Bu yazı 31 Ekim 2017 tarihinde Yeniyon'de yayınlanan köşe yazısıdır.
Her ne kadar yazı içerisinde Ahmet Kuru’nun son yazısını adres vermiş
olsam da sadece birkaç noktaya değindikten sonra bazı genel hususlara
işaret ederek devam edeceğim ve benzeri yaklaşım ve üsluplarla
‘eleştiri’ yazıları yazan insanlara bir bakış açısı sunacağım.
Ahmet
Kuru’nun ‘’Liderler, Prensipler ve Peygamber Örneği Problemi’’ başlıklı
yazısına bir çok insan tepki verdi ki bunlardan birisi de bendim.
Yazının dini referanslar yönünden eksiklikleri olduğu gibi, genel
kompozisyon açısından eleştirilebilecek kurgusal ve mantıksal kusurları
da mevcut. Hatta bu kurgusal hatalar o kadar belirgin ki yazı,
akademisyen kimlikli bir insanın kaleminden çıktığı için yaşadığımız
stresli zulüm döneminin de etkisiyle insanlarda ister istemez, haklı
veya değil, bir niyet sorgulamasına yol açıyor. Bu noktayı sonra
açacağım.
Yazıda genel anlamda ‘dini liderler de sorgulanabilir’
sorgulaması yapılmak istenmiş ancak bu; içerisinde hakikat kırıntıları
barındıran fikir çok yanlış bir kurgu üzerine oturtularak Gülen’e
eleştiri ötesi bir saldırı malzemesi halini almış. Kimse kimseyi
kandırmasın! Bu tür yazılara insanlar tepki verdiklerinde çoğu insan
sadece hislerine göre değil, bilgi ve tecrübelerine göre de fikir
belirliyor ve tepkilerini yazıdaki kusurlardan esinlenerek veriyorlar.
Böyle tepkiler karşısında birilerinin hemen liberal aydıncılık oynayıp,
‘bak gördün mü eleştiriye açık değiller’, ‘Gülen’i kutsuyorlar’, ‘yazanı
linç ediyorlar’ vb. şekillerde banal savunmalar yapmaları hiç de doğru
değil. Bunu etik olarak doğru bulmadığım gibi yapan bazılarını da bir
süredir takip ettiğimden dolayı onların psikolojik yönden birtakım
rahatsızlar ve önyargılar taşıdıklarını bile düşünüyorum.
Bir de
bazı gazeteciler varki kendi savlarını destekler nitelikteki veya
tanıdıkları insanlar tarafından yazılan bu tür yazılara karşı tarafgir
destekler veriyorlar. Bunu yaparken de bazen insaf ölçüsünü kaçırdıkları
da oluyor. Çünkü tepkilerini her ne kadar aydın kimliği ve havasında
yazsalarda aslında duygusal tepkiler (destekler) verdiklerini fark
edemiyorlar. Mesela, Ahmet Kuru’nun bu hakkaniyet sınırlarını zorlayan
yazısı karşısında Gülen’e yapılan yanlış ve haksız benzetmeye veya
yazıdaki kurgusal hatalara hiç laf etmeden sadece yazıdaki ‘’herkes
gibi, dini cemaat liderleri de sorgulanabilir’’ anafikrine odaklanarak
yazıyı öven, savunan bir kaç yazar oldu. Çünkü kendileri de Cemaat
eleştirisi üzerine yazılar yazmış, Twitler atmış ve konu ile duygusal
bir bağları oluşmuştu. Oysa dindar olan o insanların en azından yazıdaki
uygunsuz benzetmeyi tasvip etmediklerini belirtmeleri uygun kaçardı. En
başta da yazarın kendisi yazısını öyle uygunsuz bir örneğin üzerine
oturtmayabilirdi.
Çoğunuzun gözünden kaçmış olabilir ama ben
söyleyeyim. Baştan sona Gülen eleştirisine odaklı olan yazının başlığı
her ne kadar ‘’Liderler, Prensipler…’ şeklinde yazılmış olsa da yazının
link adresi ‘’Liderler, Ahlaksızlık…’’ ifadesini içeriyor. Web
dizaynından anlayan birisi olarak şunu diyebilirim. Demek ki yazının ilk
orjinal dosyası bu başlıkla oluşturulmuş ve İnternet’e yüklenmiş.
Yazıdaki başlık sonradan; ‘ahlaksızlık’ yerine ‘prensip’ ifadesi ile
değiştirilmiş. Muhtemelen bu, gelecek tepkileri azaltmak düşüncesiyle
yapılmış. Yani yazar aslında Gülen eleştirisine adadığı bir yazının
dosyasını oluşturmaya o ‘ahlaksızlık’ ifadesi zihninde ön planda iken
başlamış. En azından seçilen ifade bunu düşündürüyor.
Hal ve
yazıdaki hava böyle olunca da insanlar yazıdaki bu çok yanlış ve haksız
girişi tasvip etmedikleri için tepkiler verdiler ve dindar bir insan
neden böyle bir yazı örgüsü kurar düşüncesine kapıldılar. Eski Zaman
Gazetesi yazarlarından Abdülhamit Bilici de bu noktaya işaret ederek
Gülen gibi hayatı hep takva dairesinde geçmiş bir insanın Elijah
Muhammed örneği üzerinden eleştirilmesini hakkaniyetsiz bulduğunu ifade
etti. Çünkü Gülen’in bu şekilde; ahlaksızlığa, aldatmaya ve dini
düşünceleri istismara vurgu yapan o tarz bir benzetme ile başlanan bir
kurgu içerisinde eleştirilmiş olması gerçekten muhafazakar bir insandan
beklenmeyecek bir tarz ve insanlar da işte tam olarak bu kurgusal
yanlışlıklara ve ilave bir kaç bilgi yanlışlığına tepki verdiler.
Fakat
en başta belirttiğim gibi, bazı yazarlar bunu kabullenmek yerine sadece
yazıdaki ‘lider de eleştirilebilir’ noktasını ön plana çekerek yazıya
destek verdiler. Oysa gözardı edilen gerçek şu ki, yazıyı eleştiren
insanlar içerisinde yazıdaki bu ana fikre karşı çıkacak tek bir kişi
bile belki de yoktur. Cemaati tanımayan insanlar bilmezler; ancak birçok
Cemaat mensubu İslam ülkelerinde hep hakim olan bu tür uygulamaları
eleştirir. Özellikle de önümüzde Erdoğan üzerinden yaşanan canlı bir
örnek üzerinden zulüm gördükleri bir noktada bu tarz eleştirel bakışları
kendi içlerinde dile getiren nadir hareketlerden oldukları bile
söylenebilir.
Nitekim, Yeniyön’den Emre Uslu da bu konuda şöyle
dedi: ‘’Eğer Kuru görüşünü hiç bir örnek vermeden söyleseydi buna itiraz
edecek hiç bir kimse çıkmazdı. Özellikle de Cemaat içinden bu görüşü
benimseyen önemli bir kitle olduğunu biliyorum’’.
O nedenle de
yazıdaki başarısızlığı ana fikri ile örtme çabaları sadece yapanın
imajına zarar verir çünkü muhatap alınan kitle zeki bir kitle. Bu
noktada Emre Uslu’nun tam olarak katılmadığım bir görüşüne de değinmek
isterim:
Şöyle diyor:
‘’Ancak Kuru Erdoğan yerine Fethullah
Gülen örneği ile argümanını anlatmaya başlayınca Cemaatten yoğun
itirazlar gelmeye başladı. Bu itirazın kendisi bile Kuru’nun ikincisi
tespitinin doğruluğunu ispatlıyor: “takipçiler genel prensipler yerine
lidere itaati önemserler” Gülen’in takipçileri prensipleri değil de
iteati önemsediklerinden bizzat Gülen’in koyduğu prensiplere bakıp
Kuru’ya cevap vermek yerine Gülen’i savunmaya kalktılar zira onlar için
prensip değil lider iteati önemliydi.’’
Her ne kadar Emre Uslu
doğru bir tesbitle ‘’Gülen’in koyduğu presiplerin’’ varlığına işaret
etmiş olsa da bizzat Kuru’nun kendisi bunu gözardı ediyor yazısında.
Yani Gülen’i ‘’genel prensipler’’ va’z etmekten imtina eden (veya bunu
başaramamış, yanlış bir zemine oturtmuş) bir lider olarak lanse ediyor.
‘’Liderler mi, Prensipler mi?’’ alt başlığı altında Gülen’in insanlara
genel prensipler yerine lidere itaati ön plana çıkaran bir liderlik
hatta İslam’i anlayış (salt Peygamber örneklerini öne çıkararak yönetme,
şekillendirme gayreti) benimsediğini iddia ediyor. Bu çok eksik bir
bakış açısı ve Gülen’i yıllardır okuyan, irdeleyen insanlar Gülen’in
Kuru’nun çizdiği tablodaki yerini göremiyorlar. Bu görememe sadece
lidere aşırı bağlılık veya itaat gibi bir göz körlüğünden
kaynaklanmıyor.
Yapılan itirazları o nedenle salt bu düzleme indirgemek
bence aceleci bir çıkarım. Elbette her hareket, cemaat, tarikat, siyasi
oluşum hatta Batılı şirketler bile bu itaat ve önderin karizmasına ve
çizgisine bağlılık gibi hususlardan derecesine göre nasiplerini
alıyorlar ve bu Cemaat için de geçerli. Ancak Kuru’nun yazısına verilen
tepkilerin ana motivasyonu, yazıdaki ana fikri bile başarısızlığa
uğratan bu kurgusal ve hatta gerçeklikten kopuk yorumlar iken insanların
büyük ölçüde bu motivasyondan beslenen tepkilerini prensip
yoksunluğundan veya lidere iteattan dolayı yani salt o reflekslerle
verdiklerini söylemek biraz haksızlık gibi geliyor bana.
Kuru’nun
diğer önemli açmazı da Gülen’in Cemaat’i ‘’genel prensipler’’
geliştirmektense Peygamber örnekleriyle (‘yanlış’ bir motivasyonla)
şekillendirme gayreti içerisinde olduğuna ve bunu yaparken de onlara
itaatkar ve sorgulamayan bir hüviyet kazandırma gayreti içerisinde
olduğuna dair zorlama bir yorum da var. Bu Cemaat insanı gerçekliğinden
de, Gülen’in Kur’an’dan süzülen prensipler üzerine Cemaatini oturtma
gayretini de görmezden gelmek anlamına geliyor. Gülen’i anlatan bazı
Arap alimler ve bazı Batılı sosyologlar bile bunun aksini söylerken,
yıllardır onun eserlerini ve pratikteki uygulamalarını yakından takip
eden insanlar bu yorumların yanlışlığını görerek tepkiler veriyorlar.
Ayrıca, Twitter üzerinde kimlikleri belirsiz yüz küsür insanın verdiği
tepkiyle bir hareketin düşünsel, fikri ve duygusal tepkilerini tam
gerçekliğiyle kavramış olmazsınız. Denge şart!
Aynı şekilde;
Gülen’in ‘’peygamber yolunun kaderi’’ örneklendirmesini salt olarak
Cemaatin halet-i ruhiyesini rahatlatmak için veya yönetim kadrosunun
hataları sorgulanmasın diye kullandığını söylemek de hakkaniyetli değil.
Gülen’in yıllara yayılan eserlerini analiz eden insanlar bu kullanım
şeklinin birtakım prensipler geliştirme ve onu bir felsefik temele
oturtma gayreti olduğunu görebilirler. Bu örneklendirmenin iman inşası
niyetiyle hizmet gayreti yürüten bir hareketin fikri taşlarından biri
haline getirilmesi saf niyetle hatta akademik nazarla bakan birisi için
gayet doğal ve verimli bir gayret olarak görülebilir. Eksik bakışlar
bunu dini duyguların suistimal edilmesi şeklinde görebilirler ki bunun
da önüne geçmek güç. Bu zaviyeden bakınca dini bir hareketin başında
olan ve doğası gereği dini referanslar kullanması gayet doğal olan her
lideri yönettiği insanların duygularını suistimal etmekle veya onları
yanlış yönlendirmekle suçlamak mümkün.
Meselenin bir yönü daha var:
Kuru’nun
yaptığı tarzda liderin şahsiyetini hem de eksik ve yanlış bir kurgusal
düzlemde hedef alarak yapılan ve ‘’akademik yorum-analiz’’ gibi sunulan
yazıların zaten arzu edilen faydalı değişimleri (eğer varsa) netice
vermeleri, bir değişimi tetiklemeleri pek mümkün değil. Çünkü onları
okuyan insanlar doğal olarak yazılardaki şahsiyete saldırma amacını
görecekler ve tepkilerinde onu ön plana çıkaracaklardır. Yoksa tekrarla
söyleyeyim ki liderlerin ve yöneticilerin eleştirilebilirliği noktasında
Cemaat içerisinde ilkesel bir noksanlık yoktur. Onları zorla ‘Gülen’i
kutsuyorlar asla eleştirmezler’ şeklinde lanse etmek haksız bir
yorumdur. En başta bir grubu zorla liderlerini eleştirmeye davet etmek,
ki bu son dönemde çokça yapılıyor, bile başlı başına irdelenmesi gereken
bir ruh halidir ve sempatızan olan insanların da bu tarz zaviyeleri
belli filtrelerden geçirerek değerlendirmeleri haklarıdır.
