile ‘’salih rüyaları" kastettiği bizlere aktarılmıştır. Son olarak; rüyaları tanımlayan başka bir sözünde Efendimiz, rüyaların üç kısım olduğunu belirtmiş; bunları da Allah'tan bir müjde, nefsin bir konuşması veya şeytanın bir korkutması olarak açıklamıştır.

Rüya konusu Kur’an’da 14 ayette geçmektedir. Bizzat Kur’an’da geçen ‘’Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı’’ ifadesi belki de bizzat Allah (c.c.) tarafından rüyaların ehemmiyetine, varlığına dair yapılmış bir tasdik, bir tebcildir. Zaten, bir çok peygambere olduğu gibi Efendimiz’e de bazı vahiylerin rüya yoluyla geldiği kabul edilmektedir. Vahyin Allah’tan geldiğine iman etmiş bir ümmetin bu nedenle bu vahiylerin geliş vasıtalarından birisi olan rüyalara karşı bakışı da o nedenle hep olumlu ve bir saygı çerçevesinde olmuştur. İslam alimleri ve bilim insanları, bazı rüyaları anlık psikolojik ruh haletlerine bağlarlar. Bu, yukarıda ifadesi geçen ‘nefsani rüyalara’ işaret eder. Bir de dini çevçevede ele alınan şeytani ve salih rüyalar konusu vardır ki onlara yukarıdaki hadisler bağlamında değindik zaten.

Elbette rüyalar dinin şer’i sınırlarının içine sokulamayacak, onların önüne geçirilemeyecek bir dairede değerlendirilirler ve öyle de olmaları gerekir. Fethullah Gülen Hocaefendi de 2001 yılında yazdığı ‘’Rüya ile amel edilir mi?’’ başlıklı yazısında [salih] rüyaların Allah’tan bir müjde olduğunu yineledikten sonra rüyalarla yine de amel edilemeyeceğini belirtmiş ve bunun da ötesinde rüyaları ‘’başkalarını ilzam etmede’’ kullanmanın ‘’çok büyük bir hata ve açıkça dinin nasslarıyla savaş’’ demek olduğunu belirtmiştir.

Gelelim günümüze ve beni bu başlığı attıran gündeme…

Malumuz olduğu üzere daha geçenlerde Erdoğan, her zaman yaptığı gibi, Hizmet Hareketi üyelerine karşı yürüttüğü soykırıma yeni bir propaganda malzemelesi sağlamak adına ‘’rüya seansları yapıyorlar’’ şeklinde bir ifade kullandı. Zaten elindeki Havuz medyası da mütemadiyen kara propaganda üretmek ve onu canlı tutmak vazifesi gördüklerinden dolayı bir süredir bu rüyalar konusu üzerinden iftiralarına devam ediyorlardı. Yaptıkları kara propaganda ile Cemaat üyelerinin ‘’rüya seansları’’ ile takip edenlerini kandırdıklarını, yalan rüyalar uydurduklarını, dağılmayı önlemeye çalıştıklarını ve hatta ‘’rüya timleri’’ kurduklarını söylüyorlardı. Bizler bu kadar alçakça iftiraları yazan insanlar hiç mi utanmazlar acaba diye düşünürken aynı ifadeleri Erdoğan da kendi medyası üzerinden halkın zihinlerine kazınmaya devam etti. Medyaları, bir iki rüya üzerinden hareket ederek ve onların içinden bir kaç cümle ayıklayarak yönlendirmeli bir şahsiyetsizleştirme operasyonu yürüttüler hep. 

İstihbrarat masalarında veya Saray odalarında kurgulanan ve cılız psikolojik savaş taktiklerine dayalı bu tür kurmaca yalanların hiç bir inandırıcılıkları olmadığı gibi, ‘keşke karşımızdaki düşman bari biraz akıllı olsa idi’ mukabilinde bizlere saç-baş da yolduruyorlar. Zaten bu yazıyı süreç boyunca gördüğü rüyaları okurlarıyla paylaşmış olan birisi olarak yazdığımı da kayda geçmiş olayım.

Uzun bir girişle anlattığım rüyaların dini çerçevesi bu tezviratları yapan İslamcı çevrelerin de aslında çok iyi bildikleri ve kabul ettikleri hakikatler. Beni şaşırtan, İslamcı AKP’li çevrelerin sırf düşmanlık uğruna saygı görmeleri gereken dini değerler üzerinden muhataplarına saldırma ve onları aşağılama çabaları. Ne yazıkki; ‘’rüya timleri’’ ve ‘’rüya seansları’’ gibi algı içeren ifadelerle uzun süredir yaptıkları gibi masum Müslümanları terörist olarak gösterme gayretlerine devam ediyorlar. Bu yalan propagandalarla saf AKP’li zihinleri dini değerler üzerinden diğer Müslümanlara karşı kışkırtıyorlar. Elbette bunlar Hizmet mensuplarını ‘din dışı’ göstermeye çalışan bir anlayışa da hizmet ediyorlar.

