30 Aralık 2014 Salı

PARALEL RÜYALAR (2)


Bu yazı 31 Aralık 2014 tarihinde FarukArslan.com sitesinde yayınlanmıştır.

Daha önce hiç böyle duygular yaşamamıştı. Hani bazı insanlar vardır hiç rüya görmediklerini iddia eden. Kendilerini bilimsel söylemler kullanarak ‘her insan rüya görür; ama hatırlamaz’ gibi repliklerle ancak ikna edebilirsiniz. O da o insanlardan birisidir işte. Sade, kendi halinde, renksiz bir ruh dünyası vardır; rüyaların boyasının bile karışmadığı…

O yüzden olsa gerek, hayatına bir anda giren o en son gördüğü rüyaları hiç unutamamış; onların etkisinden hala kurtulamamıştır. Acaba birşeyler mi olacak diye düşünmektedir! Iran’dan getirilen büyücü… sevdiği insanlara rahatsızlık veren; ama kaybeden ve kendisinin onların ahiretteki akıbetleri için oturup hüngür hüngür ağladığı insanlar….

Düşüncelerinin bu kasvetle sarsıldığı böyle günlerde bir rüya daha görür. Sanki bir savaşın, daha doğrusu bir katliamın yaşandığı bir şehrin kalıntıları arasında dolaşmaktadır. Her yer kan gölüdür. Binalar harabeye dönmüş; sokaklar cesetler ile doludur. Yürümeye devam eder. Birazdan karşısına çocuk cesetleri çıkar. Gördüğü manzara karşısında dayanamaz. Dizlerinin bağı çözülür sanki. İçinde fırtınalar kopar bir anda. Müthiş bir his kaplar benliğini. O anda hisseder ki; hadise Gayretullaha dokunmuştur! İstemdışı bir şekilde ellerini parmakları aşağıya gelecek şekilde kaldırır. Her bir parmağından şimşekler çıkmaya başlar. Dünya, gözleri önünde bir anda küçülür; bir haritaya döner adeta ve dünyanın değişik noktalarında, o gördüğü kanlı sahneden sorumlu kişilerin konumları bir nokta şeklinde işaretlenir. O da, parmaklarından çıkan şimlekler ile o noktalara atışlar yapmaya başlar. Birkaç vuruşun ardından henüz bütün noktalar tümüyle vurulmamıştır ki bir anda dünya haritası kaybolur ve Türkiye haritası belirir gözünün önünde. Sıra oraya gelmiştir!

Uyanır korku ve endişe ile. Zaten önceki rüyaların etkisi ile hep; ‘’neler olacak!’’ diye düşünüp durmaktadır. Bu rüya onu daha da sarsar. Acaba Türkiye’nin başına bir şeyler mi gelecektir? Türkiye’de, ne yada kimler cezalandırılacaktır?..

Günler geçer ve nihayet 17-25 Aralık olarak ifade edilen dönem gelip çatmıştır. Kimselerin bilemediği bir şekil ve zamanda enteresan hadiseler patlak vermiş; devir yeni Tiranlar ve Yezidler doğurmaktadır. Tek dertleri insanlığa hizmet etmek olan güzel insanların eğitim kurumları hedef alınmış; kendilerine ağır hitamlar yapılmaya başlanmıştır. İşte şaşkınlıkla geçen böyle günlerden birinde bir rüya daha görür. Kendisini o sonradan Tiran olarak adlandırılan malum kişinin etrafında görür. Onun konuşma yapacağı bir yerdedir; hatta onu rahatsız etmeyecek şekilde konuşma metnini de o yazmıştır yada yazan kişilerden biridir. Malum zat halkın önüne çıkar ve konuşmasına başlar. Birkaç kelam ettikten sonra birşeylerin yanlış olduğunu düşünür. Konuşmasını keser ve ‘’bana o konuşma metnini getirin’’ der. Bir bilgisayar ekranı koyarlar önüne. Yazıyı okumaya başlar malum şahıs. Okudukça morali bozulur, gittikçe de sinirlenir. Hatta öyle olur ki, öfkesi birazdan bir siniri nöbet şeklini alır ve titremeye başlar. Henüz insanların FuatAvni diye bir fenomeni duymadıkları günlerdir. Ancak o, ‘’korkma, titre!’’ nidasının ne anlama geldiğini sanki bu rüyada önceden bizzat görmüştür. Malum şahıs, sinir nöbeti devam ederken bir an için toparlar kendisini ve son bir hamle yapar O’nun üstüne doğru. O’nun ise yapacağı tek şey vardır. Teslimiyet içinde gözlerini kapatır; ellerini yana ve yukarı doğru açar ve ardından da ‘’Rabbi yessir…’’ duasını okumaya başlar. İşte o anda, henüz duayı bile tamamlayamadan hamle yapan malum şahıs bir anda üzerine kapaklanır; ölmüştür!

Bu rüya ile düşünce dünyası daha da allak bullak olmuştur. Her gün düşünce hafakanları yaşamaktadır. Bir eğitimci olarak iş hayatı da çok sıkıntılı geçtiğinden her günü artık daha da kasvetli bir hal almıştır. O günlerde bir rüya daha görür. Yüksek bir gökdelenin tepesindedir. Yanında gönül verdiği hizmetten olduğu anlaşılan bazı insanlar ve küçük çocuklar vardır. Oradaki insanları o koordine etmektedir. Herkes kucağına küçük bir çocuk almış; onlara tefekkür etmeyi öğretmektedir. Evet, oradaki işleri budur. İnsanları koordine ettikten sonra o da kucağına küçük çocuklardan birisini alır. Parmağı ile ona ufuk çizgisini göstermektedir. Gökyüzü hafif kızıla boyanmıştır; sanki şafak vaktidir. Çocuklara tefekkür etmeyi öğretirken bir yandan da ‘Gayril magdubi aleyhim…’ ifadesini tekrar ettirmektedirler.

İşte tamda o anda gökyüzünden bir helikopter iner binanın tepesine. İçinden genç görünümlü, yakışıklı bir adam iner. İçine doğar hemen; gelen bir melektir. Teftişe geldiğini anlar O’nun; hissetmiştir bunu. Konuşmaz kendisiyle gelen Zat. Beni takip et manasına bir işaret eder ve onu bir kat aşağıya indirir. Çatıdaki arkadaşlarından tanımadığı birisi de takılır yanlarına.  Aşağı kata indiklerinde eline bir silah alır gelen ziyaretçi. Yanlarında gelen arkadaşına karşısına geçmesini söyler; ona ateş edecektir. Genç adam teslimiyet içinde geçer hiç tereddüt etmeden. O ise şaşkın bakışlarla o zatı ve üçüncü kişiyi izlemektedir. O zat ona kenara çekilip izlemesini işaret eder. Sanki onun şahitlik etmesini ve izlemesini istemektedir. Sihanını kaldırır, yerde mevzi alır ve gence doğrultur. Gençte hiçbir kıpırdama yoktur; teslimiyet tamdır. Tam ateş edecekken o zat tekrar ayağa kalkar; genci vurmaktan vazgeçmiştir. Arkasını döner ve oradan ayrılmaya hazırlanır. Hiçbir konuşma olmadığı halde onu uğurlaması gerektiğini düşünür ve yanında yürümeye başlar. Melek bir balkonun kenarına kadar gelir. Tam ayrılmak üzereyken bir anda yüzünü hafifçe yana doğru çevirir ve ona bakar. Göz göze gelirler. Tek bir şey söyler ona: ‘’Çok güzel!’’ der ve balkonun kenarına çıkıp havada yürüyerek oradan ayrılır. Binanın tepesinde başlayan sonra alt katta devam eden teftiş bitmiştir!