Bu
meselenin bir yönü daha var ki Kuru bu noktayı da kaçırıyor. İslami
oluşumlarda bazı liderlerin itaat bekledikleri ve o yönde usüllerle
gruplarını yönettikleri doğrudur. Fakat bunun bir kısmı grup yönetiminin
yapısı gereği doğal bir gelişmedir. Sivil sistemlerden askeri
sistemlere kadar her oluşum bundan nasibini alır. Sorun; itaat kültürü
zulüm ve suistimal noktasına ulaştığında veya verim üretemez duruma
geldiğinde ciddi bir hal alır. Bunun değişmesi yönündeki irade de o
grubun kendi seçim tarzıdır. Bu da zamanın şartlarını okuyabilme
yeteneği, değişme azmi ve bunu görebilme kabiliyeti gibi bir çok
husustan beslenir. Bazen de gruplar bunu tam göremeselerde zamanın
şartları insanları ve grupları değişime zorlar ki bu da bir süreçtir.
Batı’da dışarıya göç ederek kaynak araştırma, Klise sultasına karşı
çıkma, Rönesans fikri, demokratik anlayışlar ve hatta ekonomik atılımlar
hep yaşanan büyük sıkıntıların, hataların ve çaresizliklerin akabinde
hayat bulmuştur. O nedenle de Cemaat’in bu süreçte değiştiğini görmeden
ve bilmeden zoraki ‘değişime kapalılar’, ‘eleştiri yapmıyorlar’
yorumları yapmak veya daha da öteye gidip Mustafa Akyol’un yapmaya
çalıştığı gibi onları, eksik sosyolojik bakış açılarıyla, bir kült gibi
sunmaya çalışmak son derece yanlış düşünceler.
Bir hareket
içerisinde gelişen bazı uygulamaların yanlışlığı veya eksikliği aslında
liderin de değiştirmeye çalıştığı şeyler olabilir. Nitekim, Gülen
sürekli bir şekilde bir kalp inşası (kalbin zümrüt tepeleri), ölçüler
(ölçüler ve yoldaki ışıklar) ve daha bir çok hususu irdelerken veya
salih insanı tanımlarken hep prensip insanı inşa etme gayreti
içerisindedir ve eserlerinde ve uygulamalarında sürekli olarak meşvereti
ön plana çıkarır. Bunun eksikliğini hatta bazı kibirli yönelimlere yol
açabilecek hissiyatları eleştirerek yanlış ‘abilik’ uygulamalarını
eleştirdiği de vakidir. Bunlar irdelenmeden yapılan analizler eksik
kalmaya mahkumdur ve kısıtlı kalırlar.
Kuru’nun bir hatası da
Gülen’i Peygamber kıssaları anlatma üzerinden eleştirirken istihza
içeren bir üslupla sanki Hz. Muhammed’in uygulamasının zıddına hareket
ediyormuşcasına Gülen’i zulümden yurtdışına kaçan hatta en önde kaçan
bir şahsiyet gibi sunmaya çalışmasıdır ki bu da Gülen’in sevenlerinin
kalbini kıran ve onları tepki vermeye iten bir yaklaşımdır. Bununla da
kalmayıp hayatını Bediüzzamanı anlayıp onun prensiplerine hayatiyet
kazandırmak üzerine harcamış bir insanı Bediüzzman’ı referans vererek
sanki lider olarak sorumluluk almaktan kaçıyormuş gibi lanse etmek
insanlara doğal olarak eleştiriden ziyade bir saldırı ve
itibarsızlaştırma gayretinin varlığını düşündürüyor.
Bu yönleriyle
Kuru’nun yazısı başka bir Nurcu olan Yaniasya gazetesinden Kazım
Güleçyüz’ün 9 Eylül 2016 yılında yazdığı ‘’Hicret’’ yazısı ile bazı
paralellikler arz ediyor. O yazısında Güleçyüz de Gülen’e daha açıktan
ve bir itibarsızlaştırma gayreti içerisinde saldırmış ve onu
Bediüzzaman’ın yaptığının aksine zulüm diyarından kaçmakla ve Hz.
Muhammed’in yaptığının aksine (eksik bilgilere dayalı çıkarımlarla)
Cemaat’ini terkederek en önde kaçtığı şeklinde lanse etmeye çalışmıştı.
Bu
son nokta beni farklı bir bakış açısına getirdi. Kuru ve benzeri
eleştirileri (daha çok itibarsızlaştırma gayreti diyelim) yapan
insanlara önemli bir hususu daha ifade etmek isterim.
Cemaat son
derece büyük bir haksızlığa uğradığı, kötü bir zulme maruz kaldığı bir
dönemden geçiyor son 4 senedir. İnsanların doğal olarak halet-i
ruhiyeleri normal değil. Bu insanlar açık bir şekilde kendi elleriyle
kurdukları samimi hizmet faaliyetlerinin bazı odaklarca hukuksuz
yöntemlerle bitirilmeye çalışıldığını bizzat görüyor ve yaşıyorlar.
Bunun da ötesinde bu şer odakların önceleri açık bir şekilde Havuz
medyası ve Ergenekon medyasını kullanarak, örtülü şekilde de bazı
muhafazakar, liberal vs. çevreleri veya kalemleri ya bizzat kullanarak
veya yanlış bir şekilde yönlendirerek (tabir caizse gaza getirerek)
psikolojik harp yöntemleri uyguladıklarını gayet iyi biliyorlar. En
azından bunların türlü şekillerde denendiğini hissediyor veya
görüyorlar. Cemaatleri içerindeki insanlar arasına kasıtlı olarak
yazılan yazılarla fitneler sokulmaya çalışıldığını, Gülen’in ve
‘abilerin’ itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını biliyorlar. Havuz
medyasında MİT tarafından üretildiği bariz olan ve içerisine bir kaç
doğru bilgi sıkıştırılmış ama yanında kasıtlı bilgilerin de sokulduğu
yazı ve haberleri gördü bu insanlar. Bu haberlere inanarak yanlarından
ayrılan bazı insanlar oldu ve bunun acısını yüreklerinde hala
hissediyorlar. Bizzat Erdoğan ve Havuz medyacıları ve Cemaatten ayrılan
bir iki isim üzerinden kaç yıldır Cemaat’in ‘’tavanı hain’’ vb. delilsiz
tezviratlar, iftiralar yapılıyor. Daha geçenlerde bizzat Gülen’i ve
liderlik kadrosunu hedef alan ve Cemaat’i bölmeye çalışan yazılar
yazdılar suret-i haktan görünen Twitter hesapları kullanarak. Gülen’i
sanki uygunsuz kasetleri olan birisiymiş gibi göstermeye çalıştılar.
Bunları yaparken en büyük dertlerinin hukuksuzluklarla dahi
bitiremedikleri bir hareketin içerisine fitne sokmak ve Gülen’e duyulan
güven ve sevgiyi sarsmak olduğu çok açıkca görülebiliyor.
Muhtemelen
acaba kaç kişiyi daha koparabiliriz gayretiyle yapılan bu hareketleri
Cemaat insanı görüyor ve biliyor. Çok yoğun bir şekilde insanlardaki
Gülen sevgisini hedef alan bir kampanya yürüttükleri bu zeki insanlarca
izleniyor ve takip ediliyor. Böyle bir ortamda Kuru ve Güleçyüz
gibilerin ortaya çıkıp eleştiri görünümlü ama Gülen’in temsil ettiği
makama ve kişiliğine hem de yanlış kurgulara dayalı anlatım ve hatalı
üsluplarla saldırılıyor olmasına karşın bu sıkıntılı süreçlerden geçen
ve algı operasyonlarının varlığından haberdar olan insanların şüphe ile
bakmaları son derece normaldir. Yanlış anlaşılmasın! Burada muhatap
aldığım insanların bizzat böyle bir planın parçası olmakla itham
etmiyorum. Ancak bu tür yazıların burada resmettiğim etkenler dikkate
alındığında yazanları sonradan utandıracak olan talihsiz yazılar
olduklarını düşünüyorum ve şahsen bu tür yazıların art niyetle yazılmış
olmasalar bile daha çok bu tür odakların amacına hizmet ettiğine
inanıyorum.
Ali Ünal’ın 5 Ocak 2015’de Zaman’da yayınlanan
yazısında belirttiği şekilde bitireyim; ‘’(1) Ortada fiilî bir durum,
açık zulüm ve Cemaat adına mazlumiyet varken bu soruyu sormak (eleştiri
meselesi, UT), zalime malzeme taşımak ve mazlumu zayıflatmak olur. (2)
Böyle bir soru, Cemaat’e 40 yılı aşkın süredir ilmî–manevî rehberlik
yapmış zâta gerekli muhasebeyi yapmadığı töhmeti ve hakaret manâsı
taşır.
Kaldı ki hem Kuru’nun hem de Güleçyüz’ün yazıları Ali Ünal’ın çizdiği sınırın bile ötesine geçiyorlar.
Çok
yoğurduk ama bu hamur daha çok su istiyor. Cemaat eleştirisi konusuna
daha genel bir perspektiften sonraki bir yazıda devam edelim kısmetse.
31 Ekim 2017 Salı
28 Ağustos 2017 Pazartesi
15 TEMMUZ DARBE RÜYASI
Bu yazı 28 Ağustos 2017 tarihinde Yeniyon24 de yayınlanan köşe yazısıdır.
Tüm yazılar için blog: http://akliselim.blogspot.com
veya http://www.yeniyon24.com/author/ugur-tezcan/
Twitter: https://twitter.com/ugur_tezcan
Malumunuz, içinde yaşadığımız kasvetli dönem AKP’li bazı
bakan ve çocuklarının bulaştıkları ve ucu Erdoğan ve ailesine de dokunan 17-25
Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmaları ile başlamıştı. Erdoğan’ın, konuyu adalete
teslim etmek ve hukuki zeminde aklanmak yerine adalet sistemine ve hayali
düşmanlara saldırmayı tercih etmesiyle de devlet treni geri dönülemez bir
hukuksuzluk sürecine girdi. Sürekli çoğaltılan KHK’larla da bugün artik Türkiye’de
demokratik sistem ve hukuki düzen tamamen çökmüş, fiilen bitirilmiş durumdadır.
Halen suçsuz ve yargısız bir şekilde hapiste tutulan yazar
ve fikir adamı Ali Ünal’ın yıllar öncesinden öngördüğü gibi; AKP sayesinde artık
devlet treni rayından çıkmış bulunmaktadır. Yine aynı hukuksuzluk çerçevesinde
hapiste tutulan Ali Bulaç ise, AKP’nin Çanakkale Savaşından sonra ülkenin
başına gelen en büyük felaket olduğunu söylemişti. Bazıları da yaşanan
rezaletin boyutuna bakarak buna bir fetret devri benzetmesi yapıyorlar. Bense
AKP ve Erdoğan ile yaşadığımız bu dönemin, Türk tarihi ve İslam tarihinde
başımıza gelen en büyük felaketlerden birisi olma niteliği taşıdığını
düşünüyorum. Bunun bir fetret devri değil; aksine sistematik bir çöküş, büyük bir manevi, vicdani ve ahlaki
yozlaşma ve çürüme dönemi olduğunu iddia ediyorum.
Bu satırların yazıldığı dönem, zulumlerin ve
hukuksuzlukların artık zirve yaptığı, insanlığın ise en diplere savrulduğu,
vicdanların en köreldiği dönem. Aradan neredeyse dört yıl geçmiş! Allah bu
millete daha dibini göstermesin!
Bu dip noktaya gelişin dönüm noktası süphesiz 15 Temmuz 2016
‘darbesi’ oldu. Her ne kadar Erdoğan daha ilk saniyesinde suçluları ilan etmiş
olsa da, bizler ilk günlerde yaptığımız gözlem ve analizlerde açıklamaların
yetersiz hatta şüpheli olduklarını belirtmiş ve darbenin eylem tarzının son
derece acemice planlanmış, darbe bile denilemeyecek boyutlarda olduğuna işaret
etmiştik. Bugün kamuoyunun yönelttiği bütün sorular hala cevapsız bırakılmakta,
ortaya saçılmaya başlayan ifşaat ve deliller haklılığımıza ışşık tutmakta ve
meclis hala kapsamlı bir soruşturma yürüt(e)memektedir. Devlet erkanının
yaptıkları açıklamalar birbiriyle çelişmekte, olayın kritik kişileri adaletten
kaçırılmaktadır. Bazı partili vatandaşların bile önceden bildiklerini açıkladıkları
bir darbe hazırlığından Erdoğan’ın nasıl haberdar olmadığı ve olduysa da
milleti neden kanlı bir sokak eylemine davet ettiği hala gizliliğini koruyor.
Ama başını Erdoğan’ın çektiği hükümet ve AK Parti camiası ve onlara destek
veren Perinçek-Oda TV çevreleri; kısaca Ergenekon sanığı çevreler, tüm
gayretleriyle darbe suçunu Hizmet Hareketi’ne yıkmaya devam ediyorlar.
Gülen’in, olayı uluslararası bağımsız bir heyet araştırsın daveti de hala cevapsız
bekliyor.