Öncelikle, Müslüman bir grubun veya şahısların gördükleri rüyalar hakkında yalan ithamında bulunmak, onlara negatif anlamlar yüklemek ve onları ‘seans’ gibi dinimizde yeri olmayan, büyücü ve falcıların kullandıkları tarzda, sanki din dışı bir eylem yapılıyormuş havasında aşağılamak, ‘rüya timi’ gibi saçma sapan bir ifade ile de şahısları sanki bir terörist grup, bir sekt gibi göstermeye çalışmak son derece saygısızca, terbiyesizce ve Müslümanlığa asla yakıştırılamayacak davranış biçimleridir. Bunların devlet adamları nezdinde temsil edilen boyutlarda yaşanabildiği bir ülke zaten sefil bir konuma düşmüş demektir. Düşmana ihtiyacı yoktur!

Ayrıca bu tür büyük yalanlar, iftiralar ve ithamlar çok büyük bir suizan ve kul hakkıdır. Kamu hakkı, din hakkı ve Allah hakkı gibi boyutları da bulunduğundan bu tür eylem biçimleri münafıkane hareketlerdir ve çok tehlikelidirler. İnsanların bu tür yanlışlık girdaplarında debelenerek insanlıklarını nasıl bu kadar kolayca ve ucuz bir şekilde harcadıklarını görmek beni çok derinden üzüyor!

Bu aşamada, az önce alıntıladığım, Hocaefendi’nin sözüne geri dönelim. Görülen (salih) rüyalarla başkalarını ilzam etmeye çalışmanın bile dinin nasslarına karşı bir savaş, bir eylem olduğunu belirten bir insanı ve sevenlerini kastederek onların ‘’rüya timleri’’ kurmak suretiyle, uydurulmuş rüyalar vasıtasıyla ve din dışı (rüya) seansları yapar bir tarzda Müslüman insanları kandırdıklarını söylemek, iddia ediyorum ki, dinin nasslarına karşı gerçekleştirlen ve dinin özünden çok kopuk eylemlerdir. Bunları, terörist olarak göstermeye çalıştıkları insanlara karşı, o algıyı toplumda iyice yerleştirmek maksadıyla da yaptıklarından ötürü ve terörist ithamı da bir tekfir olduğundan dolayı, bu zavallıların imanlarını bile kaybetme noktasına geldiklerini düşünüyorum. Yani kim bu çerçevede ve bu tür niyetleri taşıyarak ‘’rüya seansı yapıyorlar’’ diyorsa tüm bu yanlışlıklar zincirini de desteklemiş olduğundan, kim bilir belki de imanını bile tehlikeye atıyordur.

Dinin nasslarıyla savaşın sonu hüsrandır, saldıran kişiyi yer bitirir. Ayrıca atılan iftira ve suizanların bir başka boyutu daha var. Eğer o Müslümanlar o rüyaları gerçekten görüyorlarsa ve o rüyalar gerçekten Peygamberimizin işaret ettiği ve Allah’ın hediyesi sayılan mübeşşirattan (müjdeler) sayılan salih rüyalar zümresinden iseler, siz bu tür saldırılarla neyin tarafı olmuş olursunuz? Peygamberin sözlerine karşı sırf onun imajını sarsmak ve ‘şahsiyetsizleştirmek’ adına ‘bu sözler sihir’ diyen, ‘yalan söylüyor’ diyen insanlarla salih rüya gören bir müslümana ‘rüya seansı’ yapıyor, ‘yalan rüya üretiyor’ diyen insan arasında sadece renk tonu farkı vardır. Zavallılık noktasında eş değerdedirler. 

Tarih boyunca zalimler zulmettikleri masum insanların veya tehdit olarak algıladıkları salih toplulukların fikirlerinden, varlıklarından ve temsil ettikleri değerlerden hep korkmuşlardır. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, artık insanların rüyalarından ve salih rüya görme ihtimallerinden bile korkulur konuma gelinmiş ve onlar üzerinden aleyhte karalama kampanyaları tertip ediliyor. Onların sadece kişiliklerini değil, dinin salih rüya olarak gördüğü rüyalarını bile şahsiyetsizleştirme telaşına düşmüşler. Fikirlerin zehirli olduğunu düşünen bu zalimler, artık rüyaların da zehirli olduğunu düşünme noktasına devrilmiş olmalılar ki, böyle bir zihni çöküş de İslamcı zalimlere nasip oldu! Bu İslamcı zalimler uzun süredir yolsuzluklarını unutturma adına halkın zihnini bulandırıp dikkat dağıtmaya çalışıyorlar ve kara propagandalar yapıyorlardı. Onları, salih rüyaların halkın bakış açısını etkileyip, yaptıkları büyüyü dağıtma ihtimalinden bile titretecek bir kin, nefret ve korku sarmalına itecek ne tür suçlar işlediler acaba?


Allah’ım! Yok mu bu zihin ve vicdan sefaletinin bir dibi!

19 Haziran 2017 Pazartesi

ÖZÜNDEN KOPARDIĞIMIZ ŞEHİTLİK KAVRAMI

Bu yazı 19 Haziran 2017 tarihinde Yeniyon24 de yayınlanan köşe yazısıdır.

Şehitlik gibi kutsal bir kavram her nekadar dinimizde önemli bir yere sahip olsa da, birçok dini değer, kavram ve ifade gibi o da suistimale uğrayabiliyor. Onları istismar etmeyen çoğumuz da bu sefer laubali, üstünkörü ve özünden uzak kullanımlarla bu tür kavramlara zarar veriyoruz.