Gelişen hadiseler ışığında ve bu rüyanın tesiri ile artık şüphesi kalmamıştır. Gönül verdiği hizmet ve arkadaşlarını çok çetin bir imtihan dönemi beklemektedir. Ama herkes tamdır; hazırdır (Allah’ın izniyle). Belki de böyle bir süreçte yapılması gerekli şeylerin kodları da vardır bu rüyada diye düşünür hep: Ne olursa olsun hizmete, eğitmeye, yeni bir nesil yetiştirmeye, (eğitmeniyle, memuruyla) hadiseler karşısında sebat edip dik durmaya ve tevekkül etmeye devam…

Nitekim böyle olduğunu da görmüştü aslında. 17 Aralık hadisesi patlak vermeden önce Hocaefendi’nin kaldığı mekanı ziyaret etmek kısmet olmuştu kendisine. Yaklaşan fırtınaya rağmen orada sadece iman hakikatlerinin konuşulduğunu görmüş; tevekkül soluklamış, gönlü huzur bulmuştu. *

Günler ilerledikçe ortalık daha da kızışmaya başlamıştı. Henüz birkaç ay evvel Hocaefendiyi övgü dolu ifadeler ile ülkeye davet eden malum şahıs bir anda değişmiş, akla hayale gelmedik iftira ve söylemlerle o güzel insana ve hizmet erlerine hakaretler etmeye başlamıştı. Bu insanların o ithamları hiç hak etmediklerini çok iyi bilen bir güruh insan da makamlarının, ilimlerinin hakkını verememiş; kimisi hırs, kimisi haset, kimisi de makam-mansıp gibi saiklerle derin bir sessizliğe bürünmüşlerdi. Hak için halkla beraber olması gereken kişiler; yılanların, çiyanların sofrasına oturmuş; onların ‘önüne yatıp’, maskaraları durumuna düşmüşlerdi. Ne tür bir tuzağa düşmüşlerdi ki; bu, samimiyetini ve masumiyetini çok iyi bildikleri insanlara karşı onları, ’haşhaşi’’, ‘’sülük’’, ‘’ajan’’, ‘’içi boş alim müsveddesi’’ vb. ifadeler kullanmaya zorluyordu!

İçinin bu gelişmeler ile sıkıldığı bir gece bir rüya daha gördü. Hafif bayır bir yolun üst kısmında Hocaefendi ve birkaç kişi ile beraber duruyorlardı. O yolun bitiminde de o yolu diklemesine kesen başka bir yol daha vardı. İnsanların artık Tiran olarak çağırmaya başladıkları o kişi de oradaydı. Sinirli ve öfkeli bir şekilde diğer yolda uzaklaşarak gidiyordu. Hocaefendi onun arkasından seslendi. Hatta, seslenmekle de kalmayıp bulundukları yokuş aşağı yolun sonuna kadar yürüyerek arkasından onu çağırmaya devam etti. Hal ve tavırları ile de sanki gitme, öfkeni yen, geri gel diyordu. Hocaefendi, bunu bir şefkat emaresi olarak yapıyordu. Ancak o zat hiç umursamadan öfke ile; ardına bile bakmadan oradan uzaklaşıyordu. O ise, bayırın başında durmuş oradakilerle beraber hadiseyi izliyordu. Ancak bir farkla; sanki her an bir şey olacakmış gibi bir his vardı içinde. O yüzden istemdışı bir şekilde tüm o hadiseler yaşanırken bir yandan Hocaefendiye, bir yandan o öfkeli zata, bir yandan da gökyüzüne bakıp duruyordu. Hocaefendi’nin artık belki de son olarak ona seslendiği ve ‘’geri dön’’ dediği bir andı. Gözü öfkeli kişiye son bir kez baktı; değişen bir şey yoktu. O anda gözü aniden gökyüzüne kaydı. Sanki Gayretullaha dokunmuştu artık hadise; gökyüzünde bir anda bir gökyüzükapısı açılmıştı… Uyandı!

Elbette herşeyin en iyisini Allah (cc) bilirdi ve rüyalarla amel edilmezdi. Ama onun hisleri onu hiç yalnız bırakmıyordu. Tıpkı daha önce gördüğü rüyadaki o ‘kaybeden’ insanların akıbetine ağladığı gibi, bu son rüyalarda gördüğü kişi ve onun hatalarına esir olmuş kişiler için de aynı şekilde üzüntü duyuyordu. Çok geçmemişti ki, Türkiye ziyaretini yaptığı günlerden birinde o öfkeli zatı tekrar rüyasında gördü. Onun tam yanında idi. Göz göze bakıyorlardı. Suratı kıpkırmızı kesilmişti; şeytanlaşmıştı adeta ve patlamak üzere olan bir yanardağın enerjisi vurmuştu suratına. Çok geçmedi ki birden titremeye başladı o zat. Onun titremeye başlaması ile birlikte bir anda kendisinin o boyuttan çıkıp başka bir boyuta geçtiğini gördü. Bir anda insanların arasında buluverdi kendisini. Sarsıntı olmuş; deprem olmuştu ve insanlar kaçışıyorlardı…

Uyandı! Allah (cc) ülkemizi, insanımızı afetlerle imtihan etmesin, hakkında hayırlısını nasip etsin ve onu korusun diyerek dua etmekten başka sığınacak bir düşünce bulamadı gecenin ıssız karanlığında.


* Bu Pennsylvania ziyaretime ve yazıda adı geçen kişiye Hocaefendi tarafından gönderilen hediyelerin (kendimce) anlamına dair duygularımı anlattığım ‘Pennsylvania’dan Mesaj Var’ başlıklı yazım için link: http://akliselim.blogspot.com/2014/05/pennsylvaniadan-mesaj-var.html

Not: Süreç içerisinde görülen başka bir rüyaya dair yazılan ve Zaman Amerika’da yayınlanan ‘Vefasızlığın Çıldırtan Sessizliği’ başlıklı yazı için link: http://akliselim.blogspot.com/


Uğur Tezcan


Twitter: @ugur_tezcan

26 Aralık 2014 Cuma

PARALEL RÜYALAR (1)

Bu yazı 24 Aralık 2014 tarihinde FarukArslan.com sitesinde yayınlanmıştır.