Aslında her şey gayet açık. Son 3-4 yıldır hayali bir düşman
üreterek kendine alan açmaya çalışan Erdoğan önce bir ‘paralel’ düşman ilan
etti. O laf eskidiğinde ise vites arttırdı ve Hizmet Hareketini bu sefer
terörist göstermeye çalışıp ‘FETÖ’ ifadesini icad etti. Bugün kimse paralel
kelimesini kullanmıyor bile çünkü yeni ‘moda’ yani Erdoğan’ın hafızalara
kazınmasını istediği ifade artık ‘FETÖ’. Fakat son bir iki yıldır Erdoğan’ın
Cemaat’i terörist olarak gösterme gayretleri de başarılı olamadı. Özellikle
yurt dışında hiç alıcı bulamadığı gibi kendi tabanında bile şüphelere sebebiyet
verir oldu. Bunun üzerine Erdoğan da kurnazlığını kullanarak tekrar vites
arttırdı ve terörist olarak lekeleyemediği Hareketi bu sefer darbeci olarak
göstermeye çalışacak bir oyun tezgahladı. Daha ilk saniyesinde ‘Allah’ın bir
lütfu!’ diyerek karşıladığı bu darbeyi hemencecik Cemaat’in üzerine yıktı ve
bunu hafızalara kazımaya çalışacak eylemlere imza attı. Yakaladığı o ivme ile
de KHK’lar çıkararak devlet sistemini yeniden dizayn etti ve her istediğini de aldı.
Bugün devlet fiilen bitti dediğimiz bu noktaya işte o darbe ‘bombası’ ile gelindi. Hukuki soruşturması bizzat Erdoğan ve
partisi tarafından örtbas edilen bu tiyatro darbe her yönüyle Erdoğan’ın
çıkarlarına hizmet etmeye devam ediyor. Bu çok lezzet vermiş olmalı ki daha
geçenlerde kalabalıklara; ‘’Yeni 15 Temmuzlara hazır mısınız?’’ diyerek yeni
planların işaretini verdi. Hatta bir çok yazar bunun paralelinde Havuz
gazetelerinde yükselen suikast haberleri üzerine AKP’nin suikatler düzenleyerek
bunu da Cemaat’in üzerine atabileceğine dair ihtimallerden bahsettiler. Bizzat
Fethullah Gülen’in kendisi bir açıklama yaparak yakında bu tür hain planların
gerçekleştirilebileceğinden ve suçun tekrar Harekete atılmaya
çalışılabileceğinden bahsetti.
Gelelim rüyamıza…
15 Temmuz darbe tiyatrosundan yaklaşık iki ay önceydi.
Rüyamda AKP’nin onbinlerce insanı büyük bir stadyuma doldurduğunu görmüştüm. Ancak
bir his sayesinde çok net bir şekilde o insanlara bir tuzak kurulduğunu, onları
stadyuma kötü bir maksatla doldurmaya çalıştıklarını ve büyük bir bomba
patlatacaklarını biliyordum. Bunu biliyordum fakat sebebini bilemediğim bir
nedenden ötürü bunu stadyum dışında gördüğüm insanlara açıklamadan onları
uyarmam gerekiyordu. Öyle de yaptım. Bir arkadaşamın eşinin abisinin yanına
gittim ve içeri girmemesini söyledim. Öfkeli bir şekilde bana partici sloganlar
atarak yoluna devam etti. O bayanın o yaşlarda bir abisi olduğunu bile
bilmiyordum. Bu rüyayı arkadaşıma anlatırken ilk olarak öyle bir abisi olup
olmadığını sormuş ve evet cevabı alınca da şaşırmıştım. Rüyamda, abisinden
sonra o çok iyi tanıdığım ve yıllardır görüştüğümüz o bayanın yanına gittim.
Ona, ‘’Bak! Abine rica ederek söyledim ama sana direk söylüyorum; içeri girme
dedim’’. Çünkü tanıdığım ve sevdiğim bir insandı ve sebebini de söyleyemeyeceğim
için daha emri vaki bir ifade kullanarak onu korumaya, stadyuma girmekten
alıkoymaya çalışıyordum. Cevabını duyamadan uyanmıştım!
Daha önce de süreçle alakalı bir çok rüya görmüş ve bir
kısmını yazmıştım. Hizmet Hareketi’nin büyük bir sıkıntı ve kovuşturma
yaşayacağını ama sonunda galip geleceğini; Fethullah Gülen’in Erdoğan’ı son kez
uyardığını ama onun öfkeyle uzaklaşması ile üzerine gökyüzünde gayretullah
kapısının açıldığını; bir meleğin gelerek Cemaat’i teftiş ettiğini ve ‘çok
güzel’ diyerek yanımdan ayrıldığını görmüş; Erdoğan yüzünden ülkenin üzerine
kara bulutlar çöktüğünü ve zelzeleler olacağını görmüş, yaklaşan dönemde büyük
inmtihanların olacağını bu rüyalar sayesinde hissetmiştim. Bu yazdığım rüyanın
üzerinden iki ay geçmeden de darbe tiyatrosu sahnelendi ve en başta resmini
çizdiğim çöküşe doğru yuvarlandı ülke hem de bir yıl içerisinde. Sanki
rüyamdaki bomba patlamış ve ülke göçmüş gibi oldu.
Bu dönüm noktası ile Müslümanlar arasına daha büyük
düşmanlıklar kasıtlı olarak sokuldu. Hizmet Hareketi mensuplarına hain,
darbeci, terörist vb. söylemler zirve yaptı. AKP’li taban bu tür nefret ve kin
dolu söylemlerin bataklığına itildi. Masum bir Müslümana terörist demek tekfir
etmek anlamına geleceğinden ve sözün sahibinin imanını tehlikeye atacağından
dolayı bir çok AKP’li insan bu tehlikenin içine atıldı.
O rüyamı kendimce yorumlarken; AKP’nin insanları maddi
olduğu kadar manevi bir tehlikenin de içine çekmeye çalışacağı şeklinde
yorumlamıştım. Gelinen nokta tevilimde beni haklı çıkardı, belki de eksik bile
olduğumu gösteriyor.
O arkadaşım olan bayana ne mi oldu? Son derece partici olan
ailesi gibi meğerse o da ciddi bir parti savunucusu imiş. Hizmet’in içinde olan
ama insanlarla birtakım sorunlar yaşayan, kafasında şüpheler olan eşi ile birlikte
darbe şokunu yaşayanlardan oldular ve yollarını ayırdılar. Bu bayan ise yolunu
ayırmakla kalmadığı gibi sağda solda Hocaefendiyi ve Hizmeti zan altında
bırakacak partici söylemlere devam etti ve onların nasıl ‘darbe yapmış
olabilecekleri’, ‘nasıl yoldan çıktıkları’ yönünde Erdoğancı ‘tezleri’ savunmaya
devam etti.
Ne diyelim! Bu bir imtihan dönemi ve Allah (c.c.) her Müslümanın
imanını zalimlerin ve münafıkların sinsi planlarından korusun ve Müslümanlara
akıl, iz’an, vicdan ve muhasebe duygusu versin. Zalimleri ve insanların
imanlarını çalmaya çalışan münafık karakterli yalancıları da bildiği gibi
yapsın, onların gerçek yüzlerini bir gün herkese göstersin; onların hain
planlarını çökertip kendi başlarına çevirsin. Amin!
Twitter: https://twitter.com/ugur_tezcan
Etiketler:
15 Temmuz,
15 Temmuz darbesi,
AKP,
Cemaat,
darbe tiyatrosu,
Erdogan,
Hizmet Hareketi,
ruya
1 Ağustos 2017 Salı
MATEMATİKSİZ CİHAT OLUR MU?
Bu yazı 1 Ağustos 2017 tarihinde Yeniyon24 de yayınlanan köşe yazısıdır.
Bunun dışındaki bütün mevcut (silahlı-siyasi)
cihat akımlarının İslam’ın geleceğine ve günümüzde temsil edilebileceği
şekliyle I’la-yı kelimetullah çizgisine hiçbir önemli katkısı yoktur. Bizler medeniyetin
‘galebe’ etme kabiliyetini haiz silahları ve kabiliyetleri ile silanhlanmadıkça
da olamayacaktır. O tür bozuk yöntemlerinin zararları yararlarından kat be kat
fazladır. Müslümanları oyalamaktan, sahilde kum eşelemekten öteye götürecek neticeler
doğuramazlar. Kim bilir belki de bu gerçeğin çok iyi farkında olan bazı azılı
din düşmanı ve münafık kesimlerin böyle bir ilim-iman inşasını gaye edinmiş bulunan
alim şahsiyetlere daha çok saldırmalarının asıl nedeni de budur.
Türkiye, 17-25
Aralık sonrası AKP döneminde tarihinin en talihsiz günlerini yaşıyor.
Muhalefetin ve Derin Devlet yapılarının da dolaylı yoldan verdikleri destekle
kendine özgüveni artan ve yaşadığı güç zehirlenmesi ile gözü kararan AK Parti
liderliği devlet trenini rayından çıkardı. Ülkenin son yüz yılda demokratik
kazanım adına biriktirebildiği üç-beş ne varsa hepsi bir anda çöpe atıldı.
Yaşanan hukuksuzlukların kabile devletlerinde bile yaşanmayacak boyutlara nasıl
ulaştığını hayretler içerisinde izliyoruz.
Tüm bunlar
olurken bir de AK Partili yetkililerin oluştudukları yapay gündem maddeleri ile
debelenip duruyor ülke. İnsanların zihinleri adına ‘vatan’ denilen bir
tımarhaneye hapsedilmiş durumda adeta. Eskiden
Anadolu denildiğinde aklımıza güzel insanlar diyarı gelirdi. Şimdilerde ise ruh
hastası ve paranoyak insanlarla dolu yığınlar geliyor hatırımıza.
Her gün yeni bir
algı, yeni bir karapropaganda peşinde koşan AKP liderliği çoğunlukla kasten ve manipülatif
ifadeler kullanıyorlar. Ama kimi zaman ahmaklıklarının ve cahilliklerinin eseri
olarak da yanlış ve lüzumsuz beyanlarda bulundukları da oluyor. Yani onlarınki hem
art niyetten hem de zihni kabiliyet yoksunluğundan kaynaklanan muzaaf bir ahmaklık
örneği ve iki dünyayı da kaybettirecek hüzünlü bir kaybediş hikayesi.
İşte bu tarz
ifadelerden bir tanesi daha geçenlerde sarfedildi. TBMM Milli Eğitim
Komisyonu'nun AK Partili üyelerinden Ahmet Çamlı, "Cihat bilmeyen çocuğa
matematik öğretmenin faydası yok" dedi. AKP liderliği fikriyat yönüyle çoğunlukla
ciddiye alınmayacak insanlar olsalarda, dinimizi kirleten, zarar veren ve
kavramlarımızın içini boşaltan tehlikeli sözlerinin ele alınıp irdelenmesi
gerekiyor. Zira bugün iyi biliyoruz ki ülkede AKP ile yaşanan bir radikalleşme,
bir selefileşme ve bir fanatiklik hakim ve artan bir hızla da toplumun
kılcallarına nüfuz ediyor. Bu da İslam’ın ve ülkemizin geleceği adına endişe
verici bir gelişme. O nedenle gelin bu sözden hareket ederek önemli bir kaç
noktaya değinelim.
Çamlı’nın sözünün tersi de çok doğru değil. Yani ‘matematik
bilmeyen çocuğa cihat öğretmenin faydası yok’ önermesi de yanlış ve yetersiz.
Burada asıl üzerine odaklanmamız gereken husus ‘cihat bilmenin’ ne anlama
geldiği, ‘cihat’ kavramını kullanırken başta Selefiler ve İslamcı siyasetçiler
olmak üzere birçok Müslümanın içine düştükleri tanımlama hataları, kavrayış
yoksunlukları, yanlış referans noktaları ve pragmatist seçicilikler. Bu yazıda,
AK Partili fanatikler gibi birçok kesimin idrak edemedikleri bu noktaya
odaklanacağız. Eğer doğru çerçeveye oturtabilirseniz şunu söyleyebiliriz ama; Matematik (ilim) bilmeden modern çağda
(kavramın gerçek ve yan manalarıyla) 'cihat' (nefis kontrolü, temsil, tebliğ)
yapılamaz. Şimdi bunu biraz açalım.
Fanatik-selefi akımlar cihat kavramını yüzeysel anlamı ile
ele alarak, onu tarihsel-pratik bir düzlemde, gerçek kimliğinden soyutlayarak
kullanıyorlar. Bu yaklaşım onlara rahat bir hareket alanı kazandırıyor. Zaten
tüm İslam ülkelerinde bir çeşit zulüm devam ettiğinden dolayı durumdan
rahatsızlık duyan bireylere bu pratik alan üzerinden ulaşmaya çalışıyorlar. Son
derece pragmatist, güç teminine (devşirmeye) dönük ve gündelikçi çıkarlara
dayalı politikalarla nefes alan İslamcı hareketler de böyle bir çerçeveye
oturtulmuş olan cihat kavramını kendi siyaset mağazalarının vitrinine koymak
suretiyle siyasi bir kimlik oluşturup müşteri (taraftar) kazanamaya
çalışıyorlar. Yani oluşturdukları kimliğin ana iskeleti neredeyse bu cihat
kavramı ve onun türevi anlayışların işletilmesine bağlı olarak çalışıyor.
Kısaca, cihat kavramını gerçek kimliğinden soyutlayarak, onu; kendi oluşturdukları
kimliğin özü, esası yapıyorlar. Yani timsahı öldürerek derisi ile kendilerine sağlam
bir kemer, fili öldürerek de fildişi ile büyüleyici kolyeler yapıyorlar.