Mesela en basitinden; ‘Ya Allah!’, ‘Bismillah!’, ‘Allahuekber!’, ‘İnşallah’ gibi ifadelerin toplumumuzdaki lakayd ve özlerinden yoksun şekildeki kullanımları bu kavramların aslen temsil ettikleri derin manaların üzerine laubalilik örtüsü örtüyor. Yıllar önce ABD’de Hristiyan bir papaz ile bir konuşmamı hatırladım şimdi. Kendisi bana Arap ülkelerinde yaşadığını ve dinimize aşina olduğunu söylemişti. ‘’Sizdeki inşallah ifadesi ve temsil ettiği mana çok hoşuma gidiyor; bizim dinimizde bu yok!’ demişti. Şunu da ekledi sözlerine sonra: ‘’Ama hangi Müslümanla karşılaştıysam inşallah dediklerinde aslında o işi yapmak gibi bir niyetleri olmadığını, karşısındakini geçiştirmek adına o şekilde söylediklerini anlamam uzun sürmedi.’’ Belki Müslümanların çoğu o niyetle kullanmıyorlar o ifadeyi; ancak kullanımda ve uygulamada sergilenen birtakım samimiyetsizlikler ve ifadenin özüne zarar verici bir kısım sadakatsizlikler o papaza öyle düşündürtmüş olmalıydı. Haksız da sayılmazdı!

Tıpkı bunlar gibi, biz Müslümanların ve tesis ettiğimiz devletlerin şehitlik kavramına bakış açılarını da belirli yönleriyle kusurlu bulmuşumdur hep. Sanki şehitlik kavramını, Allah (c.c.) için fedakarlıktan; vatan için, dava için feda etme noktasına indirgiyoruz gibime geliyor... Oysa şehitlik, Allah’ın rızasını kazanma uğruna yaptığımız bazı fedakarlıkların O’nun tarafından muhatap alınması ve onlara lütfu ve rahmetiyle bir değer atfedip onu bize bir hediye gibi sunması sayesinde elde edilir.

Uğruna öldüğümüz dava veya vatan, yani eylem, O’nun rızası, lütfu, iradesi ve hikmeti istikametinde bir değer ifade ediyor ve kabul görüyorsa şayet şehitlik ünvanını kazandırır bizlere. O da ancak Allah rızasına kilitlenmiş sağlam bir irade, o rızadan beslenen saf bir niyet ve o yolda çekilecek sıkıntılara karşı da derin bir sabır ve sadakat taşınarak elde edilebilir. Böyle bir lütfun doğası gereği de, insanların belirli şekillerde ölen insanlar için hemen şehitlik etiketini kullanmaları sorunlu olabilir.

Elbette bu kullanımların bir kısmı Kur’an’da geçen bazı ifadelere dayanılarak yapılıyor. Belki kullananı mesul bile yapmayabilir o sözler. Benim dikkat çekmek istediğim husus; bu ve benzeri kavramların kullanımlarında daha takva yörüngeli ve temkinli hareket etmek gerektiğine dair bir tavsiye sadece. Yani, her ne kadar Kur’an’da belli işaretler olsa da, direk olarak ‘şehit oldu’ demek yerine ‘inşallah Allah şehitlik makamı nasib eder!’ diyerek bunu bir temenni, bir dua şeklinde Allah’ın iradesine, yani gerçek sahibine yöneltmeli ve O’nun rahimiyetinden, lütfundan, kereminden talepkar olunarak gerçek bir kul-Rab ilişkisi çizgisinde hareket edilmeli…

Bu yazıda ele aldığım bu mesele bazılarınıza çok küçük ve önemsiz bir konu gibi gelebilir. Oysa bazı küçük belirtilerin ve semptomların aslında daha büyük hastalıkların göstergeleri olduğunu da unutmayın. Kendi öz kavramlarına lakayd kalabilen bir topluluk belli değerlerin özünden kopuş yaşıyor olabilir. Koptukça da artık daha çok folklorik kavrayışların ve şekli uygulamaların kurbanı olabilirler. Bugün Müslümanların içinde yaşadıkları boşluk bunun önemli bir göstergesidir.
Şehitlik kavramı ile birlikte el ele anılan kavramlardan olan cihad kavramına bakın mesela.

Yabancıların cihad kavramını Müslümanlar aleyhine bir algı aracı olarak kullandıklarını çok dile getiririz de, o kavramı asıl Müslümanların kirlettiklerini pek seslendirmeyiz. Bu bağlamda Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, ‘’Müslüman terörist olamaz, terörist de Müslüman olamaz!’’ sözü daha önemli bir hale gelmektedir.

Bugün bazı art niyetli ve fırsatçı çevreler, bir kısım insanların ve grupların fakirliklerinden, çaresizliklerinden, eğitimsizliklerinden, korkularından ve ruhsal birtakım boşluklarından yararlanmak suretiyle onlara içi boş ümitler, sahte kahramanlıklar, cennetler, huriler, zaferler ve hilafetler vaad ederek onları kandırıyorlar. Bunu da ‘cihad’ aromalı şehitlik haplarıyla uyuşturulmuş beyinlere cesaret aşılamak suretiyle başarıyorlar.