Henüz 17-25 Aralıklara çok uzak bir zaman diliminde, kendi halinde ve kendi çapının ancak kaldırabileceği sıkıntılarla meşgul bir gönül rüya iklimine dalar. Göz kapakları kapanıp nazarı rüya alemine uyandığında o çok sevdiği gönül insanını görür yanında. Kendisi ile gönül birliği etmiş bir sürü insan da onlarla beraberdir. Ancak ortam hiç tekin değildir, kasvetli ve pusludur. Anlam veremediği bir telaş ve panik hali vardır dostlarında. Göremediği, anlam veremediği birileri sürekli olarak onları kovalamaktadır. Sevdiği insanları böyle görmeye hiç alışmadığı için müthiş bir sıkıntı ve hafakan hali rüya aleminden akıp kalbini sıkmaktadır. Hele o sevdiği insanın da orada o sıkıntılı hali yaşıyor olduğunu görmek onu iyice sarsmıştır. O, her zaman özgür olmayı seven ruhu ‘bir an evvel vücuduma geri dönsem ve uyansam’ demektedir adeta. Sevdiği o insanlar telaşla bir sağa bir sola koşuşturmaktadırlar… Artık yüreği iyice sıkışmış bir vaziyette, gözleri hep o sevdiği insanın üzerindedir.

İşte ne olursa o anda olur! Herkesin panik içerisinde etrafa savrulduğu bir hengamede… o kaçışan insanlar hiç beklemedikleri bir anda aniden muzaffer olurlar. Bir saniye önce seyrettiği telaşlı yüzler kaybolmuş, yerini zafer naraları atan sevinçli yüzler almıştır. Ama o hiç rahat değildir. Sanki sonsuzluktan gelen bir ilham akmıştır içine. Görmediği, tanımadığı halde az önce kendilerini kovuşturan insanların ahir zaman akıbetleri bir acı olup saplanmıştır kalbine. Arkadaşları ile birlikte sevinecek mecali kalmamıştır. Bir kaldırım taşına oturur ve hüngür hüngür ağlamaya başlar. Dilinden ise şu cümleler dökülmektedir: ‘’Değer miydi? Bunca şey (dünyalık) için (kaybedeceğiniz ve ahiretinizi mahvedeceğiniz) belli olduğu halde değer miydi?’’

Artık uyanmıştır! Ancak rüyasında o kadar ağlamıştır ki, onun hasıl ettiği yorgunluk ve üzüntüyü günlerce üzerinden atamayacaktır… Kafasında ise hep bir düşünce: Kimdi bu kendilerini kovuşturan; sonra kaybeden ve ahiretini mahveden insanlar… kimlerin akıbetine çok üzülmüş ve ağlamıştı bu kadar ve neydi bu mücadele….

Aradan aylar geçmiş, takvimler sıcak Ağustos günlerini göstermeye başlamıştır. Rüyasında tekrar özgürce uçmaktadır. Hayatında hiç lüks bir konak görmüş müdür bilemez; ancak kendisini malikane gibi bir evin içerisinde; şık giyimli, monşer tipli üç adamın yanında bulur. Yukarıdan onları izlemekte ve konuşmalarını dinlemektedir. Uzunca bir konuşmanın ardından içlerinden lider tipli olanı konuşmaya son noktayı koyar. Devrin hükümetini kastederek; onlara büyü yapmaları gerektiğini ve bunun içinse bir evin içinde üç adet inek kesilmesi gerektiğini söyler. Ama nedense bu işi yapabilecek kişinin yurt dışından getirilmesi elzemdir. Adam, bu işi bana bırakın der gibi bir eda ile yerinden kalkar ve yola koyulur. O da boş durmaz tabi! Bu kişiyi takip eder. Kendi evine gider adam ve içeri girer. O da peşinden gider. Merakı artmıştır, cesareti ise tamdır. Evin kapısına doğru ilerler. Bir anda kapı açılır! Siyah kapşonlu bir pelerin giymiş ve kapşonu kafasına geçirmiş gizemli bir adam karşılar kendisini kapıda. Yurt dışından getirilen adamla yüz yüze gelmiştir bir anda. Adam onu kendilerinden sanar. Farsça bir ifade ile selamlar kendisini ve elini uzatır; o da karşılık verir ve elini uzatır adama. Adam tokalaşırken özel bir dokunuş yapar baş parmağı ile onun baş parmağı üzerine; bir şifre, bir paroladır sanki bu dokunuş. Bozuntuya vermez; aynı şekilde tokalaşır adamla ve içeri girer. Merakı artmıştır artık! Odanın içine kayar bakışları. Bir ineğin kesilmiş olduğunu görür. Odanın her yeri kan revan içerisindedir. O şekilde uyanır!

Artık uyumak imkansızdır onun için. Zihni şaşkınlık seline maruz kalmış, fikirler zihin duvarlarına çarpıp durmaktadır. Herkesin uyuduğu bir zaman diliminde o, gözünü tavana dikmiş bir vaziyette düşünmekte, gördüğü rüyaya bir anlam vermeye çalışmaktadır. Neler olmaktadır! Derken bir süre önce gördüğü; o hallerine ağladığı insanlar gelir aklına ve sayıklar: Acaba neler olacaktır ve zaman nelere gebedir?

(devam edecek…)

17 Aralık 2014 Çarşamba

Vefasızlığın Çıldırtan Sessizliği

Bu yazı 29 Ekim 2014 tarihinde Zaman Amerika'da yayınlanmıştır. 

Ayakları yerden kesilmiş bir şekilde, havada asılı bir vaziyette duruyordu. Yine öncekiler gibi bir seyahat mi olacak diye düşünmeye başladı. Daha önce de uçtuğu çok olmuştu. Yıldızları seyre daldığı; bazen yıldızları bile geride bırakarak Samanyolu Galaksisinin bile görülemez hale geldiği noktalara ve hatta daha başka diyarlara bir kaç saniye içinde gittiği olmuştu. Ama bu sefer farklı bir his vardı içerisinde. Havada asılı bir vaziyette kalmış, gönlünün gitmek istediği, insanlardan, ülkemizde yaşanan sıkıntılardan ve dünyaya ait her şeyden uzak yerlere uçamıyordu.

Bir kaç ivmelenme denemesi yaptı. On-yirmi metre kadar yükselip tekrar alçaldı. Kaç defa denediyse de hep aynı şey oluyordu. Sanki bir şey onu yerin içine doğru çekmeye çalışıyordu. İçine güçlü bir his aktı. Evet! Bu sefer sanki toprağın içine doğru uçması gerekiyordu. Ama bu nasıl olacaktı? Aynı zamanda da ürkütücü bir şeydi. Son bir sıçrayış yaptı; ama tekrar yere doğru kaydı. Bu sefer toprak onu daha da güçlü çekiyordu. Artık anlamıştı; bu sefer uçuş tersine olacaktı. Dudaklarından birden: ‘’Allah’ın (cc) hükmü her yere geçer’’ ifadesi dökülüverdi; başına ne gelecekse razı olacaktı.