Hepinizin iyi bildiği gibi cihat, küçük cihat ve büyük cihat
olmak üzere ikiye ayrılır. Bu tanımlama bizzat Efendimizin beyanına dayanmakta.
Yukarıda özetlediğim kesimlerce algılanan cihat şekli sadece küçük olarak
adlandırılan cihat. Hatta bir tesbitte bulunayım: Onlarınki küçük olan cihadın
bile ufak bir parçası aslında. Fethullah Gülen Hocaefendi, küçük cihadı tarif
ederken onu dinin emirlerini fiilen yerine getirme boyutuyla da ele alır. Yani
sadece güçle-emekle mücadele değil, dinin emirlerini fiilen yerine getirmek de
bunun bir parçası. Biz Müslümanlar henüz bu konuda bile yeterli bir mesafe
katedememiş, hayatımızın o yönünü bile günlük yaantımızın içine sistematize
edememiş topluluklarız. Bu, işin benim yüzeysel-şekli anlam dediğim boyutu
sadece. En geniş, ulaşılması zor olan ve en makbül manasıyla cihat ise, birazdan
resmedeceğimiz büyük cihada tekabül ediyor.
Cihat kavramı sözcüklerle ifade edilmesi kolay; ancak derin
manasının gerçek boyutlarıyla anlaşılması zor bir kavram. Mesela bir tablonun
karşısında durup o tabloyu başkalarına anlatabildiğinizi; ama tablodaki o resmi
kendinizin yapma kabiliyetinizin olmadığını veya çok sınırlı olduğunu düşünün.
Yani hakkında etraflıca konuşabiliyor ama yapamıyorsunuz. İşte günümüz
Müslümanlarının durumu da buna benziyor. Bu kavrayış olmayınca da cihadın
temsil ettiği gerçek mana Müslümanca yaşamanın ideal çizgisi haline
getirilemiyor.
Birçok İslam aliminin ifade ettikleri gibi cihat kavramı çok
daha geniş anlamları kapsayan
ve birçok manevi kabiliyeti işlettirmeyi gerektiren derin bir hakikattir. İman; dinin özü, esası ve manevi denizi ise,
gerçek manasıyla cihat da, o öze ulaşmak adına yapılan zorlu bir yolculuğun
adıdır. Hocaefendi de bu zorlu yolculuğa hep işaret etmiş ve onu (büyük
cihat) ‘’insanın kalbi ve ruhi hayatı
itibariyle insanlığa yükseltilmesi ameliyesi’’ olarak nitelendirmiştir. Düşünsenize;
neredeyse nefes alır sıklıkta çevremizle ve zihni melekelerimizle sürekli bir
iletişim halinde bulunuyoruz. Kin, nefret, öfke, bencillik, kıskançlık ve
nefsani arzu gibi son derece ‘’tahrip edici ve insani kemalattan alıkoyucu
duygu ve düşünceler’’ (F. Gülen) yaşam okyanusunun küçük-büyük dalgaları
şeklinde ruh sahillerimizi mütemadiyen dövüyorlar ve onu aşındırıyorlar. İşte büyük cihat, bu tarz ‘’duygu ve
düşüncelerin bütününe karşı ‘kavga’ etmenin’’ (F. Gülen), direnmenin ve o
dalgalara karşı yüzmenin, o uğurda çalışma azim, cehd ve gayretinin adıdır.
Evet! Popüler
kullanımdaki anlamıyla cihat, iman denizinin sahilinde yüzüp, küçük balıklar tutmak
gibidir. Gerçek derinliği ve manasıyla cihat ise, o iman okyanusunda, dalgalara
ve fırtınalara rağmen insan olmanın gerçek manasının anlaşılması uğruna bir sefere
çıkmaktır. Meşakkatli ve hedefe ulaşılması
adeta imkansız gibi görünen o zorlu yolculukta üzerinde ilerlediğimiz gemi ise
ilim gemisidir. Onun dümeni akıl,
pusulası vicdan, yelkenleri de sabırdır. Bedeni ise bilgi ve hakikat
tahtalarından yapılmıştır.
Kainattaki tüm
yaratılış nasıl Allah’ın (c.c.) ilminin bir yansıması ise bizleri Allah’a ulaştıran
iman yolculuğu da o yüce ilmin bir yansıması, bir türevi olan kendi cinsinden
ilimlerin varlığıyla mümkün olabilir. Allah’a en yakın olabilen, ondan
layıkıyla korkabilen ki, bir hadiste “Hikmetin başı Allah korkusudur
denilmiştir, onu gerçek hakikatıyla en iyi şekilde bilip, tanıyıp, anlayabilen kişiler
alimlerdir. Onları Paygamber varisi yapan miras da kendilerine lütfedilen ilim
ve irfandır. Zümer (39-9) suresinde zikredilen “Bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?” hakikati de buna işaret etmektedir. Bu bağlamda; Maide suresi 35. ayetinde
‘’Ey inananlar, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya yol arayın ve O'nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz’’
denilirken, cihat kelimesi ile Allah’a yakınlaşmaya yol arama davetinin
(emrinin) yanyana bir arada zikredilmeleri de son derece ilginçtir (Bu son
cümle şahsi yorumumdur; lütfen tefsir olarak kabul etmeyiniz).
Bu çok az insana
nasip olan ilmi kavrayış ve bakış (basiret-firaset) olmayınca, fertler; korkular,
nefsani tuzaklar ve ihtiraslar aracılığıyla kullanılmaya ve kandırılmaya daha müsait
hale geliyorlar. Günümüzde Müslüman toplulukların yaşadıkları zulüm ve
sıkıntıların temelinde bu vardır. İlahi
hakikatler ile ruh ve vicdanımız arasındaki ilim halatları koptu ve irfan
köprüleri yıkıldı. Bizler de yüksek debide akan bir ırmağın bir köşede
topladığı çalı-çırpı gibi adına ‘Müslüman ülke’ dediğimiz alanlarda ‘Müslüman
yığınlar’ olarak toplandık. Medreselerimiz,
mekteplerimiz, üniversitelerimiz, kışlalarımız, devlet kurumlarımız,
camilerimiz hep cehaletin, ilkesizliğin, taklitçiliğin, tembelliğin,
nemelazımcılığın, sistemsizliğin, şekilciliğin, bid’atların, hatta zulümlerin
merkezleri haline geldiler.
Medeni dünya ilim ve teknoloji alanında çok hızlı bir sür’atle
bizleri geride bırakıp zenginleşirken geliştirdiği sistemleri, insanı ve
toplumu daha iyi analiz eden fikriyatı sayesinde de insanlık dümeninin başına
geçti. Bizler hakikat denizinde irfan ve bilgelik avlayabileceğimiz güçlü inanç
ağlarına sahip olduğumuz halde, onların ilim yoluyla, daha cılız konumdaki
düşünce ağları ile yakaladıkları en küçük vicdan ve ahlak balıklarını dahi
yakalayamadık. Hala da birbirimize zulmedip, birbirimize çelme takıp bir o yana
bir bu yana tosloya tosloya zaman ırmağında, sanki rastgele akıp giden bir ağaç
kabuğu gibi plansızca sürüklenip gidiyoruz.
İşte yukarıda
çerçevesini sunduğum büyük (derin manasıyla) cihat ufkunu yakalanamadığımız
müddetçe (maddi-manevi) ilmin çelik halatları ile o irfan köprüsünü asla
yeniden tesis edemeyecek ve yeniden bize ait bir medeniyet inşa edemeyeceğiz.
Böylece insanlık ile aramızdaki mesafe gittikçe daha da artacak ve bizler hem onların
sadece tüketicileri konumunda kalmaya devam edeceğiz hem de birbirimizin
enerjisini ve geleceğe dair yeşerttiğimiz son ümit kırıntılarını da tüketmeye
devam edeceğiz.
Yani ilimsiz bir cihat yolculuğu; tıpkı bazı Hollywood
filmlerinde işlendiği gibi, batan bir geminin son kalan kütük parçasına
tutunarak okyanusta hayatta kalmaya çalışmaya benzer. Genelde sonu hüsranla
biter ve başarısız olmaya da mahkumdur.
Günümüzde öncelikle
bize ait hakikatleri özümseyip insanlık ufkuna erişebilmenin, ardından da
onları temsil ve tebliğ yoluyla başkalarına da ulaştırabilmenin yani i’la-yı
kelimetullah (Allah’ın kelamını yüceltmek) yoluyla cihat edebilmenin yolu işte
bu ilim yolundan geçer. Zaten, Hocaefendi’nin ifadesiyle, Bediüzzaman Said
Nursi de, “medenilere galebe ikna iledir” diyerek cihat kavramına yeni bir buut
kazandırmıştır. Bu ‘galip’ olabilme hali ilim, düşünce ve sistemleşmede zirveyi
yakalayabilmekle gerçekleşebilir ancak. Bu çerçeveye, Bediüzzaman Hz.lerinin
‘’Merak ilmin hocasıdır’’ ifadesini de oturttuğunuzda resmetmeye çalıştığım
hakikat tablosu daha da netlik kazanmış oluyor ve ilim-cihat-irfan-medeniyet
yolculuğunun başlangıç noktasına perde aralıyor.
Eski ve yeni
bilgilere hakim olmayan, merak edip sorular sorarak hakikatleri didik didik etmeyen
insanlar günübirlik yaşayorlar ve tefekkür ve tekamül yolundan sapıyorlar.
Böylece de gittikçe özlerinden uzaklaşıyor, vicdan, ahlak ve idrak melekelerini
zamanla körleştiriyor veya hepten kaybediyorlar. Böyleleri; çok geçmeden art niyetli siyasetçilerin, din
istismarcılarının, düzenbazların ve zalimlerin kuklaları haline geliveriyorlar,
günlük korkular, gelecek endişeleri veya boş ümit ve hayallerle kolayca kandırılarak
‘cihat’ adı altında yanlış hedeflerin cazibesine kapılıyorlar.
Tıpkı ay ışığının
yakamozları üzerinde yaratıcısını zikretmesi gerekirken, insanların yaktığı
lambaların üzerine atlayarak yanarak ölen böcekler gibi; ilimden ve meraktan
nasipsiz insanlar da Aşk-ı İlahi’den ve Rabbimizin hikmet güneşlerinden süzülüp
gelen nurdan hakikatler (vahyin gerçek frekansı) yerine sahte insanların
yaktıkları sahte siyaset ampüllerinin peşine takılıp gidiyorlar ve hem
dünyalarını hem de ahiretlerini tehlikeye atıyorlar.
İşte bu nedenle derim ki; Peygamber mirasçıları olan alimlerden
kabul ettiğim Fethullah Gülen Hocaefendi ve Bediüzzaman Hazretleri gibi alimler
insanları yanlış ve eksik olan cihadi perspektiflerle motive etmiyorlar ve böylece
onları boş hayallerin, temelsiz fikirlerin ve fırsatçı-gaddar yönetimlerin
peşine takılıp gitmekten kurtarıyorlar. Zaten
sisteme o şekilde biat etmemiş olduklarından dolayı çeşit çeşit zulümlerin baş
hedefleri haline geliyorlar.
Gerçek alimler bireyi
temel plana alarak onun kafa-ruh-vicdan bütünlüğü ve insicamına yani iman
inşasına odaklanırlar. Bireyin Allah’a yakınlaşmasına vesile olmak gayesiyle onun
ruh havzasına köprü kurup ilim-iman-vicdan bütünleşmesine yoğunlaşırlar. Bunu
yaparken de birey ile toplumu, ilim ile imanı, vicdan ile ahlakı, irfan ile
medeniyeti buluşturmaya gayret ederler. Bu yöntem Peygamber mesleği olması
hasebiyle günümüzde de hala en geçerli olan cihat şeklidir. Doğru olan yöntem
de budur. Medeni asırda i’la-yı kelimetullah yani Allah’ın adını yüceltmek
ancak bu tarz yöntemlerle mümkündür.
Etiketler:
AKP,
Bediuzzaman,
cihat,
Fethullah Gulen,
matematik,
Said Nursi
21 Temmuz 2017 Cuma
CEMAAT-ERDOĞAN EKSENİNDE RÜYA SEANSI-RÜYA TİMİ MESELESİ
Bu yazı 21 Temmuz 2017 tarihinde Yeniyon24 de yayınlanan köşe yazısıdır.
Rüya meselesi dinimizde önemli bir yere sahiptir. Bizzat
Peybamber Efendimiz tarafından rüyalara değer verildiği herkesçe malumdur ve bu
konuda bir çok hadis nakledilmiştir. Kendisinin zaman zaman sahabe
efendilerimizi etrafına toplayıp onlara rüya gören olup olmadığını sorduğu,
cevap alamadığında da ‘’ben gördüm’’ diyerek kendi rüyasını anlattığı rivayet
edilmiştir. Yine bazı hadislerde geçtiği şekliyle Efendimizin, mü'minin rüyasının,
nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüz olduğunu ifade ettiği, ayrıca kendisinden
sonra, nübüvvetten sadece mübeşşiratın (müjdeciler) kalacağını söylediği ve takip
eden açıklamasında da ‘’mübeşşirat’’
ile ‘’salih rüyaları" kastettiği bizlere aktarılmıştır. Son olarak;
rüyaları tanımlayan başka bir sözünde Efendimiz, rüyaların üç kısım olduğunu
belirtmiş; bunları da Allah'tan bir müjde, nefsin bir konuşması veya şeytanın
bir korkutması olarak açıklamıştır.