Bunu günümüzde; sağda solda bilinçsizce kendini patlatan veya silahlı eylem yapan talihsiz insanların acı akıbetlerinde ve siyasilerin gazına gelerek ‘şehitlik’ aramak için yanlış yöntemler peşinde koşarken öldürülenlerin kaderlerinde hep bunun izlerini görüyoruz. Bunlardan birinci gruptakilerin Müslüman bile kalamayacağı üzüntüsüyle titrerken, ikincilerinse, yine siyasi propagandalar ve kazanımlar uğruna, hemen ‘şehit’ olarak lanse edilmelerine temkinle yaklaşıyoruz; nihai kararı siyasilerin aceleci fırsatçılıklarından ziyade, Rabbimizin rahmetine havale ediyoruz!

20. yüzyılın başlarında yaşamış olan Amerikalı düşünür Hoffer, kitle hareketlerine katılan insanların motivasyonlarını analiz eden çalışmasında onların sadece taşıdıkları fikirlerle (ideolojilerle) değil bazı temel psikolojik ihtiyaçlarını da temin etmek maksadıyla bu hareketlere katıldıklarını irdeler. Ben buna daha çok hamasi hareketleri dahil ediyorum. Bunu biraz daha genişleterek konumuza bağlarsak, bizler de biliyoruz ki, bugün ‘cihat’ ve ‘şehitlik’ uğruna kandırılan birçok insan, az önce de özetlediğim gibi, hem maddi birtakım mağduriyetlerden hem de bazı ruhsal ve iradi boşluklarından ve ümitsizliklerinden yakalanarak motive edilip yönlendiriliyorlar.

Öyle bir fitne döneminde yaşıyoruz ki, doğru ile eğriyi birbirinden ayırt etmek, meselelere basiretle bakabilmek, gerçek niyetleri okuyabilmek artık çok zorlaşmış durumda. Dine, kutsala, topluma, vatana dair ne tür değer varsa neredeyse hepsi siyasi odaklar ve çıkar grupları tarafından suistimal ediliyorlar. Bundan en çok da yüce dinimize ait kavramlar nasibini alıyorlar. Maalesef, kendilerine İslamcı diyen birçok kişi de bu konuda şeytanlara bile taş çıkartacak marifetler ve refleksler geliştirmiş durumdalar.

Yolsuzluklar yapıp, insanların hakkına giren, birilerine zulm eden bir ‘Müslüman’ bir kazada veya askerde nöbette veyahutta toplumun ‘şehit olursun’ dediği bir eylem üzerinde iken öldü diye hemen ‘şehit oldu’ mu diyeceksiniz? Tersinden de bakalım: Bir hadiste Efendimiz, "Kim samimi bir şekilde şehitliği istese, yatağında ölse bile Allah onu şehitler menziline ulaştırır" der. Yani yukarıda ifade ettiğim şekliyle, kimin o makama nail olacağı bizce belirsizdir. Şehitlik ancak, bu yazıda resmetmeye çalıştığım irade, sabır ve niyet neticesinde sadece Allah tarafından bahşedilebilecek bir lütuftur.

Demek ki, hiç bir ölüm karşısında kendi fikir ve hissiyatımızı Allah’ın iradesi önüne koymamalı; kesin bir dille ne ‘şehit oldu’ demeli, ne de ‘şehitlikle ne alakası var’ benzeri hükümler vermeliyiz…
Uhud savaşındaki kahramanlıkları karşısında insanların, hakkında; ‘ölürse şehit, kalırsa gazi’ dedikleri Kuzman, ‘’Ne şehitliği! Ben kavmimin şerefi adına savaşıyorum!’ diyerek aslında bu yazıda anlatmaya çalıştığım hakikatın resmedildiği tabloya elindeki kılıç ile bir boya çalıyor adeta..

O yüzden şehit değil demek de, oldu demek de mahsurlu gibi görünüyor bana. En azından ben, Rabbimizin iradesine olan saygıyı ön plana çıkararak imtina ediyorum böyle kesin hükümler vermekten ve iyi insanların o tarz ölümleri karşısında ‘inşallah nasib olmuştur’ diyerek bir dua, bir temenni ile meseleye yaklaşıp, nihai kararı Rabbimizin iradesine havale ediyorum. Kanaatimce de bu yaklaşım ve hassasiyet Rabbimize karşı duyduğumuz kulluk bilincine daha uygun olan bir davranış biçimi ve bir kulluk ahlakıdır.

Şehitlik konusunda kısaca değinilecek bir başka husus da, bu kavramın devlet düzeyinde ele alınış şeklidir. Bazı devletler ki bugün kendilerini ‘İslam Devleti’ olarak tanımlayan rejimler de bu kategoridedirler, kendilerine bir nevi kutsallık ve ‘dine hizmet’ kimliği biçtikleri için vazife başında ölen bazı fertlerine şehitlik payesi vermektedirler. Bu çoğunlukla aslında bir kategorize yöntemidir. O insanların ailelerinin mağdur olmaması adına bir sistem lazımdır ve şehitlik kavramı bu vazifeyi görmektedir. Normal işleyen devletlerde bu normal bir tavır olabilir, ancak bu kavramı suistimal eden devlet rejimlerinde durum irdelenmeye muhtaçtır.