Bu söz sanki bir anahtar oluvermişti . ‘Açıl susam açıl!’ demişti sanki toprağa. Bardaktan boşalırcasına bir sür’atle bu sefer toprağın içine; yerkürenin derinliklerine doğru akıl almaz bir hızla akıp gidiyordu bedeni.

Bir anda mahzeni andıran bir mekanın içerisinde buldu kendisini. Hala havada asılı bir vaziyette uçuyordu. Yerçekimsiz bir ortamda gibiydi. Etrafına bakındı. Aman Allah’ım burası ne kadar ıssız, donuk, puslu ve can sıkıcı bir yerdi. Şaşkındı! Neden gökyüzüne değil de buraya uçtuğunu düşündü. Etrafı kolaçan edip nerede olduğunu anlamaya çalışmak dışında aklına bir şey gelmemişti. 

Havada asılı olduğu için bir yerlere tutunarak ilerlemesi gerekiyordu. Az ileride mahzenin zemininde biraz büyükçe bir delik gördü. Eliyle deliğe tutunarak vücudunu ileriye çekmesiyle birlikte ani bir şok yaşadı. Aman Allah’ım! Bu da neydi böyle, nereye gelmişti! Vücudu, yanmaktan yada ateşe maruz kalmaktan simsiyah olmuş bir insan bedeni o küçük deliğe hapsedilmişti. Bu ne can sıkıcı bir işkence metodu idi. Hem bu öyle küçük bir delikti ki, sadece bir vücudun sığabileceği ve yukarıdan bakınca da yalnızca kafanın görülebileceği kadar ufaktı. Başka bir delikten aşağıya doğru baktı ve hemen altlarından lavlara benzer ateşlerin aktığını gördü. O an içine güçlü bir his doğdu; bu sefer Cehenneme ya da ona girizgah mahiyetinde bir yere gelmişti. Kim bilir; belki de Üstad’ın bahsettiği ve ileride Cehennem-i Kübra’ya tebdil edilecek olan Cehennem-i Süğra benzeri bir yer idi burası.

O bunları düşünürken birden içeriye, az önce gördüğü beden gibi vücutları simsiyah olmuş, adeta bir silüete dönmüş insanlar girmeye başladı. Onun üzerine doğru geliyorlardı. Bir kaçını haklayıverdi kolaylıkla. Ancak gitgide sayıları artıyordu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Çaresizlik içinde dua etmekten başka şansı olmadığını anladı ve o eski kadim dostu duayı okumaya başladı. Daha ilk cümlesi bitmemişti ki, bir anda sanki boyut değişimini andıran bir görüntü değişikliği yaşandı.

O ürkütücü mahzen bir anda kaybolmuş; normal bir odaya dönüvermişti. O siyah gölgeyi andıran insanlar da gitmiş yerlerini normal insanlar almıştı. Bir Risale sayfasında gibiydi adeta! Sanki Üstad’ın anlatımlarında olduğu gibi etrafını ejderhalar, arslanlar sarmış; duaya sarılmasıyla da onlar kaybolmuş, onların yerine temsil ettikleri hakikatler belirivermişti.

Odanın ortasına doğru baktı. Basit bir masanın yanında ve sanki kendisini bekliyormuşçasına gözlerini ona dikmiş oturan bir adam gördü. Üzerinde tıpkı Osmanlı padişahlarını yada paşalarını veyahut da o döneme ait bir beyliğin kıyafetlerini andıran bir giysi vardı. Önemli birisi olduğu belliydi.

Bu gizemli şahsa doğru bir kaç adım attı. İçinden; acaba böyle bir kişi neden bu Cehennemvari mekana hapsedilmiş olabilir diye düşündü. Peki, etrafındaki onunla ilişkili olduğu anlaşılan kişiler neden aynı kaderi paylaşmışlardı. Dayanamadı! Biraz daha yaklaştı ve o şahsa, ‘’siz ne yaptınız da buraya düştünüz!’ diye soruverdi.

Sanki bu soruyu bekliyor gibiydi karşısındaki adam. Çaresizlik ve pişmanlık dolu bir eda ile gözlerinin içine donuk bir bakış attı; sanki yüzyıllara yayılan bir pişmanlık süzülüyordu bu derin bakıştan.. Ardından;  ‘’biz’’ dedi; ‘’dünyada iken Osmanlı’ya filanca mücadelede destek vermedik!’’… Duydukları karşısında dona kalmıştı! Ne diyeceğini bilemedi. Sonra o şahıs usulca ayağa kalktı ve yandaki bir odaya doğru ilerlemeye başladı. Sanki onun da takip etmesini istiyordu. O da takip etti. Yan odaya geçtiklerinde ona, sanki duvara kazınmış gibi olan bir liste gösterdi. Parmağı ile o ‘destek vermedik’ dediği ‘mücadele’nin adını işaret etti.

O da parmağını listeye uzattı ve o ismi bir kaç kere zihninde tekrar etti. ‘’Unutmamalıyım’’ dedi kendi kendine. Ezberleyeyim ki, bu rüyadan uyandığımda bu mücadele tam olarak neymiş, nerede ve ne zaman olmuş, nerede ve nasıl destek verilmemiş, burada muhatap olduğum kişiler kimlermiş… böylece araştırabilir ve bu konuda bir yazı yazabilirim diye düşündü. Odadan yavaş adımlarla ayrılırken hala o listede gördüğü ismi dudakları ile tekrar ediyordu. Son adımını da atmıştı ki, birden uyanıverdi… Ne yazık ki o ismi hatırlayamıyordu artık. Ama nasıl olmuştu bu? Oysa henüz bir saniye önce o ismi en az altı kez tektar etmişti zihninde.

Unutkanlığına hayıflanmayı bıraktı. Derin bir düşünceye daldı genenin ıssızlığında. Belki de unutmam gerekiyordu diye düşündü. Hem hatırlasa ne olacaktı ki? Ölenleri bile hayırla yad etmek, onlar hakkında su-i zanna sebep olabilecek şeylerden kaçınmak gerekmiyor muydu? Hem rüya ile amel de edilmezdi.