Rüya konusu Kur’an’da 14 ayette geçmektedir. Bizzat
Kur’an’da geçen ‘’Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı’’ ifadesi
belki de bizzat Allah (c.c.) tarafından rüyaların ehemmiyetine, varlığına dair
yapılmış bir tasdik, bir tebcildir. Zaten, bir çok peygambere olduğu gibi
Efendimiz’e de bazı vahiylerin rüya yoluyla geldiği kabul edilmektedir. Vahyin
Allah’tan geldiğine iman etmiş bir ümmetin bu nedenle bu vahiylerin geliş
vasıtalarından birisi olan rüyalara karşı bakışı da o nedenle hep olumlu ve bir
saygı çerçevesinde olmuştur. İslam alimleri ve bilim insanları, bazı rüyaları
anlık psikolojik ruh haletlerine bağlarlar. Bu, yukarıda ifadesi geçen ‘nefsani
rüyalara’ işaret eder. Bir de dini çevçevede ele alınan şeytani ve salih
rüyalar konusu vardır ki onlara yukarıdaki hadisler bağlamında değindik zaten.
Elbette rüyalar dinin şer’i sınırlarının içine
sokulamayacak, onların önüne geçirilemeyecek bir dairede değerlendirilirler ve
öyle de olmaları gerekir. Fethullah Gülen Hocaefendi de 2001 yılında yazdığı
‘’Rüya ile amel edilir mi?’’ başlıklı yazısında [salih] rüyaların Allah’tan bir
müjde olduğunu yineledikten sonra rüyalarla yine de amel edilemeyeceğini
belirtmiş ve bunun da ötesinde rüyaları ‘’başkalarını
ilzam etmede’’ kullanmanın ‘’çok büyük bir hata ve açıkça dinin nasslarıyla
savaş’’ demek olduğunu belirtmiştir.
Gelelim günümüze ve beni bu başlığı attıran gündeme…
Malumuz olduğu üzere daha geçenlerde Erdoğan, her zaman
yaptığı gibi, Hizmet Hareketi üyelerine karşı yürüttüğü soykırıma yeni bir
propaganda malzemelesi sağlamak adına ‘’rüya seansları yapıyorlar’’ şeklinde
bir ifade kullandı. Zaten elindeki Havuz
medyası da mütemadiyen kara propaganda üretmek ve onu canlı tutmak vazifesi
gördüklerinden dolayı bir süredir bu rüyalar konusu üzerinden iftiralarına
devam ediyorlardı. Yaptıkları kara propaganda ile Cemaat üyelerinin ‘’rüya
seansları’’ ile takip edenlerini kandırdıklarını, yalan rüyalar uydurduklarını,
dağılmayı önlemeye çalıştıklarını ve hatta ‘’rüya timleri’’ kurduklarını söylüyorlardı.
Bizler bu kadar alçakça iftiraları yazan insanlar hiç mi utanmazlar acaba diye
düşünürken aynı ifadeleri Erdoğan da kendi medyası üzerinden halkın zihinlerine
kazınmaya devam etti. Medyaları, bir iki rüya üzerinden hareket ederek ve
onların içinden bir kaç cümle ayıklayarak yönlendirmeli bir şahsiyetsizleştirme
operasyonu yürüttüler hep.
İstihbrarat masalarında veya Saray odalarında kurgulanan ve
cılız psikolojik savaş taktiklerine dayalı bu tür kurmaca yalanların hiç bir
inandırıcılıkları olmadığı gibi, ‘keşke karşımızdaki düşman bari biraz akıllı
olsa idi’ mukabilinde bizlere saç-baş da yolduruyorlar. Zaten bu yazıyı süreç
boyunca gördüğü rüyaları okurlarıyla paylaşmış olan birisi olarak yazdığımı da
kayda geçmiş olayım.
Uzun bir girişle anlattığım rüyaların dini çerçevesi bu
tezviratları yapan İslamcı çevrelerin de aslında çok iyi bildikleri ve kabul
ettikleri hakikatler. Beni şaşırtan, İslamcı AKP’li çevrelerin sırf düşmanlık
uğruna saygı görmeleri gereken dini değerler üzerinden muhataplarına saldırma
ve onları aşağılama çabaları. Ne yazıkki;
‘’rüya timleri’’ ve ‘’rüya seansları’’ gibi algı içeren ifadelerle uzun süredir
yaptıkları gibi masum Müslümanları terörist olarak gösterme gayretlerine devam
ediyorlar. Bu yalan propagandalarla
saf AKP’li zihinleri dini değerler üzerinden diğer Müslümanlara karşı
kışkırtıyorlar. Elbette bunlar Hizmet mensuplarını ‘din dışı’ göstermeye
çalışan bir anlayışa da hizmet ediyorlar.
Öncelikle, Müslüman
bir grubun veya şahısların gördükleri rüyalar hakkında yalan ithamında
bulunmak, onlara negatif anlamlar yüklemek ve onları ‘seans’ gibi dinimizde
yeri olmayan, büyücü ve falcıların kullandıkları tarzda, sanki din dışı bir
eylem yapılıyormuş havasında aşağılamak, ‘rüya timi’ gibi saçma sapan bir ifade
ile de şahısları sanki bir terörist grup, bir sekt gibi göstermeye çalışmak son
derece saygısızca, terbiyesizce ve Müslümanlığa asla yakıştırılamayacak davranış
biçimleridir. Bunların devlet adamları nezdinde temsil edilen boyutlarda
yaşanabildiği bir ülke zaten sefil bir konuma düşmüş demektir. Düşmana ihtiyacı
yoktur!
Ayrıca bu tür büyük yalanlar, iftiralar ve ithamlar çok
büyük bir suizan ve kul hakkıdır. Kamu hakkı, din hakkı ve Allah hakkı gibi
boyutları da bulunduğundan bu tür eylem biçimleri münafıkane hareketlerdir ve
çok tehlikelidirler. İnsanların bu tür yanlışlık girdaplarında debelenerek
insanlıklarını nasıl bu kadar kolayca ve ucuz bir şekilde harcadıklarını görmek
beni çok derinden üzüyor!
Bu aşamada, az önce alıntıladığım, Hocaefendi’nin sözüne
geri dönelim. Görülen (salih) rüyalarla başkalarını ilzam etmeye çalışmanın
bile dinin nasslarına karşı bir savaş, bir eylem olduğunu belirten bir insanı
ve sevenlerini kastederek onların ‘’rüya timleri’’ kurmak suretiyle, uydurulmuş
rüyalar vasıtasıyla ve din dışı (rüya) seansları yapar bir tarzda Müslüman
insanları kandırdıklarını söylemek, iddia ediyorum ki, dinin nasslarına karşı
gerçekleştirlen ve dinin özünden çok kopuk eylemlerdir. Bunları, terörist
olarak göstermeye çalıştıkları insanlara karşı, o algıyı toplumda iyice
yerleştirmek maksadıyla da yaptıklarından ötürü ve terörist ithamı da bir tekfir
olduğundan dolayı, bu zavallıların imanlarını bile kaybetme noktasına geldiklerini
düşünüyorum. Yani kim bu çerçevede ve bu tür niyetleri taşıyarak ‘’rüya seansı
yapıyorlar’’ diyorsa tüm bu yanlışlıklar zincirini de desteklemiş olduğundan,
kim bilir belki de imanını bile tehlikeye atıyordur.
Dinin nasslarıyla savaşın sonu hüsrandır, saldıran kişiyi
yer bitirir. Ayrıca atılan iftira ve suizanların bir başka boyutu daha var.
Eğer o Müslümanlar o rüyaları gerçekten görüyorlarsa ve o rüyalar gerçekten
Peygamberimizin işaret ettiği ve Allah’ın hediyesi sayılan mübeşşirattan
(müjdeler) sayılan salih rüyalar zümresinden iseler, siz bu tür saldırılarla
neyin tarafı olmuş olursunuz? Peygamberin sözlerine karşı sırf onun imajını
sarsmak ve ‘şahsiyetsizleştirmek’ adına ‘bu sözler sihir’ diyen, ‘yalan
söylüyor’ diyen insanlarla salih rüya gören bir müslümana ‘rüya seansı’
yapıyor, ‘yalan rüya üretiyor’ diyen insan arasında sadece renk tonu farkı
vardır. Zavallılık noktasında eş değerdedirler.
Tarih boyunca
zalimler zulmettikleri masum insanların veya tehdit olarak algıladıkları salih
toplulukların fikirlerinden, varlıklarından ve temsil ettikleri değerlerden hep
korkmuşlardır. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, artık insanların rüyalarından ve
salih rüya görme ihtimallerinden bile korkulur konuma gelinmiş ve onlar
üzerinden aleyhte karalama kampanyaları tertip ediliyor. Onların sadece
kişiliklerini değil, dinin salih rüya olarak gördüğü rüyalarını bile
şahsiyetsizleştirme telaşına düşmüşler. Fikirlerin zehirli olduğunu düşünen bu
zalimler, artık rüyaların da zehirli olduğunu düşünme noktasına devrilmiş
olmalılar ki, böyle bir zihni çöküş de İslamcı zalimlere nasip oldu! Bu İslamcı
zalimler uzun süredir yolsuzluklarını unutturma adına halkın zihnini bulandırıp
dikkat dağıtmaya çalışıyorlar ve kara propagandalar yapıyorlardı. Onları, salih
rüyaların halkın bakış açısını etkileyip, yaptıkları büyüyü dağıtma
ihtimalinden bile titretecek bir kin, nefret ve korku sarmalına itecek ne tür
suçlar işlediler acaba?
Allah’ım! Yok mu bu zihin ve vicdan sefaletinin bir dibi!
Etiketler:
Cemaat,
Erdogan,
Fethullah Gulen,
Hocaefendi,
ruya,
Ruya seansi,
Ruya timi
19 Haziran 2017 Pazartesi
ÖZÜNDEN KOPARDIĞIMIZ ŞEHİTLİK KAVRAMI
Bu yazı 19 Haziran 2017 tarihinde Yeniyon24 de yayınlanan köşe yazısıdır.
Şehitlik gibi kutsal bir kavram her nekadar dinimizde önemli bir yere sahip olsa da, birçok dini değer, kavram ve ifade gibi o da suistimale uğrayabiliyor. Onları istismar etmeyen çoğumuz da bu sefer laubali, üstünkörü ve özünden uzak kullanımlarla bu tür kavramlara zarar veriyoruz.
Mesela en basitinden; ‘Ya Allah!’, ‘Bismillah!’, ‘Allahuekber!’, ‘İnşallah’ gibi ifadelerin toplumumuzdaki lakayd ve özlerinden yoksun şekildeki kullanımları bu kavramların aslen temsil ettikleri derin manaların üzerine laubalilik örtüsü örtüyor. Yıllar önce ABD’de Hristiyan bir papaz ile bir konuşmamı hatırladım şimdi. Kendisi bana Arap ülkelerinde yaşadığını ve dinimize aşina olduğunu söylemişti. ‘’Sizdeki inşallah ifadesi ve temsil ettiği mana çok hoşuma gidiyor; bizim dinimizde bu yok!’ demişti. Şunu da ekledi sözlerine sonra: ‘’Ama hangi Müslümanla karşılaştıysam inşallah dediklerinde aslında o işi yapmak gibi bir niyetleri olmadığını, karşısındakini geçiştirmek adına o şekilde söylediklerini anlamam uzun sürmedi.’’ Belki Müslümanların çoğu o niyetle kullanmıyorlar o ifadeyi; ancak kullanımda ve uygulamada sergilenen birtakım samimiyetsizlikler ve ifadenin özüne zarar verici bir kısım sadakatsizlikler o papaza öyle düşündürtmüş olmalıydı. Haksız da sayılmazdı!
Tıpkı bunlar gibi, biz Müslümanların ve tesis ettiğimiz devletlerin şehitlik kavramına bakış açılarını da belirli yönleriyle kusurlu bulmuşumdur hep. Sanki şehitlik kavramını, Allah (c.c.) için fedakarlıktan; vatan için, dava için feda etme noktasına indirgiyoruz gibime geliyor... Oysa şehitlik, Allah’ın rızasını kazanma uğruna yaptığımız bazı fedakarlıkların O’nun tarafından muhatap alınması ve onlara lütfu ve rahmetiyle bir değer atfedip onu bize bir hediye gibi sunması sayesinde elde edilir.
Uğruna öldüğümüz dava veya vatan, yani eylem, O’nun rızası, lütfu, iradesi ve hikmeti istikametinde bir değer ifade ediyor ve kabul görüyorsa şayet şehitlik ünvanını kazandırır bizlere. O da ancak Allah rızasına kilitlenmiş sağlam bir irade, o rızadan beslenen saf bir niyet ve o yolda çekilecek sıkıntılara karşı da derin bir sabır ve sadakat taşınarak elde edilebilir. Böyle bir lütfun doğası gereği de, insanların belirli şekillerde ölen insanlar için hemen şehitlik etiketini kullanmaları sorunlu olabilir.