Türkiye gibi laik bir toplumda devlet kendisine bu tarz bir ‘dine hizmet’ rolü biçemezse de ‘devletin kutsallığı’ meselesi yakamızdan hiç düşmeyen bir yanlış olarak kalmıştır. Bu kavram her nedense din-devlet ayrımı gibi bir bakış açısı kapsamından çıkarılmış ve istisna tutulmuş bir olgu gibidir; çünkü askeri motivasyonları çok ön planda olan bir rejimin temeli olan bir ordunun halk ile bağını sağlamlaştıran güçlü bir araçtır. Bu olmamalı demiyorum, sadece laiklik ilkesine taparcasına bağlı bir rejimin bu konudaki samimiyetsizliğine işaret ediyorum. Kısaca, laik bir devlet şehitlik kavramını kullanarak zemin oluşturamaz, ama fert bazında Müslümanlar vatanlarını korumak adına şehitlik arzusu ve niyeti taşıyabilirler. Demokratik bir devlet de buna saygı duyabilir ve onure edebilir.

Aslında Türkiye’de geçerli bu konunun da sosyo-psikolojik-politik yönden incelenmesi gerekmektedir. Bugün Ergenekon gibi suç örgütü haline gelmiş bir oluşum adına cinayet işleyen bazı insanları dinlediğinizde onların da hep ‘’devletim için yaptım!’’ dediklerini görürsünüz. Bu insanlar da öldüklerinde devlet tarafından şehit muamelesi görmektedirler. PKK bile bu kavramı suistimal etmekte, Kürt kardeşlerimizin çoğunluğunun İslami hassasiyetleri güçlü olduğundan, kendi militanları için şehitlik etiketini kullanmaktadır. Bu suistimali kelimenin lafzından ziyade manevi karşılığına atıfta bulunmak suretiyle yapmaktadır. Liberal demokratlarımızın bile gösteride ölen bir sevenleri için ‘demokrasi şehidi’ tabirini rahatlıkla kullanabilmeleri toplumca bu kavramı nasıl dünyevileştirdiğimizin ayrı bir göstergesidir.

Şimdilik burada bırakıyorum.

12 Şubat 2017 Pazar

HOCAEFENDİ, YALNIZLIK, AKP ZULMÜ VE BEN

Bu yazı 12 Şubat 2017 tarihinde Yeniyonum.com (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Başlıktaki dört ifadeyi hangi bağlam kapsamında bir araya getirdiğimi merak etmiş olabilirsiniz. Elimden geldiğince bir çerçeve içine alıp izah edeyim.

Malumunuz, ülkemiz çok zorlu ve karanlık zulüm dönemlerinden geçiyor. AK Partinin İslamcılık gibi bayağı ideolojilerle bile telif edilemeyecek son derece maddi ve çıkarcı yaklaşımlarla içine battığı yolsuzluk ve hırsızlıkları örtme pahasına ülkeyi nasıl tehlikeli bir uçurumun kenarına getirdiğini son 4-5 yıldır hayretle izliyoruz. AK Parti liderliği, bataklıktan kurtulma telaşıyla, kendisini Ergenekon gibi derin bir suç örgütünün kucağına attı ve binbir türlü yalanlarla kendine inanan insanları kandırdı. Kendisine inanmayan çoklarını da zorbalık yolunu seçerek sindirme yolunu tuttu. Artık bir suç örgütü konumuna gelmiş olan bu yapı, Hitlervari bir faşizm çıkmazının girdabına yakalanarak sahte düşmanlar üretmeye başladı ve etrafı velveleye vermek suretiyle de kendisini, hırsızlıklarını örtme telaşı yaşayan ve sürekli çirkefçe bağıran yavuz hırsızlar konumuna düşürdü.

En kötüsü de; daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi, yaydıkları korku, algı maniplasyonları, yalanlar, boş hayaller (Fetih Ruhu, Dünya Lideri, Yeni Türkiye ve Yeni Osmanlı gibi) ve hamaset hormonları vasıtasıyla toplumun genetiğiyle oynadılar. Artık İslamcı dindar kesimin insanlık, iz’an, insaf, merhamet ve hakkaniyet ölçülerinin kalmadığını, adeta kudurmuşçasına kendilerini onaylamayan diğer Müslümanları linç edip onlara hakaretler ettiklerini, muhbirlik yapıp o insanları parti kanallarına ihbar ettiklerini veya bu yapılanları nasıl da sessizce ve hazla izlediklerini hayretle izliyoruz. Toplumun bir çok ferdi, bunlar hep mi böyle kin dolu idiler, yoksa Erdoğan ve AK Partinin yoğun medya propagandası sonucu mu böyle çıldırmış bir ruh haline sahip oldular sorusunu soruyor kendisine.  