Öyleyse bu rüyanın başka bir anlamı olmalı diye düşündü. Halihazırda yaşanan sıkıntılar geldi aklına.  Öyle ya! Tek derdi insanlığa hizmet etmek olan bir güzide insan ve onun etrafında haleler oluşturmuş güzel insanlar karalanıyorlardı. Onların, gelecek savaşları ve kavgaları önlemek adına kurmaya çalıştıkları köprüler önceleri Şubat fırtınaları ile yıkılmak istenirken şimdilerde de onu içten kemiren termit ve tahta kurusu istilalarına maruz kalıyorlardı. O güzide insanın ifadesi ile; ‘’haramiliklerini’’ örtmek için ‘’şamata’’ çıkaran insanlar, kendi çıkarları ve kinleri ve çaresizlikleri uğruna devlet gemisini ateşe veriyor, kendilerine engel olarak gördükleri bir hareketin fertlerini ise paralel olmakla, haşhaşilikle, sülük olmakla, ajanlıkla itham ediyorlardı. Adeta devlet aklı gitmiş, yerini servet ve makam hırsı almıştı. Bu paranoya öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, kendisine Allah korkusunu hatırlatan insanları ona düşman ilan ettiriyordu. Abdülhamit Han yıllarca; Batı’dan aldığı ve yapay ideallerle bezeli bir eğitim neticesinde medeni olduğunu zannedip dağdan inen, maceraperest, İttihatçı zihniyetli ‘’kurtlarla dans’’ etmişti. Şimdiyse; polisi ile savcısı ile öğretmeni ile vatanını korumaya çalışan insanlar bu sefer; içlerine girmiş, makam ve kasa bağımlısı haline gelmiş, bir Kürt atasözündeki gibi ağacın bünyesinin içine musallat olmuş, ‘kurtlarla’ dans etmek zorunda kalmışlardı. A. Bulaç’ın ifadesi ile Çanakkale’den daha zor ve daha çetin bir dönemden geçtiğimiz dönemlerdi bunlar.

Tarihin bütün Firavunları, Tiranları, Karunları, Yezitleri sanki tekrar hortlamıştı. Toplum, Kur’an da anlatıldığı gibi adeta hipnotize olmuş, hiç bir şeyi sorgulamıyor. Haksızlık gören bir topluluğa karşı gözünü kapatıyor ve sadece ‘’çalıyor ama çalışıyor’’, ‘’ekmeğimizi veriyor’’ diyordu. Ülkenin geleceği… teröre verilen destek,…yok edilen devlet aklı ve itibarı… ülkenin güvenliğinde açılan gedikler toplumu hiç ilgilendirmiyordu. İşte böyle bir dönemde dostların vefasızlığı da insanı çok yaralıyordu. Dost bilinen kişiler, bu hizmet ehli güzel insanların ‘’haşhaşi’’ olmadıklarını, ‘’paralel örgüt’’ kurmadıklarını, ‘’ajanlık’’ yapmadıklarını, ‘’faiz lobisine’’ çalışmadıklarını çok iyi; hatta en iyi derecede bildikleri halde seslerini çıkarmıyorlar, elde ettikleri veya edecekleri makamlar, ticaret kapıları, küçük servetler, sahte itibarlar kaybolmasın diye, ‘’kendilerinden hiç bir ücret istemeyen’’ bu insanların karalanmasına göz yumuyor; ülkenin elden gidişine ses çıkarmıyorlardı. A. Kurucan’ın naklettiği ve o güzide insanın dudaklarından döküldüğü gibi; oysa böyle bir dönemde herkesin; “Hissiyât-ı insaniye ile kükremesi lazımdı.” Halbuki öyle olmuyor; dostlar susuyor, içler dışa aksediyordu. Dostluğun pahalı, hakikatı savunmanın ise zor; ama değerli olduğu böyle bir dönemde, onlar ucuz olana ve Üstad’ın ‘lüzumsuz değil’ dediği mekana o hakikati kurban ediyorlardı. Yine Kurucan’ın nakletmesi ile son sözü gene o güzide insan söylüyordu; “A-l-l-a-h var!” Evet Allah vardı ve ‘O’nun (cc) hükmü her yerde geçerdi!

Zaman Gazetecilik Semineri'nden Görünen Gelecek

Bu yazı 1 Ekim 2014 tarihinde Zaman Amerika'da yayınlanmıştır. 

Bu yaz, uzun bir aradan sonra gerçekleştirdiğim Türkiye ziyaretimde Zaman Gazetesi'nin geleneksel olarak düzenlediği Gazetecilik Seminerlerini de takip etme fırsatım oldu. Ekrem Dumanlı, Bülent Korucu, Ahmet T. Alkan, Abdülhamit Bilici, Ali Çolak ve Kerim Balcı, gazetecilik mesleğinin bugünü ve geleceğine dair önemli fikirler sundular. Bir eğitimci gözüyle bu duayen yazarların çizdikleri gazetecilik portresinden mülhem bir satır arası okuması yapmak ve geleceğe dair ufak bir pencere açmak istiyorum.

Devletin gücünü eline geçirdiği için güç zehirlenmesi yaşayan ve Ahmet T. Alkan’ın ifadesi ile bulaştığı ‘’yolsuzluk iddialarının üstünü kapatmak için teneke çalıp hep bir ağızdan gürültü çıkaran bir taife’’ herkesin malumu. İşte bu taifenin, elinde tuttuğu devlet ve medya gücünü sonuna kadar kullanarak bağlı bulundukları bir Camia’yı bitirmeye azmettiği bir ortamda Zaman Gazetesi yazarlarının mevcut saldırıları bırakıp geleceğin gazeteciliğine dair yorumlar geliştirmeleri beni ziyadesiyle memnun etti. Ardından ziyaret ettiğim Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nda da durum çok farklı değildi. Onlar da işlerine devam ediyor; geleceğin meselelerine el atıyor; planlar geliştiriyorlardı. İşte bu nedenle, eğitim alanındaki çalışmalarına destek verme yönündeki ricalarını hemen kabul ettim. Kısacası Alkan’ın ifadesi ile; uzun bir aradan sonra ziyaret ettiğim ülkemde herkes ‘’sütünün gereğini icra ediyordu’’. Belli ki Cemaat’in ‘sütü’ ilim ve hakikat sentezli, geleceğe endeksli ve ahiret yörüngeli bir kaynaktan besleniyordu. ‘Sıfırlanmak’ kastıyla üzerlerine saldırıldığı bir anda bile onlar çay içiyor; geleceği şekillendiriyorlardı.

Bahsettiğim semineri şu soru ile özetleyerek başlayayım: Sizce gelecekte nasıl bir gazetecilik revaçta olacak? Geleceğin gazeteci ve yazar prototipi nasıl şekillenecek? Bu soruları üçlü bir yetenek sacayağında değerlendirmek mümkün: Çok yönlü okuma ve doğru bilgiye ulaşma kabiliyeti, bu bilgiyi çok boyutlu ve sofistike bir tarzda sentezleyebilme kabiliyeti, ilkeli olabilme ve toplumla bütünleşebilme kabiliyeti. Geleceğin başarılı gazeteci modelini işte bu üç boyut belirleyecek.
Zaman yazarlarının dünyadaki yeni eğilimleri iyi okuduklarını görmek beni mutlu etti. Zira Batı dünyasında da eğitim uzmanları, eğitim politikacıları, stratejistler ve iş dünyasının ileri gelenleri, 21. yüzyılda yaşayan insanın farklı bir kabiliyet donanımı ile yetiştirilmesinin önemine işaret ediyorlar. Bunun için ise yeni bir eğitim modelinin geliştirilmesi gerektiğini savunuyorlar. Gazetecilik mesleği açısından bakıldığında da Kerim Balcı’nın ‘convergent’ gazetecilik şeklinde ifade ettiği yeni anlayış, mevzuyu tam da bu noktaya bağlıyor.