Elbette bu kullanımların bir kısmı Kur’an’da geçen bazı ifadelere dayanılarak yapılıyor. Belki kullananı mesul bile yapmayabilir o sözler. Benim dikkat çekmek istediğim husus; bu ve benzeri kavramların kullanımlarında daha takva yörüngeli ve temkinli hareket etmek gerektiğine dair bir tavsiye sadece. Yani, her ne kadar Kur’an’da belli işaretler olsa da, direk olarak ‘şehit oldu’ demek yerine ‘inşallah Allah şehitlik makamı nasib eder!’ diyerek bunu bir temenni, bir dua şeklinde Allah’ın iradesine, yani gerçek sahibine yöneltmeli ve O’nun rahimiyetinden, lütfundan, kereminden talepkar olunarak gerçek bir kul-Rab ilişkisi çizgisinde hareket edilmeli…
Bu yazıda ele aldığım bu mesele bazılarınıza çok küçük ve önemsiz bir konu gibi gelebilir. Oysa bazı küçük belirtilerin ve semptomların aslında daha büyük hastalıkların göstergeleri olduğunu da unutmayın. Kendi öz kavramlarına lakayd kalabilen bir topluluk belli değerlerin özünden kopuş yaşıyor olabilir. Koptukça da artık daha çok folklorik kavrayışların ve şekli uygulamaların kurbanı olabilirler. Bugün Müslümanların içinde yaşadıkları boşluk bunun önemli bir göstergesidir.
Şehitlik kavramı ile birlikte el ele anılan kavramlardan olan cihad kavramına bakın mesela.
Yabancıların cihad kavramını Müslümanlar aleyhine bir algı aracı olarak kullandıklarını çok dile getiririz de, o kavramı asıl Müslümanların kirlettiklerini pek seslendirmeyiz. Bu bağlamda Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, ‘’Müslüman terörist olamaz, terörist de Müslüman olamaz!’’ sözü daha önemli bir hale gelmektedir.
Bugün bazı art niyetli ve fırsatçı çevreler, bir kısım insanların ve grupların fakirliklerinden, çaresizliklerinden, eğitimsizliklerinden, korkularından ve ruhsal birtakım boşluklarından yararlanmak suretiyle onlara içi boş ümitler, sahte kahramanlıklar, cennetler, huriler, zaferler ve hilafetler vaad ederek onları kandırıyorlar. Bunu da ‘cihad’ aromalı şehitlik haplarıyla uyuşturulmuş beyinlere cesaret aşılamak suretiyle başarıyorlar.
Bunu günümüzde; sağda solda bilinçsizce kendini patlatan veya silahlı eylem yapan talihsiz insanların acı akıbetlerinde ve siyasilerin gazına gelerek ‘şehitlik’ aramak için yanlış yöntemler peşinde koşarken öldürülenlerin kaderlerinde hep bunun izlerini görüyoruz. Bunlardan birinci gruptakilerin Müslüman bile kalamayacağı üzüntüsüyle titrerken, ikincilerinse, yine siyasi propagandalar ve kazanımlar uğruna, hemen ‘şehit’ olarak lanse edilmelerine temkinle yaklaşıyoruz; nihai kararı siyasilerin aceleci fırsatçılıklarından ziyade, Rabbimizin rahmetine havale ediyoruz!
20. yüzyılın başlarında yaşamış olan Amerikalı düşünür Hoffer, kitle hareketlerine katılan insanların motivasyonlarını analiz eden çalışmasında onların sadece taşıdıkları fikirlerle (ideolojilerle) değil bazı temel psikolojik ihtiyaçlarını da temin etmek maksadıyla bu hareketlere katıldıklarını irdeler. Ben buna daha çok hamasi hareketleri dahil ediyorum. Bunu biraz daha genişleterek konumuza bağlarsak, bizler de biliyoruz ki, bugün ‘cihat’ ve ‘şehitlik’ uğruna kandırılan birçok insan, az önce de özetlediğim gibi, hem maddi birtakım mağduriyetlerden hem de bazı ruhsal ve iradi boşluklarından ve ümitsizliklerinden yakalanarak motive edilip yönlendiriliyorlar.
Öyle bir fitne döneminde yaşıyoruz ki, doğru ile eğriyi birbirinden ayırt etmek, meselelere basiretle bakabilmek, gerçek niyetleri okuyabilmek artık çok zorlaşmış durumda. Dine, kutsala, topluma, vatana dair ne tür değer varsa neredeyse hepsi siyasi odaklar ve çıkar grupları tarafından suistimal ediliyorlar. Bundan en çok da yüce dinimize ait kavramlar nasibini alıyorlar. Maalesef, kendilerine İslamcı diyen birçok kişi de bu konuda şeytanlara bile taş çıkartacak marifetler ve refleksler geliştirmiş durumdalar.
Yolsuzluklar yapıp, insanların hakkına giren, birilerine zulm eden bir ‘Müslüman’ bir kazada veya askerde nöbette veyahutta toplumun ‘şehit olursun’ dediği bir eylem üzerinde iken öldü diye hemen ‘şehit oldu’ mu diyeceksiniz? Tersinden de bakalım: Bir hadiste Efendimiz, "Kim samimi bir şekilde şehitliği istese, yatağında ölse bile Allah onu şehitler menziline ulaştırır" der. Yani yukarıda ifade ettiğim şekliyle, kimin o makama nail olacağı bizce belirsizdir. Şehitlik ancak, bu yazıda resmetmeye çalıştığım irade, sabır ve niyet neticesinde sadece Allah tarafından bahşedilebilecek bir lütuftur.
Demek ki, hiç bir ölüm karşısında kendi fikir ve hissiyatımızı Allah’ın iradesi önüne koymamalı; kesin bir dille ne ‘şehit oldu’ demeli, ne de ‘şehitlikle ne alakası var’ benzeri hükümler vermeliyiz…
Uhud savaşındaki kahramanlıkları karşısında insanların, hakkında; ‘ölürse şehit, kalırsa gazi’ dedikleri Kuzman, ‘’Ne şehitliği! Ben kavmimin şerefi adına savaşıyorum!’ diyerek aslında bu yazıda anlatmaya çalıştığım hakikatın resmedildiği tabloya elindeki kılıç ile bir boya çalıyor adeta..
O yüzden şehit değil demek de, oldu demek de mahsurlu gibi görünüyor bana. En azından ben, Rabbimizin iradesine olan saygıyı ön plana çıkararak imtina ediyorum böyle kesin hükümler vermekten ve iyi insanların o tarz ölümleri karşısında ‘inşallah nasib olmuştur’ diyerek bir dua, bir temenni ile meseleye yaklaşıp, nihai kararı Rabbimizin iradesine havale ediyorum. Kanaatimce de bu yaklaşım ve hassasiyet Rabbimize karşı duyduğumuz kulluk bilincine daha uygun olan bir davranış biçimi ve bir kulluk ahlakıdır.
Şehitlik konusunda kısaca değinilecek bir başka husus da, bu kavramın devlet düzeyinde ele alınış şeklidir. Bazı devletler ki bugün kendilerini ‘İslam Devleti’ olarak tanımlayan rejimler de bu kategoridedirler, kendilerine bir nevi kutsallık ve ‘dine hizmet’ kimliği biçtikleri için vazife başında ölen bazı fertlerine şehitlik payesi vermektedirler. Bu çoğunlukla aslında bir kategorize yöntemidir. O insanların ailelerinin mağdur olmaması adına bir sistem lazımdır ve şehitlik kavramı bu vazifeyi görmektedir. Normal işleyen devletlerde bu normal bir tavır olabilir, ancak bu kavramı suistimal eden devlet rejimlerinde durum irdelenmeye muhtaçtır.
Türkiye gibi laik bir toplumda devlet kendisine bu tarz bir ‘dine hizmet’ rolü biçemezse de ‘devletin kutsallığı’ meselesi yakamızdan hiç düşmeyen bir yanlış olarak kalmıştır. Bu kavram her nedense din-devlet ayrımı gibi bir bakış açısı kapsamından çıkarılmış ve istisna tutulmuş bir olgu gibidir; çünkü askeri motivasyonları çok ön planda olan bir rejimin temeli olan bir ordunun halk ile bağını sağlamlaştıran güçlü bir araçtır. Bu olmamalı demiyorum, sadece laiklik ilkesine taparcasına bağlı bir rejimin bu konudaki samimiyetsizliğine işaret ediyorum. Kısaca, laik bir devlet şehitlik kavramını kullanarak zemin oluşturamaz, ama fert bazında Müslümanlar vatanlarını korumak adına şehitlik arzusu ve niyeti taşıyabilirler. Demokratik bir devlet de buna saygı duyabilir ve onure edebilir.
Aslında Türkiye’de geçerli bu konunun da sosyo-psikolojik-politik yönden incelenmesi gerekmektedir. Bugün Ergenekon gibi suç örgütü haline gelmiş bir oluşum adına cinayet işleyen bazı insanları dinlediğinizde onların da hep ‘’devletim için yaptım!’’ dediklerini görürsünüz. Bu insanlar da öldüklerinde devlet tarafından şehit muamelesi görmektedirler. PKK bile bu kavramı suistimal etmekte, Kürt kardeşlerimizin çoğunluğunun İslami hassasiyetleri güçlü olduğundan, kendi militanları için şehitlik etiketini kullanmaktadır. Bu suistimali kelimenin lafzından ziyade manevi karşılığına atıfta bulunmak suretiyle yapmaktadır. Liberal demokratlarımızın bile gösteride ölen bir sevenleri için ‘demokrasi şehidi’ tabirini rahatlıkla kullanabilmeleri toplumca bu kavramı nasıl dünyevileştirdiğimizin ayrı bir göstergesidir.
Şimdilik burada bırakıyorum.
Şehitlik gibi kutsal bir kavram her nekadar dinimizde önemli bir yere sahip olsa da, birçok dini değer, kavram ve ifade gibi o da suistimale uğrayabiliyor. Onları istismar etmeyen çoğumuz da bu sefer laubali, üstünkörü ve özünden uzak kullanımlarla bu tür kavramlara zarar veriyoruz.
Mesela en basitinden; ‘Ya Allah!’, ‘Bismillah!’, ‘Allahuekber!’, ‘İnşallah’ gibi ifadelerin toplumumuzdaki lakayd ve özlerinden yoksun şekildeki kullanımları bu kavramların aslen temsil ettikleri derin manaların üzerine laubalilik örtüsü örtüyor. Yıllar önce ABD’de Hristiyan bir papaz ile bir konuşmamı hatırladım şimdi. Kendisi bana Arap ülkelerinde yaşadığını ve dinimize aşina olduğunu söylemişti. ‘’Sizdeki inşallah ifadesi ve temsil ettiği mana çok hoşuma gidiyor; bizim dinimizde bu yok!’ demişti. Şunu da ekledi sözlerine sonra: ‘’Ama hangi Müslümanla karşılaştıysam inşallah dediklerinde aslında o işi yapmak gibi bir niyetleri olmadığını, karşısındakini geçiştirmek adına o şekilde söylediklerini anlamam uzun sürmedi.’’ Belki Müslümanların çoğu o niyetle kullanmıyorlar o ifadeyi; ancak kullanımda ve uygulamada sergilenen birtakım samimiyetsizlikler ve ifadenin özüne zarar verici bir kısım sadakatsizlikler o papaza öyle düşündürtmüş olmalıydı. Haksız da sayılmazdı!
Tıpkı bunlar gibi, biz Müslümanların ve tesis ettiğimiz devletlerin şehitlik kavramına bakış açılarını da belirli yönleriyle kusurlu bulmuşumdur hep. Sanki şehitlik kavramını, Allah (c.c.) için fedakarlıktan; vatan için, dava için feda etme noktasına indirgiyoruz gibime geliyor... Oysa şehitlik, Allah’ın rızasını kazanma uğruna yaptığımız bazı fedakarlıkların O’nun tarafından muhatap alınması ve onlara lütfu ve rahmetiyle bir değer atfedip onu bize bir hediye gibi sunması sayesinde elde edilir.
Uğruna öldüğümüz dava veya vatan, yani eylem, O’nun rızası, lütfu, iradesi ve hikmeti istikametinde bir değer ifade ediyor ve kabul görüyorsa şayet şehitlik ünvanını kazandırır bizlere. O da ancak Allah rızasına kilitlenmiş sağlam bir irade, o rızadan beslenen saf bir niyet ve o yolda çekilecek sıkıntılara karşı da derin bir sabır ve sadakat taşınarak elde edilebilir. Böyle bir lütfun doğası gereği de, insanların belirli şekillerde ölen insanlar için hemen şehitlik etiketini kullanmaları sorunlu olabilir.
Elbette bu kullanımların bir kısmı Kur’an’da geçen bazı ifadelere dayanılarak yapılıyor. Belki kullananı mesul bile yapmayabilir o sözler. Benim dikkat çekmek istediğim husus; bu ve benzeri kavramların kullanımlarında daha takva yörüngeli ve temkinli hareket etmek gerektiğine dair bir tavsiye sadece. Yani, her ne kadar Kur’an’da belli işaretler olsa da, direk olarak ‘şehit oldu’ demek yerine ‘inşallah Allah şehitlik makamı nasib eder!’ diyerek bunu bir temenni, bir dua şeklinde Allah’ın iradesine, yani gerçek sahibine yöneltmeli ve O’nun rahimiyetinden, lütfundan, kereminden talepkar olunarak gerçek bir kul-Rab ilişkisi çizgisinde hareket edilmeli…
Bu yazıda ele aldığım bu mesele bazılarınıza çok küçük ve önemsiz bir konu gibi gelebilir. Oysa bazı küçük belirtilerin ve semptomların aslında daha büyük hastalıkların göstergeleri olduğunu da unutmayın. Kendi öz kavramlarına lakayd kalabilen bir topluluk belli değerlerin özünden kopuş yaşıyor olabilir. Koptukça da artık daha çok folklorik kavrayışların ve şekli uygulamaların kurbanı olabilirler. Bugün Müslümanların içinde yaşadıkları boşluk bunun önemli bir göstergesidir.