Bu yaptıklarıyla AK Parti, toplumda var olan son dostluk ve birliktelik kırıntılarını da dinamitlemiş oldu. En kötüsü de dindar kesim arasına bile onarılması çok zor fitneler sokuldu. Kardeş kardeşe düşman edildi, aileler bile parçalandı. Particilik ve Erdoğancılık çılgınlığıyla, kendi öz oğlunu evlatlıktan reddeden, eşini boşayan, en yakın akrabalarına terörist diyerek hakaretlerde bulunan veya onları yalnızlığa, hatta mallarına kanunsuzca el konulduğu halde, açlığa veya hapishanelerde zulumlere ve ölümlere terkeden parti fanatiği bir yığın oluştu. Dindar bir iş adamının veya Hizmet Hareketinin tüm mallarına kanun dışı yöntemlerle el konulduğu bir ortamda o binalarıın önünde ‘elhamdulillah’ diyerek selfie resim çektirebildiklerini veya o binayı eşine tahsis eden parti liderinin başörtülü eşinin halinden gayet memnun bir şekilde gülerek resimlere poz verebildiklerini de bu süreçte görmüş olduk.

Bu son paragraftaki yalnızlık ifadesini cımbızlayarak devam edelim.

Ülkemizden uzakta gurbette yaşadığımız yabancı beldelerde de durum çok farklı değil. Eskiden dost dediğimiz, her dertlerine koştuğumuz insanların bir anda nasıl değiştiklerini, yılların dostluklarını Erdoğanizmin propagandalarından etkilenerek nasıl da kolayca harcadıklarını hayretle izliyoruz. Hatta, Erdoğan’ın yalancı bir insan olduğunu kendileri de kabul ettikleri halde, ortaya yayılan korku ve baskı ortamından çekindikleri için, gelecek endişesiyle hareket eden ve eski dostlukları bir kalemde silen ‘dostlarımız’ olduğunu yine bu dönemde hayretler içinde müşahede ediyoruz.

Buna bir de gurbetteki bu dindar insanları parti kanallarına muhbirleyen ve fişleyen diyanet imamları, partici akademisyen ve öğrenciler veya halktan insanlar da eklendi. Eski komunist bloku ülkelerinde de kendi başı belaya girmesin diye aykırı görüşte olan dostlarını jurnalleyen; hatta birbirlerini takip eden muhbirler konumunda arkadaşlar veya akrabalar vardı. Türk insanı da o noktaya doğru hızla ilerliyor.

ABD’de yaşadığım küçük şehirde bile yılların dostlukları bir günde silindi. Herkes bana ve aileme bir vebalı muamelesi yapıyor artık. En nazik olan ve direk kendini ifade edemeyenler bile sizinle konuşurken hal ve tavırlarıyla ‘aslında arayıp sormasan, görüşmesek ne güzel olur!’ şeklindeki tavırlar yayıyorlar etrafa. Bunu farkediyor ve daha da bir üzülüyorsunuz dostlarınız adına.

Hizmet Hareketinden hangi insana sorsam dost bildiklerinin, akrabalarının ve sürekli yardım götürmeye çalıştıkları insanların vefasızlıkları ve olumsuz tavırları karşısında hayretlere düşmüş olduklarını görüyorum. Bu duruma sabır gösterip, bunu bir imtihan bilip, kadere teslim olmuş bir vaziyette sürdürüyorlar gurbetteki yaşamlarını.

Kaç yıldır kendisine Cemaatten insanların arkadaşlık yaptığı bir kişinin şimdilerde benim ismimi zikrederek, çevremdeki dindar insanlara, ‘’Uğur hocayı yalnızlığa terkedin, görüşmeyin; böylece hatasını anlasın!’’ diyerek onları benden uzaklaştırmaya çalıştığını duyduğumda ilk tepkim sinirlenmek yerine gülümsemek oldu. Her ne kadar o insanların neredeyse hepsi gelecek endişesiyle benden zaten uzaklaşmış olsalar da, bu şahsın etrafa yaydığı ve beni gülümseten bu; ‘yalnız bırakın!’ ifadesi beni bu yazıyı yazmaya teşvik etti.

Hayatı boyunca türlü türlü fakirlikler ve mağduriyetler yaşamış bir insanım. Sırf bu fakirliğimden dolayı bile benimle arasına mesafe koyan, benimle kaynaşamayan insanlar olmuştur. Karakter olarak hiç yalakalık yapmadığım, iltifat bekleyene itibar etmediğim ve prensiplerle hareket ettiğim için de benden haz etmeyen ve uzak duran bir sürü insan olmuştur. Onların etraflarındaki insanlardan bencilce bekledikleri ilgi ve iltifatı onlara vermediğim için çok dışlandığım olmuştur. Çocukken bile, mahallemizdeki varlıklı ve baskın karakterli; ama çok egoist bir arkadaşımın haksızlıklarına karşı hep dik durmuştum. Diğer arkadaşlarım korktukları ve menfaat kapısı (çikolata ikramları gibi…) olduğu için onun her dediğine evet derler, benim nasıl dik durduğuma şaşırır; hatta eleştirirlerdi. Yere para düşürse kibrinden dolayı eğilip almayan bu arkadaşım maçlarda açıkca faul yapsa bile sadece ben itiraz ederdim. O da hemen diğerlerine; bağıran bir sesle, ‘faul mü lan’ diye sorar, hemen hepsi yok derlerdi. En insaflı ama ürkek bir iki tanesi de pozisyonu gördükleri halde ‘valla ben görmedim’ diyerek vicdanlarını bastırırlardı.