Şüphesiz bir bilgi ve teknoloji çağının içinde yaşıyoruz. Bilgiye ulaşabilme kolaylığı beraberinde bilgi kirliliği ve fikir tembelliğini de getiriyor. Artık bilgiyi işleyen değil; tüketen nesiller yetişiyor. İşlenmiş bilgi üretmenin zor olduğu; ama başarılı olunduğu takdirde de gücü tanımlar hale geldiği dönemlerden geçiyoruz. Said Nursi’nin, ‘gelecekte mücadele belagat sahasında olacaktır’ ve ‘medenilere galebe ikna iledir’ şeklinde özetleyebileceğim öngörüleri tam da bu konuya işaret ediyor ve bu yazıda resmedilen yeni insan tipinin inşasını hedef gösteriyor. Böyle bir dünyada bilgiye kendi düşünce dünyasının rengini verebilen, onu sistemleştirip işleyebilen bir nesil gerekiyor. Bu, rafine bilgiyi sadece üreten değil; onu etkin bir şekilde kullanabilen, sunabilen, ikna yeteneği gelişmiş fertlerden oluşan bir toplum/medeniyet projesidir.

Bu konu Batı dünyasının gündemine çoktandır girmiş durumda. Özellikle Amerika’da bilim ve iş çevreleri, içinde bulunduğumuz yüzyılda yetişen nesillerin bilgiyi inşa edebilen, onu çok yönlü olarak kullanabilen, analitik düşünme kabiliyeti yüksek, disiplinler arası düşünebilen, girişimci, kendini ifade edebilen, ikna kabiliyeti gelişmiş, değişik kültürlerle kaynaşabilen, inisiyatif kullanabilen, risk alabilen, birkaç dil bilen bireylerden oluşması gerektiğini ifade ediyorlar ve buna dair, ‘21. yüzyıl vatandaşının özellikleri’ adı altında, yeni bir eğitim modeli geliştirmeye çalışıyorlar.

Seminer boyunca dinlediğim yorumlarda geleceğin gazetecilik mesleğine dair bu bağlamda ilginç ipuçları vardı. Geleceğin gazetecisinin de tıpkı geleceğin insanı gibi çok yönlü okumalar yapabilmesi, içinde yaşadığı toplumu ve alt kültürleri tanıyabilmesi, birkaç dil bilmesi, rafine ve sofistike bilgi üretebilmesi,  yaşadığı toplumla bütünleşebilmesi, o toplumu adeta bir sosyolog gibi tahlil edebilmesi, meseleleri, kavramları ve sahasının teorik altyapısını bir filozof gibi irdeleyebilmesi gerekecektir. Böyle bir gazeteci/yazar adeta bir deneme yazarı gibidir. Ele aldığı bir kavramı tüm boyutları ile bilen, tahlil eden, içselleştiren, ona kendinden bir boya katıp okuyucusunu bir düşünce sarmalının içinde dolaştıran başarılı bir deneme yazarıdır o adeta…

Şimdilerde yaşadığımız politik kargaşa atmosferi bir gün mutlaka değişecek ve üzerimizdeki fırtına bulutları bir bir dağılacak. İşte o günler geldiğinde hep beraber demokrasimizin ve gazetecilik anlayışımızın dibe vurduğunu fark edeceğiz. Yavuz Baydar’ın Turkish Review dergisinde yayınlanan bir yazısında ifade ettiği gibi, bugünlerde Türk medyasının yavaşça ölümüne şahit oluyoruz. Her şey normale döndüğünde medyamız küllerinden yeniden dirilecek. Tarumar olmuş demokrasimizi, bürokrasimizi, adalet sistemimizi ve medyacılık anlayışımızı el birliği ile yeniden inşa edeceğiz. Ekrem Dumanlı’nın da işaret ettiği o ‘ideal demokrasi’ ortamı tesis edilebilirse öyle bir Türkiye’de, hâlihazırda gözde tutulan gazeteci ve medyacı tipi, onları içinde barındıran medya organları ile birlikte iflas edecek; tükenecektir. Böyle bir Türkiye’nin ihtiyaç duyacağı yeni insan tipi ve onun meyvesi olan medyacısı da yukarıda işaret ettiğim kabiliyetleri haiz bireylerden oluşacaktır. Bu donanıma sahip olmayan kişilerin gazetecilik yapma imkânı azalacak hele köşe yazarlığı yapma şansları hiç kalmayacaktır. Çünkü sadece gazeteci değil fert de evirilecek, toplumun köşe yazarlarından ve medya organlarından beklentisi de köklü bir değişime uğrayacaktır. 

Böyle bir ortamda artık klasik bir tartışma konusu haline gelen ‘İnternet gazeteciliği mi yoksa basılı medya mı’ tartışması da anlamsızlaşacaktır. Nitekim Abdulhamit Bilici’nin de işaret ettiği gibi ‘muhteva’ okurlar nezdinde daha bir önem kazanacak ve ortam önemini gitgide yitirecektir. Muhteva ve yorum salt bilginin, yüzeysel haberin önüne geçecek, şahıslar ve hadiseler değil; fikirler daha çok takip edilir, konuşulur olacaktır. Okurun görmek istediği zengin içerik yeni tip gazeteci nezdinde temsil edileceğinden tercih edilen muhteva ve bunu sunabilen yazar hangi ortamda ifade alanı bulabiliyorsa insanlar o ortama teveccüh edeceklerdir. Bu tıpkı suyun doğal akışı gibidir. Su, her zaman kendisine bir yol bulur. Basılı medya, içinde bulunduğu klikleşme ve kıskançlık hastalığından kendisini kurtaramazsa esnekliğe daha müsait olan İnternet medyacılığı dizgini ele alacak basılı medyaya hayat hakkı tanımayacaktır. Çünkü muhteva artık İnternet ortamında kendisine yer bulabilecektir. Böyle bir ortamda basılı medya için tek nefes alma alanı gene İnternet ortamı olacaktır. Basılı medyanın ömrü, yoruma dayalı bu yeni tip gazetecilik anlayışını temsil eden çok yönlü yazarlara ve gazetecilere ne kadar ortam sunabildiği, ne kadar kucaklayıcı olabildiği ile doğru orantılı olacaktır. Aksi takdirde kalite kendisine mutlaka bir yol bulacak ve İnternet ortamı işte o zaman basılı medyanın önce reklam gelirlerini ardından da etki alanını erozyona uğratacaktır. Bu bağlamda, günümüzdeki bazı basılı medya organlarının yakın gelecekteki mutlak ölümlerini şimdiden görür gibiyim.