Şehitlik kavramı ile birlikte el ele anılan kavramlardan olan cihad kavramına bakın mesela.
Yabancıların cihad kavramını Müslümanlar aleyhine bir algı aracı olarak kullandıklarını çok dile getiririz de, o kavramı asıl Müslümanların kirlettiklerini pek seslendirmeyiz. Bu bağlamda Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, ‘’Müslüman terörist olamaz, terörist de Müslüman olamaz!’’ sözü daha önemli bir hale gelmektedir.
Bugün bazı art niyetli ve fırsatçı çevreler, bir kısım insanların ve grupların fakirliklerinden, çaresizliklerinden, eğitimsizliklerinden, korkularından ve ruhsal birtakım boşluklarından yararlanmak suretiyle onlara içi boş ümitler, sahte kahramanlıklar, cennetler, huriler, zaferler ve hilafetler vaad ederek onları kandırıyorlar. Bunu da ‘cihad’ aromalı şehitlik haplarıyla uyuşturulmuş beyinlere cesaret aşılamak suretiyle başarıyorlar.
Bunu günümüzde; sağda solda bilinçsizce kendini patlatan veya silahlı eylem yapan talihsiz insanların acı akıbetlerinde ve siyasilerin gazına gelerek ‘şehitlik’ aramak için yanlış yöntemler peşinde koşarken öldürülenlerin kaderlerinde hep bunun izlerini görüyoruz. Bunlardan birinci gruptakilerin Müslüman bile kalamayacağı üzüntüsüyle titrerken, ikincilerinse, yine siyasi propagandalar ve kazanımlar uğruna, hemen ‘şehit’ olarak lanse edilmelerine temkinle yaklaşıyoruz; nihai kararı siyasilerin aceleci fırsatçılıklarından ziyade, Rabbimizin rahmetine havale ediyoruz!
20. yüzyılın başlarında yaşamış olan Amerikalı düşünür Hoffer, kitle hareketlerine katılan insanların motivasyonlarını analiz eden çalışmasında onların sadece taşıdıkları fikirlerle (ideolojilerle) değil bazı temel psikolojik ihtiyaçlarını da temin etmek maksadıyla bu hareketlere katıldıklarını irdeler. Ben buna daha çok hamasi hareketleri dahil ediyorum. Bunu biraz daha genişleterek konumuza bağlarsak, bizler de biliyoruz ki, bugün ‘cihat’ ve ‘şehitlik’ uğruna kandırılan birçok insan, az önce de özetlediğim gibi, hem maddi birtakım mağduriyetlerden hem de bazı ruhsal ve iradi boşluklarından ve ümitsizliklerinden yakalanarak motive edilip yönlendiriliyorlar.
Öyle bir fitne döneminde yaşıyoruz ki, doğru ile eğriyi birbirinden ayırt etmek, meselelere basiretle bakabilmek, gerçek niyetleri okuyabilmek artık çok zorlaşmış durumda. Dine, kutsala, topluma, vatana dair ne tür değer varsa neredeyse hepsi siyasi odaklar ve çıkar grupları tarafından suistimal ediliyorlar. Bundan en çok da yüce dinimize ait kavramlar nasibini alıyorlar. Maalesef, kendilerine İslamcı diyen birçok kişi de bu konuda şeytanlara bile taş çıkartacak marifetler ve refleksler geliştirmiş durumdalar.
Yolsuzluklar yapıp, insanların hakkına giren, birilerine zulm eden bir ‘Müslüman’ bir kazada veya askerde nöbette veyahutta toplumun ‘şehit olursun’ dediği bir eylem üzerinde iken öldü diye hemen ‘şehit oldu’ mu diyeceksiniz? Tersinden de bakalım: Bir hadiste Efendimiz, "Kim samimi bir şekilde şehitliği istese, yatağında ölse bile Allah onu şehitler menziline ulaştırır" der. Yani yukarıda ifade ettiğim şekliyle, kimin o makama nail olacağı bizce belirsizdir. Şehitlik ancak, bu yazıda resmetmeye çalıştığım irade, sabır ve niyet neticesinde sadece Allah tarafından bahşedilebilecek bir lütuftur.
Demek ki, hiç bir ölüm karşısında kendi fikir ve hissiyatımızı Allah’ın iradesi önüne koymamalı; kesin bir dille ne ‘şehit oldu’ demeli, ne de ‘şehitlikle ne alakası var’ benzeri hükümler vermeliyiz…
Uhud savaşındaki kahramanlıkları karşısında insanların, hakkında; ‘ölürse şehit, kalırsa gazi’ dedikleri Kuzman, ‘’Ne şehitliği! Ben kavmimin şerefi adına savaşıyorum!’ diyerek aslında bu yazıda anlatmaya çalıştığım hakikatın resmedildiği tabloya elindeki kılıç ile bir boya çalıyor adeta..
O yüzden şehit değil demek de, oldu demek de mahsurlu gibi görünüyor bana. En azından ben, Rabbimizin iradesine olan saygıyı ön plana çıkararak imtina ediyorum böyle kesin hükümler vermekten ve iyi insanların o tarz ölümleri karşısında ‘inşallah nasib olmuştur’ diyerek bir dua, bir temenni ile meseleye yaklaşıp, nihai kararı Rabbimizin iradesine havale ediyorum. Kanaatimce de bu yaklaşım ve hassasiyet Rabbimize karşı duyduğumuz kulluk bilincine daha uygun olan bir davranış biçimi ve bir kulluk ahlakıdır.
Şehitlik konusunda kısaca değinilecek bir başka husus da, bu kavramın devlet düzeyinde ele alınış şeklidir. Bazı devletler ki bugün kendilerini ‘İslam Devleti’ olarak tanımlayan rejimler de bu kategoridedirler, kendilerine bir nevi kutsallık ve ‘dine hizmet’ kimliği biçtikleri için vazife başında ölen bazı fertlerine şehitlik payesi vermektedirler. Bu çoğunlukla aslında bir kategorize yöntemidir. O insanların ailelerinin mağdur olmaması adına bir sistem lazımdır ve şehitlik kavramı bu vazifeyi görmektedir. Normal işleyen devletlerde bu normal bir tavır olabilir, ancak bu kavramı suistimal eden devlet rejimlerinde durum irdelenmeye muhtaçtır.
Türkiye gibi laik bir toplumda devlet kendisine bu tarz bir ‘dine hizmet’ rolü biçemezse de ‘devletin kutsallığı’ meselesi yakamızdan hiç düşmeyen bir yanlış olarak kalmıştır. Bu kavram her nedense din-devlet ayrımı gibi bir bakış açısı kapsamından çıkarılmış ve istisna tutulmuş bir olgu gibidir; çünkü askeri motivasyonları çok ön planda olan bir rejimin temeli olan bir ordunun halk ile bağını sağlamlaştıran güçlü bir araçtır. Bu olmamalı demiyorum, sadece laiklik ilkesine taparcasına bağlı bir rejimin bu konudaki samimiyetsizliğine işaret ediyorum. Kısaca, laik bir devlet şehitlik kavramını kullanarak zemin oluşturamaz, ama fert bazında Müslümanlar vatanlarını korumak adına şehitlik arzusu ve niyeti taşıyabilirler. Demokratik bir devlet de buna saygı duyabilir ve onure edebilir.
Aslında Türkiye’de geçerli bu konunun da sosyo-psikolojik-politik yönden incelenmesi gerekmektedir. Bugün Ergenekon gibi suç örgütü haline gelmiş bir oluşum adına cinayet işleyen bazı insanları dinlediğinizde onların da hep ‘’devletim için yaptım!’’ dediklerini görürsünüz. Bu insanlar da öldüklerinde devlet tarafından şehit muamelesi görmektedirler. PKK bile bu kavramı suistimal etmekte, Kürt kardeşlerimizin çoğunluğunun İslami hassasiyetleri güçlü olduğundan, kendi militanları için şehitlik etiketini kullanmaktadır. Bu suistimali kelimenin lafzından ziyade manevi karşılığına atıfta bulunmak suretiyle yapmaktadır. Liberal demokratlarımızın bile gösteride ölen bir sevenleri için ‘demokrasi şehidi’ tabirini rahatlıkla kullanabilmeleri toplumca bu kavramı nasıl dünyevileştirdiğimizin ayrı bir göstergesidir.
Şimdilik burada bırakıyorum.
12 Şubat 2017 Pazar
HOCAEFENDİ, YALNIZLIK, AKP ZULMÜ VE BEN
Bu yazı 12 Şubat 2017 tarihinde Yeniyonum.com (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.
Başlıktaki
dört ifadeyi hangi bağlam kapsamında bir araya getirdiğimi merak etmiş
olabilirsiniz. Elimden geldiğince bir çerçeve içine alıp izah edeyim.
Malumunuz,
ülkemiz çok zorlu ve karanlık zulüm dönemlerinden geçiyor. AK Partinin
İslamcılık gibi bayağı ideolojilerle bile telif edilemeyecek son derece maddi
ve çıkarcı yaklaşımlarla içine battığı yolsuzluk ve hırsızlıkları örtme
pahasına ülkeyi nasıl tehlikeli bir uçurumun kenarına getirdiğini son 4-5
yıldır hayretle izliyoruz. AK Parti liderliği, bataklıktan kurtulma telaşıyla,
kendisini Ergenekon gibi derin bir suç örgütünün kucağına attı ve binbir türlü
yalanlarla kendine inanan insanları kandırdı. Kendisine inanmayan çoklarını da
zorbalık yolunu seçerek sindirme yolunu tuttu. Artık bir suç örgütü konumuna
gelmiş olan bu yapı, Hitlervari bir faşizm çıkmazının girdabına yakalanarak
sahte düşmanlar üretmeye başladı ve etrafı velveleye vermek suretiyle de
kendisini, hırsızlıklarını örtme telaşı yaşayan ve sürekli çirkefçe bağıran
yavuz hırsızlar konumuna düşürdü.
En kötüsü de;
daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi, yaydıkları korku, algı
maniplasyonları, yalanlar, boş hayaller (Fetih Ruhu, Dünya Lideri, Yeni Türkiye
ve Yeni Osmanlı gibi) ve hamaset hormonları vasıtasıyla toplumun genetiğiyle
oynadılar. Artık İslamcı dindar kesimin insanlık, iz’an, insaf, merhamet ve
hakkaniyet ölçülerinin kalmadığını, adeta kudurmuşçasına kendilerini onaylamayan
diğer Müslümanları linç edip onlara hakaretler ettiklerini, muhbirlik yapıp o
insanları parti kanallarına ihbar ettiklerini veya bu yapılanları nasıl da
sessizce ve hazla izlediklerini hayretle izliyoruz. Toplumun bir çok ferdi,
bunlar hep mi böyle kin dolu idiler, yoksa Erdoğan ve AK Partinin yoğun medya
propagandası sonucu mu böyle çıldırmış bir ruh haline sahip oldular sorusunu
soruyor kendisine.
Bu
yaptıklarıyla AK Parti, toplumda var olan son dostluk ve birliktelik
kırıntılarını da dinamitlemiş oldu. En kötüsü de dindar kesim arasına bile
onarılması çok zor fitneler sokuldu. Kardeş kardeşe düşman edildi, aileler bile
parçalandı. Particilik ve Erdoğancılık çılgınlığıyla, kendi öz oğlunu
evlatlıktan reddeden, eşini boşayan, en yakın akrabalarına terörist diyerek hakaretlerde
bulunan veya onları yalnızlığa,
hatta mallarına kanunsuzca el konulduğu halde, açlığa veya hapishanelerde
zulumlere ve ölümlere terkeden parti fanatiği bir yığın oluştu. Dindar bir iş
adamının veya Hizmet Hareketinin tüm mallarına kanun dışı yöntemlerle el
konulduğu bir ortamda o binalarıın önünde ‘elhamdulillah’ diyerek selfie resim
çektirebildiklerini veya o binayı eşine tahsis eden parti liderinin başörtülü
eşinin halinden gayet memnun bir şekilde gülerek resimlere poz verebildiklerini
de bu süreçte görmüş olduk.
Bu son paragraftaki
yalnızlık ifadesini cımbızlayarak devam edelim.
Ülkemizden
uzakta gurbette yaşadığımız yabancı beldelerde de durum çok farklı değil.
Eskiden dost dediğimiz, her dertlerine koştuğumuz insanların bir anda nasıl
değiştiklerini, yılların dostluklarını Erdoğanizmin propagandalarından
etkilenerek nasıl da kolayca harcadıklarını hayretle izliyoruz. Hatta,
Erdoğan’ın yalancı bir insan olduğunu kendileri de kabul ettikleri halde,
ortaya yayılan korku ve baskı ortamından çekindikleri için, gelecek endişesiyle
hareket eden ve eski dostlukları bir kalemde silen ‘dostlarımız’ olduğunu yine bu
dönemde hayretler içinde müşahede ediyoruz.