Sülale ortamlarında da hep yalnızlık içinde büyüdüm. Bazı akrabalarımın fitne, fesat ve gıybet ortamlarından ailecek kendimizi çektiğimiz için bazı lider tipli ve baskın sülale büyüklerinin de etkisiyle benim ailem bir nevi yalnızlığa terkedilmişti. Aslında o yalnızlık çemberini bir savunma aracı ve felah kalkanı olarak biz kurmuştuk etrafımıza; ancak onlar akrabalarımızı bizden uzaklaştırabildikleri için sahte zaferler ile tatmin ediyorlardı kendilerini…

Evet! Hayatını ideal bir çizgide, Allah’a yakın bir dairede ve prensipler ışığında yaşamaya çalışan insanlar için yalnızlık hem bir kader hem de bir felah kapısıdır. İnsanlar Allah’a yakınlaştıkça, hayatın maddiyatından ve insanların çirkefliklerinden kendilerini uzak tuttukça, diğer insanlarca dışlanırlar ve yalnızlığa terk edilirler. Ama ilginçtir ki, bu yalnız insanların daha şeytani duygular taşıyan insanlarca kendi başlarına bırakılmadığı ve daha çok saldırı altında tutulduğu da bir gerçektir. O şeytani ruhlar sanki bir gerçeği hissedermişcesine; bu insanların kendi etraflarına kurdukları yalnızlık kozası içinde aslında tekamül edip Allah’a yaklaştıklarını hissederler ve bunu önlemeyi kendilerine bir vazife addederek ya onlara bizzat saldırırlar veya başka zayıf karakterli insanları onların üstüne salarlar.

İmam-ı Azam, İmam-ı Rabbani, Mevlana ve Bediüzzaman Said Nursi gibi Allah dostu insanların hayatlarına bakın mesela! İnsanlar içinde sadece Allah’a hizmet sorumluluğu içinde vakit geçiren, hatta bu hayata bir nevi tahammül eden, böyle bir hizmet sorumluluğu olmasa kendilerini mağaraya çekip ibadet etmeyi tercih edecek olan bu insanlar, hep şeytani ve münafık karakterli insanların ve devlet adamlarının hedefleri oldular. Kendilerine yalnızlık bile çok görülüp sürekli zulümler edildi. Hapishaneler, sürülmeler, zehirlenmeler, baskılar ve hain ilan edilmeler hep kaderleri oldu. Onlar Allah’a yaklaştıkça lütf-u İlahi ile insanlar arasında insanlara Allah’ı hatırlatan birer çekim merkezi haline geldiler. Böylece de onların bu çekim merkezlerini kendi dünyevi ihtirasları uğrunda kullanamayacaklarını anlayan münafık liderlerin, Yezidlerin, Süfyanların ve zalimlerin hedefleri haline geldiler. Böyle yaparak o liderler, tüm varlığını insanları Allah’tan (c.c.) uzaklaştırmaya adamış olan sefil şeytanın gönüllü kuklaları durumuna düştüler.

Fethullah Gülen Hocaefendi de hep Allah aşkıyla inleyen ve insanlar içinde bu resmettiğim yalnızlığı yaşayan bir alimdir. Bu dünyayı sadece bir hizmet diyarı gören ve fırsat bulsa bir an evvel Rabbine kavuşmayı tercih edecek olan bir insan…  Böyle insanlar bir yandan ileri görüşleri ve basiretleri ile toplumu aydınlatırken diğer yandan da, az önce belirttiğim gibi, Allah’a yakınlaşma azim ve gayretlerinin bir meyvesi olarak, insanlara Allah’ın varlığını hatırlatan birer çekim merkezi, güneşvari; doğal bir iman ışığı kaynağı konumuna yükselirler. Böyle ruhlar zamanla; sahte ‘ampüllerle’ etraflarında cahil ve saf kalabalıklar toplamaya çalışan devlet adamlarının hedefleri konumuna gelirler.

Hocaefendi gibi insanlar işte bu yüzden iki türlü bir yalnızlık ve iki türlü bir yalnız kalamama sıkıntısı ile hayatlarını idame ettirirler. Öncelikle; her şeyi Allah’ın huzurunda bulabilen derinlikleriyle bir çekim merkezi haline geldikleri için doğal olarak Allah’ı tanımak isteyen insanlar etraflarında toplanırlar ve bu yüzden yalnız kalamazlar. Ayrıca bir de dine hizmet sorumluluğu yüzünden arzu ettikleri yalnızlığı yaşayamazlar. Meselenin diğer yönüyle de; şeytan ruhlu insanlar onların yaydıkları imani nurdan ve kendilerine alternatif olabilecek bu çekim merkezlerinden ürktükleri için onları o yalnızlıktan alıkoyup hep kendi kavga arenalarına çekmek ve böylece onların itibarlarını yok etmek isterler.

Diğer bir yönüyle de böyle kametler, fikirleri ve Allah’a olan özlemleri anlaşılamadığı için, maddi dürbünle bakıldığında, bir yalnızlık içerisindedirler. Bir de böyle insanların temsil ettikleri hayat ve idealler çoklarının nefsine ağır geldiğinden ve vicdanları da köreldiğinden dolayı o insanlarca fiziki bir yalnızlığa maruz bırakılırlar.