Peki, bu yeni tip insan modeli yetişmeye başlamış mıdır ve ülkemiz bu çizgiyi yakalayabilecek midir? Bunun temini adına bizim bir modelimiz, stratejimiz mevcut mudur? Az önce bahsettiğim gibi Batı dünyası bu konuya çok ciddi bir şekilde kafa yormaya başladı bile. Bizim mevcut eğitim sistemimiz ise önümüzdeki 25-30 yılda çökecek bir noktaya doğru hızla ilerlemekte. Peki, çözüm ne ve bir eğitim hareketi olan Hizmet Hareketi bu idealin neresinde? Devam edeceğiz!

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Eğitim Sistemimize Genel Bir Bakış

Bu yazı 14 Mayis 2014 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesinde yayınlanmıştır.

Türkiye, eğitim siyaseti ve politikaları konusunda yazı yazmanın çok zor olduğu bir ülke. Bunun önemli nedenlerinden birisi ülkemize has bir tarzda gelişen siyasi atmosfer ve ona bağlı şekillenen politika çarklarıdır. Mevcut siyaset anlayışımız bağlamında eğitim, siyasi çevreler açısından bir ‘kale’ olarak algılanıyor. Her seçim döneminde Eğitim Bakanlığı atamalarının Milli Savunma Bakanlığı yanında ilk merak edilen konular arasında yer alması ve 28 Şubat soğuklarının ilk vurduğu alanlardan birisinin yine eğitim sahası olması sanırım bu tezi güçlendiriyor.

Özellikle ülkemizdeki mevcut siyasi gündemin kavurucu sıcağı altında eğitim sistemimize dair kalem oynatmak gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Örnek için son gündem maddemiz olan dershanelerin kapatılması konusuna bakmak yeterli. Normal bir ülkede eğitimcilerin de içinde olması gereken bir tartışma olsada, bizdeki mevzu tamamen siyasi bir hamle olduğu için konuyu eğitim politikaları ve sosyolojisi bağlamında tartışmak anlamsızlaşıyor ve boşa harcanan bir emek noktasına geliyor. Gelin biz rotamızı yoğun siyasi gündemin fırtınalı havasından başka yöne çevirerek konumuza devam edelim.

Geçenlerde Abant Platformu’nun, ülkemizin eğitim politikalarını masaya yatırdığı bir toplantıda Prof. Dr. Eser Karakaş’ın ifade ettiği bir cümle çok önemli. Karakaş’a göre mevcut eğitim sistemi ile ‘’Türkiye’de çağa uygun bir öğrenci profili yetiştirmek önümüzdeki 25 yıl imkansız.’’

Eğitim sorunlarımızı kangren olmuş sorunlar yumağı olarak görmek mümkün. Neden mi? Çünkü politikacıların, her türlü yatırımlarını öne çıkarmak maksadı ile övgü ile bahsettikleri eğitim sistemimiz, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ile kıyaslandığında çok da iyi bir görünüm arz etmiyor. Mevcut sorunları çözecek iradeyi gösteremediğimiz gibi bunlara her gün yenilerini ekliyoruz. Kısır bir döngü içerisindeyiz adeta. Çözüm yönünde ciddi bir irade ve akıl sergileyemediğimiz gibi maddi imkansızlıkların eğitime yansımasının da önüne geçemiyoruz.

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) en son açıkladığı ‘’İyi Yaşam Endeksi’’ verilerine göre ülkemiz, üye 37 ülke içerisinde hayat koşulları bakımından en son sırada. Halkının yaşama memnuniyetinin en düşük olduğu ülkelerden biriyiz. Yaşanan bu tür sıkıntılar elbette eğitim sistemimize ve öğrenci kalitemize de yansıyor.

Yine OECD ülkeleri arasında yapılan ve 65 ülkeden öğrencilerin katıldığı araştırmaya göre (PISA), ülkemiz eğitim alanında gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler sıralamasında 45. sırayı alarak ortalamanın altında seyrediyor. 2003 yılından itibaren katıldığımız bu geniş kapsamlı çalışmada konumumuz genel olarak pek değişmedi. Eğitim kalitemizin yaklaşık 10 yıllık durumunu özetleyen bu bilgiyi, Prof. Karakaş’ın yukarıda alıntıladığım ileriye dönük tahmini ışığında değerlendirdiğimizde, ülkemizin geleceği adına çalan tehlike çanlarının seslerini duyar gibi oluyoruz. Bir ülkeye ait eğitim sisteminin mevcut sorunlarının ve genel ekonomik gidişatının gelecek çeyrek asırda da varlığını sürdürmesi, toplum üzerinde doğrusal değil üstel (eksponensiyel) yıkımlara ve yaralara yol açar. Henüz bunun bilincinde değiliz.

Peki bu gidişata ülkemiz içerisinde yapageldiğimiz merkezi sınav sistemi açısından bakıldığında manzara nasıl görünüyor? Geçenlerde açıklanan 2014 YGS sonuçlarına göre bu sahada da durumumuz pek iç açıcı değil. Başarısızlık oranı geçen yıla göre yüzde otuz oranında arttı. Her bölümden 40 sorunun sorulduğu sınavda Türkiye geneli Türkçe ortalaması 18,7. Sosyal bilimler alanında 11,2. Bu oran Matematik ve Fen Bilimleri alanlarında ise çok düşük. Sırasıyla 6,1 ve 3,5 net ortalaması ancak yakalanabilmiş. Sınavda toplam 138 bin aday barajı geçememiş. Yaklaşık 1 milyon 900 bin öğrenci arasından 900 bin tanesi sınavda tek bir net bile çıkaramamış. Aynı istatistiğe Matematik ve Fen Bilimleri noktasından baktığımızda benzer bir tablo var. Fen alanında 900 bin, Matematik alanında 420 bin aday tek bir doğru yapamamış. Fen alalında sıfır çeken 900 bin adaya, bir doğru yapan 200 bin; iki doğru yapan 120 bin; 3 doğru yağan 100 bin ve 4 doğru yapan 70 bin kişi de eklendiğinde yakklaşık olarak 1 milyon 400 bin öğrencinin Fen Bilimleri alanında temel bilgilerden mahrum kaldığını söyleyebiliriz. Yani öğrencilerimize Matematik ve Fen Bilimleri öğretemiyoruz. Önümizdeki yıllarda dershanelerin de kapanması ile bilrlikte bu rakamların nerelere çıkacağını tahmin etmek hiç de zor değil.

İşte yukarıda işaret ettiğim tüm hususlar dikkate alındığında görülüyor ki; ülkemiz eğitim sisteminin politik ve siyasi müdahalelerden bir an evvel arındırılması gerekiyor. Bundan da önemlisi, eğitim felsefemizin modern araştırmalar temel alınarak yeniden yapılandırılması şart. Umarım ülkemiz insanı, bu kötü gidişatı bir an evvel farkeder, içerisine hapsolduğu kısır döngülerden kurtulur, ihtiyacı olan iç dinamikleri geliştirir ve sorunun çözümü adına yapılması gerekenleri etkili bir şekilde hayata geçirebilir.

PENNSYLVANIA’DAN MESAJ VAR!