Buna bir de
gurbetteki bu dindar insanları parti kanallarına muhbirleyen ve fişleyen
diyanet imamları, partici akademisyen ve öğrenciler veya halktan insanlar da
eklendi. Eski komunist bloku ülkelerinde de kendi başı belaya girmesin diye
aykırı görüşte olan dostlarını jurnalleyen; hatta birbirlerini takip eden
muhbirler konumunda arkadaşlar veya akrabalar vardı. Türk insanı da o noktaya
doğru hızla ilerliyor.
ABD’de
yaşadığım küçük şehirde bile yılların dostlukları bir günde silindi. Herkes
bana ve aileme bir vebalı muamelesi yapıyor artık. En nazik olan ve direk
kendini ifade edemeyenler bile sizinle konuşurken hal ve tavırlarıyla ‘aslında
arayıp sormasan, görüşmesek ne güzel olur!’ şeklindeki tavırlar yayıyorlar
etrafa. Bunu farkediyor ve daha da bir üzülüyorsunuz dostlarınız adına.
Hizmet
Hareketinden hangi insana sorsam dost bildiklerinin, akrabalarının ve sürekli
yardım götürmeye çalıştıkları insanların vefasızlıkları ve olumsuz tavırları
karşısında hayretlere düşmüş olduklarını görüyorum. Bu duruma sabır gösterip,
bunu bir imtihan bilip, kadere teslim olmuş bir vaziyette sürdürüyorlar
gurbetteki yaşamlarını.
Kaç yıldır
kendisine Cemaatten insanların arkadaşlık yaptığı bir kişinin şimdilerde benim
ismimi zikrederek, çevremdeki dindar insanlara, ‘’Uğur hocayı yalnızlığa terkedin, görüşmeyin; böylece hatasını
anlasın!’’ diyerek onları benden uzaklaştırmaya çalıştığını duyduğumda ilk
tepkim sinirlenmek yerine gülümsemek oldu. Her ne kadar o insanların neredeyse
hepsi gelecek endişesiyle benden zaten uzaklaşmış olsalar da, bu şahsın etrafa
yaydığı ve beni gülümseten bu; ‘yalnız
bırakın!’ ifadesi beni bu yazıyı yazmaya teşvik etti.
Hayatı
boyunca türlü türlü fakirlikler ve mağduriyetler yaşamış bir insanım. Sırf bu
fakirliğimden dolayı bile benimle arasına mesafe koyan, benimle kaynaşamayan
insanlar olmuştur. Karakter olarak hiç yalakalık yapmadığım, iltifat bekleyene itibar
etmediğim ve prensiplerle hareket ettiğim için de benden haz etmeyen ve uzak
duran bir sürü insan olmuştur. Onların etraflarındaki insanlardan bencilce
bekledikleri ilgi ve iltifatı onlara vermediğim için çok dışlandığım olmuştur.
Çocukken bile, mahallemizdeki varlıklı ve baskın karakterli; ama çok egoist bir
arkadaşımın haksızlıklarına karşı hep dik durmuştum. Diğer arkadaşlarım korktukları
ve menfaat kapısı (çikolata ikramları gibi…) olduğu için onun her dediğine evet
derler, benim nasıl dik durduğuma şaşırır; hatta eleştirirlerdi. Yere para
düşürse kibrinden dolayı eğilip almayan bu arkadaşım maçlarda açıkca faul yapsa
bile sadece ben itiraz ederdim. O da hemen diğerlerine; bağıran bir sesle,
‘faul mü lan’ diye sorar, hemen hepsi yok derlerdi. En insaflı ama ürkek bir
iki tanesi de pozisyonu gördükleri halde ‘valla
ben görmedim’ diyerek vicdanlarını bastırırlardı.
Sülale
ortamlarında da hep yalnızlık içinde büyüdüm. Bazı akrabalarımın fitne, fesat
ve gıybet ortamlarından ailecek kendimizi çektiğimiz için bazı lider tipli ve
baskın sülale büyüklerinin de etkisiyle benim ailem bir nevi yalnızlığa
terkedilmişti. Aslında o yalnızlık çemberini bir savunma aracı ve felah kalkanı
olarak biz kurmuştuk etrafımıza; ancak onlar akrabalarımızı bizden
uzaklaştırabildikleri için sahte zaferler ile tatmin ediyorlardı kendilerini…
Evet! Hayatını ideal bir çizgide, Allah’a yakın bir
dairede ve prensipler ışığında yaşamaya çalışan insanlar için yalnızlık hem bir
kader hem de bir felah kapısıdır. İnsanlar
Allah’a yakınlaştıkça, hayatın maddiyatından ve insanların çirkefliklerinden
kendilerini uzak tuttukça, diğer insanlarca dışlanırlar ve yalnızlığa terk
edilirler. Ama ilginçtir ki, bu yalnız insanların daha şeytani duygular taşıyan
insanlarca kendi başlarına bırakılmadığı ve daha çok saldırı altında tutulduğu
da bir gerçektir. O şeytani ruhlar sanki bir gerçeği hissedermişcesine; bu insanların
kendi etraflarına kurdukları yalnızlık kozası içinde aslında tekamül edip
Allah’a yaklaştıklarını hissederler ve bunu önlemeyi kendilerine bir vazife
addederek ya onlara bizzat saldırırlar veya başka zayıf karakterli insanları onların
üstüne salarlar.
İmam-ı Azam,
İmam-ı Rabbani, Mevlana ve Bediüzzaman Said Nursi gibi Allah dostu insanların
hayatlarına bakın mesela! İnsanlar içinde sadece Allah’a hizmet sorumluluğu
içinde vakit geçiren, hatta bu hayata bir nevi tahammül eden, böyle bir hizmet sorumluluğu
olmasa kendilerini mağaraya çekip ibadet etmeyi tercih edecek olan bu insanlar,
hep şeytani ve münafık karakterli insanların ve devlet adamlarının hedefleri
oldular. Kendilerine yalnızlık bile çok görülüp sürekli zulümler edildi.
Hapishaneler, sürülmeler, zehirlenmeler, baskılar ve hain ilan edilmeler hep
kaderleri oldu. Onlar Allah’a
yaklaştıkça lütf-u İlahi ile insanlar arasında insanlara Allah’ı hatırlatan
birer çekim merkezi haline geldiler. Böylece de onların bu çekim merkezlerini
kendi dünyevi ihtirasları uğrunda kullanamayacaklarını anlayan münafık
liderlerin, Yezidlerin, Süfyanların ve zalimlerin hedefleri haline geldiler. Böyle yaparak o liderler,
tüm varlığını insanları Allah’tan (c.c.) uzaklaştırmaya adamış olan sefil
şeytanın gönüllü kuklaları durumuna düştüler.
Fethullah
Gülen Hocaefendi de hep Allah aşkıyla inleyen ve insanlar içinde bu resmettiğim
yalnızlığı yaşayan bir alimdir. Bu dünyayı sadece bir hizmet diyarı gören ve
fırsat bulsa bir an evvel Rabbine kavuşmayı tercih edecek olan bir insan… Böyle insanlar bir yandan ileri görüşleri ve basiretleri
ile toplumu aydınlatırken diğer yandan da, az önce belirttiğim gibi, Allah’a
yakınlaşma azim ve gayretlerinin bir meyvesi olarak, insanlara Allah’ın
varlığını hatırlatan birer çekim merkezi, güneşvari; doğal bir iman ışığı
kaynağı konumuna yükselirler. Böyle ruhlar
zamanla; sahte ‘ampüllerle’ etraflarında cahil ve saf kalabalıklar toplamaya
çalışan devlet adamlarının hedefleri konumuna gelirler.
Hocaefendi
gibi insanlar işte bu yüzden iki türlü bir yalnızlık ve iki türlü bir yalnız
kalamama sıkıntısı ile hayatlarını idame ettirirler. Öncelikle; her şeyi
Allah’ın huzurunda bulabilen derinlikleriyle bir çekim merkezi haline
geldikleri için doğal olarak Allah’ı tanımak isteyen insanlar etraflarında
toplanırlar ve bu yüzden yalnız kalamazlar. Ayrıca bir de dine hizmet
sorumluluğu yüzünden arzu ettikleri yalnızlığı yaşayamazlar. Meselenin diğer
yönüyle de; şeytan ruhlu insanlar onların yaydıkları imani nurdan ve
kendilerine alternatif olabilecek bu çekim merkezlerinden ürktükleri için
onları o yalnızlıktan alıkoyup hep kendi kavga arenalarına çekmek ve böylece onların
itibarlarını yok etmek isterler.
Diğer bir yönüyle
de böyle kametler, fikirleri ve Allah’a olan özlemleri anlaşılamadığı için,
maddi dürbünle bakıldığında, bir yalnızlık içerisindedirler. Bir de böyle
insanların temsil ettikleri hayat ve idealler çoklarının nefsine ağır
geldiğinden ve vicdanları da köreldiğinden dolayı o insanlarca fiziki bir
yalnızlığa maruz bırakılırlar.
Özetle; yalnızlık maddi yönüyle
onların bir yandan kaderleri, ama manevi yönüyle de, sürekli tutundukları;
onları Allah’a yakınlaştıran ilahi bir dal, bir nimet olmuştur.
Benim gibi
basit insanlar için maruz kalınan yalnızlıkları o kametler gibi bir Allah’a
yakınlık emaresi gibi görmek yanlış ve kibirlice bir düşünce olur. İşte,
‘dostlar’ tarafından bir kez daha şekli bir yalnızlığa maruz bırakılan, aslında
hayatı hep yalnızlıklar içinde geçmiş olan benim gibi basit bir insan için bile
bu yalnızlıkların hiç bir ehemmiyeti yok. Yaşadığım yalnızlık kozası içinde,
şükür ki, yıllar önce Hocaefendi gibi yalnızlığı gerçek boyutuyla yaşayan bir
insan tanımışım ve ondan öğrenebildiğim kadarı ile acizane bir şekilde kendi
yalnızlık kozamı bir tekamül aracı olarak kullanmaya çabalamışım…
O yüzden
şimdiki terk edilmeler benim gibi basit dairede yaşayan bir insanı bile hiç
olumsuz yönde etkilemiyor, aksine daha bilinçli ve kuvvetli bir hale getiriyor.
Bu, içimde ikinci bir fıtrat halini almış olmalı ki; o eski ‘dostun’; ‘’Uğur hocayı yalnızlığa terkedin!’’ sözünü
duyduğumda ilk tepkim gülümsemek oldu. Benim
gibi hayatı hep yalnızlık içerisinde geçmiş; yalnızlığı seven ve hatta
arzulayan insanlar daha fazla yalnız bırakılamazlar çünkü…
Burada, çok sevilen;
ancak talihsiz bir şekilde, belki de maddi yalnızlıklar içinde kaldığı için
hayatına son veren ünlü Hollywood aktörü Robin Williams’ın bir sözünü
hatırladım. Şöyle der Williams:
‘’Hayatta en kötü şeyin yalnız kalmak olduğunu düşünürdüm. Değilmiş! Hayatta en
kötü şey, seni yalnız hissettiren insanlarla olmaktır.’’ İçinden geçtiğimiz
şu günlerde, eskiden dost bildiğimiz çoğu dindar bazı insanların, beraber
geçirdiğimiz onca yılı bir anda nasıl hiçliğe terkettiklerini gözlemlediğimiz şu
dönem, ne talihsiz bir dönem!
1984 yılında
Sızıntı’da yazdığı bir yazıda Fethullah Gülen Hocaefendi; ‘’Allah'a iman
eden, Allah'la beraber olan bir insan esasında yalnızlık
yaşamamalı’’ derken aslında bu yazıda resmetmeye
çalıştığım düşünceleri özetliyor ve insanlara aynı zamanda bir hedef de
veriyor. İfadeye çalıştığım o ‘yalnızlık kozası’, işte bu sözde
mündemiçtir.
Yalnızlığı
bu boyutuyla kavrayıp hayatına mal edememiş insanların akıbetlerini ise şu
cümlelerle özetliyor Hocaefendi:
Evet! Yalnızlığın gerçek ufkuna ulaşabilen insanlar asla yalnız kalmazlar; çünkü onlar artık hem Rablerine daha çok yakınlaşmışlar hem de onun yarattığı kainat ve yarattıklarıyla bütünleşerek; onlarda insanı Allah’a götüren hakikat hüzmelerini görüp temaşa ve tefekkür ederek varlığın gerçek hakikatine ulaşmışlardır veya o güzelliklere kendilerini kaptırmışlardır. Artık yalnızlık onlar için huzur-u İlahi’den uzakta geçen dünya hayatının her bir anının adı olmuştur ve onları böylece Allah’a yakınlaştıran bir merdiven görevi görmektedir. Yalnızlık, Allah’ın salih kullarının hem vazgeçilmez kaderleri hem de şiarlarıdır (düşüncede, hissedişte ve inanıştaki ayırıcı özellikleri)…
Siz nasıl bir yalnızlık yaşıyorsunuz veya yalnızlık sizin için ne ifade ediyor muhasebesiyle sizleri başbaşa bırakıyorum…Veya bir dua ile bitireyim.
Allah (c.c), bizleri bu yazıda resmetmeye çalıştığım yalnızlığın gerçek boyutunu idrak edip onun kozası içinde yaşayabilen ve onun ilahi lezzetlerini ruhunda duyabilen salih kullarından eylesin!
Etiketler:
AKP,
ben,
dostluk,
Hocaefendi,
Said Nursi,
toplum,
yalnızlık,
zulüm
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)