Özetle; yalnızlık maddi yönüyle onların bir yandan kaderleri, ama manevi yönüyle de, sürekli tutundukları; onları Allah’a yakınlaştıran ilahi bir dal, bir nimet olmuştur.
Benim gibi basit insanlar için maruz kalınan yalnızlıkları o kametler gibi bir Allah’a yakınlık emaresi gibi görmek yanlış ve kibirlice bir düşünce olur. İşte, ‘dostlar’ tarafından bir kez daha şekli bir yalnızlığa maruz bırakılan, aslında hayatı hep yalnızlıklar içinde geçmiş olan benim gibi basit bir insan için bile bu yalnızlıkların hiç bir ehemmiyeti yok. Yaşadığım yalnızlık kozası içinde, şükür ki, yıllar önce Hocaefendi gibi yalnızlığı gerçek boyutuyla yaşayan bir insan tanımışım ve ondan öğrenebildiğim kadarı ile acizane bir şekilde kendi yalnızlık kozamı bir tekamül aracı olarak kullanmaya çabalamışım…

O yüzden şimdiki terk edilmeler benim gibi basit dairede yaşayan bir insanı bile hiç olumsuz yönde etkilemiyor, aksine daha bilinçli ve kuvvetli bir hale getiriyor. Bu, içimde ikinci bir fıtrat halini almış olmalı ki; o eski ‘dostun’; ‘’Uğur hocayı yalnızlığa terkedin!’’ sözünü duyduğumda ilk tepkim gülümsemek oldu. Benim gibi hayatı hep yalnızlık içerisinde geçmiş; yalnızlığı seven ve hatta arzulayan insanlar daha fazla yalnız bırakılamazlar çünkü…

Burada, çok sevilen; ancak talihsiz bir şekilde, belki de maddi yalnızlıklar içinde kaldığı için hayatına son veren ünlü Hollywood aktörü Robin Williams’ın bir sözünü hatırladım. Şöyle der Williams: ‘’Hayatta en kötü şeyin yalnız kalmak olduğunu düşünürdüm. Değilmiş! Hayatta en kötü şey, seni yalnız hissettiren insanlarla olmaktır.’’ İçinden geçtiğimiz şu günlerde, eskiden dost bildiğimiz çoğu dindar bazı insanların, beraber geçirdiğimiz onca yılı bir anda nasıl hiçliğe terkettiklerini gözlemlediğimiz şu dönem, ne talihsiz bir dönem!

1984 yılında Sızıntı’da yazdığı bir yazıda Fethullah Gülen Hocaefendi; ‘’Allah'a iman eden, Allah'la beraber olan bir insan esasında yalnızlık yaşamamalı’ derken aslında bu yazıda resmetmeye çalıştığım düşünceleri özetliyor ve insanlara aynı zamanda bir hedef de veriyor. İfadeye çalıştığım o ‘yalnızlık kozası’, işte bu sözde mündemiçtir.
Yalnızlığı bu boyutuyla kavrayıp hayatına mal edememiş insanların akıbetlerini ise şu cümlelerle özetliyor Hocaefendi:

‘’Yalnızlık hissi, gönlünü ebede göre ayarlayamamış, ruhunda sonsuzluk düşüncesini mayalayamamış sefil ve derbeder kimselerin onulmaz derdidir. Öyle anlaşılıyor ki, duygularının inançla şahlanacağı, ruhlarının varlığın gerçek çehresini görecekleri âna kadar da, böyleleri, ne bedbinliğin sisli atmosferinden kurtulabilecek, ne de bütün varlıkla sarmaş-dolaş olup, her şeyle dostluk ve arkadaşlığa erebileceklerdir.’’

Evet! Yalnızlığın gerçek ufkuna ulaşabilen insanlar asla yalnız kalmazlar; çünkü onlar artık hem Rablerine daha çok yakınlaşmışlar hem de onun yarattığı kainat ve yarattıklarıyla bütünleşerek; onlarda insanı Allah’a götüren hakikat hüzmelerini görüp temaşa ve tefekkür ederek varlığın gerçek hakikatine ulaşmışlardır veya o güzelliklere kendilerini kaptırmışlardır. Artık yalnızlık onlar için huzur-u İlahi’den uzakta geçen dünya hayatının her bir anının adı olmuştur ve onları böylece Allah’a yakınlaştıran bir merdiven görevi görmektedir. Yalnızlık, Allah’ın salih kullarının hem vazgeçilmez kaderleri hem de şiarlarıdır (düşüncede, hissedişte ve inanıştaki ayırıcı özellikleri)…

Siz nasıl bir yalnızlık yaşıyorsunuz veya yalnızlık sizin için ne ifade ediyor muhasebesiyle sizleri başbaşa bırakıyorum…Veya bir dua ile bitireyim.

Allah (c.c), bizleri bu yazıda resmetmeye çalıştığım yalnızlığın gerçek boyutunu idrak edip onun kozası içinde yaşayabilen ve onun ilahi lezzetlerini ruhunda duyabilen salih kullarından eylesin!