Amerika’nın sıcak ve nemli bir iklime sahip olan ve her daim yeşilin hakim olduğu sakin ve huzurlu bir eyaletinde geçen 11 yılın ardından daha soğuk bir iklime taşınalı henüz beş ay olmuş. Uçağın camına kafamı dayamış bir vaziyette bulutları seyrederken değişik duygular içerisindeyim. Uçağım New Jersey hava alanına yaklaşırken, ben kâh Amerika’da gurbette geçen yıllarımı düşünüyor kâh davetli olduğum eğitim seminerininin detaylarını kafamda irdeliyor bir yandan da ilk defa ziyaret edeceğim bir mekanı görme heyecanı ile iniş anını bekliyorum.

Nihayet refakatçim olan yol arkadaşım ile buluşuyorum. New Jersey’nin soğuk ve binalarla dolu atmosferinden ve bunaltıcı trafiğinden yavaş yavaş uzaklaşıyoruz. Yol arkadaşım ile yaptığım ufak hal hatırlaşma biraz olsun sıcaklık katıyor içime. Uzakta New York’un o meşhur gökdelenleri beliriyor gözümün önünde. Kısa bir bakışla o kasvetli soğuk binaları seyrediyor ve yalnız insanlarının halini düşünüyorum. Düşüncelerimi dağıtmak hissi doğuyor kalbime birden. Dikkatimi o kasvetli binalardan almak için önümdeki iki günün planlamasını konuşmaya başlıyorum yol arkadaşımla. Planımıza göre ilk gün misafirliğe gittiğim yerde geçecek. İkinci gün ise tekrar New Jersey’e seminer için geri döneceğiz.

Aslında bir Cemaat kurumunun davetlisi olarak bir eğitim seminerine katılmak üzere geldim New Jersey şehrine. Zor günlerden geçiyoruz. Öyle ya! Bir ülkenin Başbakanı ve onun oligarşik temayüllere sahip danışman kadrosu adeta bir medya imparatorluğu tesis etmişler, devletin istihbarat kurumunu hükümetin arka bahçesi haline getirmişler, muazzam bir maddi güç temini ile diğer dini cemaatleri dizayn ederek ve rakiplerini kendi bünyesine katarak yeni bir cemaat oluşturmaya başlamışlar ve bununla da kalmayıp aykırı olarak gördükleri Camiayı bitirmek için planlar geliştirmişler. Üstelik henüz bir kaç hafta öncesinde hükümet bu planlarını yürürlüğe koymaya başlamış ve Cemaat’e ait tüm dershane ve etüt merkezlerini kapatmak üzere harekete geçmişti. Twitter üzerinde gerçekleşen hak arama ve düşünce paylaşma gayretleri haricinde Amerika’da ki Camia fertleri arasında siyasi gündeme karşı gördüğüm genel lakaydsızlık beni hep memnun etse de, gündeme kilitlenilmeyip ‘yola devam’ ve ‘müşteriler bekliyor’ çağrılarına uyularak, atılım ve fikir üretme çabalarına devam ediliyor olduğunu görmek, adeta bir hayranlık kılıfına bürünmüş, takdir duygusuna bulanmış şaşkınlık hislerimi bir kere daha harekete geçirmişti.

İki saatlik bir seyahatin ardından nihayet gideceğimiz mekana varmıştık. Hava soğuktu. Eşyalarımızı alıp kalacağımız misafirhanenin yolunu tuttuk. Son derece mütevazi bir binanın salonunda çekyatların üzerinde yatacaktık. Eşyalarımızı bırakıp misafirhaneden çıkıp kendi halimize diğer iki ana binanın içini gezdik. Gördüğüm salonlar, odalar ve küçük bir yemekhane Türkiye’de birilerinin iddia ettiği gibi son derece lüks bir hayatın yaşandığı çiftlik içerisinde bir villa kesinlikle değildi. Sadece misafir yoğunluğu düşünülerek geniş bir alana yayılmış iki büyükçe bina ve bir kaç misafirhaneden oluşan mütevazi; ama zevkli bir şekilde dizayn edilmiş nezih bir mekandı. Eminim benden sadece bir kaç hafta evvel aynı mekanı ziyaret etmiş olan Bülent Arınç ve Hakan Fidan Beyler de benimle aynı izlenimleri edinmiş, benim oturduğum o mütevazi sedirlerde oturmuşlardır.

Kamp yerinin programını sorduğumuzda herkesten aldığımız yanıt aynıydı. Burada hayat sanki zamana göre değil ; zaman, namaz ve sohbet aralarına göre dizayn edilmişti. Kampta ibadet ve okuma ile geçen gün, kısa bir uykunun ardından gece ibadetleri ve dua zamanları ile sanki gece yarısı da devam ediyordu. Normal bir insanın iki yemek ve günlük meşguliyetler arasına sıkıştırdığı namaz vakitleri burada namaz vakitleri arasına sıkıştırılmış mecburi meşgaleler olarak değişime uğramıştı. Verilen yemek de zaten bir tabaklık, insanı doymadan kalkmaya sanki mecbur eden adiyattan bir günlük eylemi çağrıştırıyordu. Neyse ki misafirlerini düşünüp tedbir almışlar ve bir molla gibi sofradan az yiyip kalkmayı beceremeyen benim gibi misafirleri için tabaklarını ikinci kez doldurabilecekleri rahat bir ortam oluşturmuşlardı.

Ortamda sürekli bir sükunet ve huzur hakimdi. Günümüz ya namazı ya da Hocaefendinin bir sonraki sohbetini beklemekle geçiyordu. Aralarda yapabileceğiniz en güzel şey ise doğal olarak etrafınızdaki herkes gibi kitap okumaktı. Şanslı bir günümüzdeydik. Günlük rutini gereği çıkması gereken tüm ders ve sohbetlerine çıkmıştı Hocaefendi. Etrafındakiler ile geçirdiği bu zaman dilimleri haricinde kendi küçük odasında ibadetle ve küçük hasır bir yatak üzerinde çile ile geçen bir ömürdü onunkisi.

Zaman ilerlemişti. Nihayet o meşhur ikindi sohbetlerinden birinde bulmuştum kendimi. Hocaefendi, az önce özetlediğim ve hem kendisini hem de bir evladı gibi üzerine titreyerek büyüttüğü Cemaatini hedef alan o saldırılar sanki hiç yapılmıyormuş, dershaneleri sanki hiç kapatılmak istenmiyormuş gibi imandan, kulluk şuurundan bahsedip duruyordu. Gün boyu muhatap olduğum kamp sakinlerinden gündelik mevzularla alakalı en ufak bir konuşma duymamış olmanın ve etrafımda sürekli ya namaz kılan ya da kitap okuyan insanların olmasının verdiği şaşkınlık daha da derinleşmişti içimde. Oysa ‘Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ romanında olduğu gibi arzın (tarihi olayların muhatabı konumunda olan bir mekanın) tam ortasındaydım. Bu duygularla Hocaefendinin bahsettiği konulara karışıp gitmiş ve ayrı bir hayranlık ufkuna açılmıştı gönül dünyam. Halbuki hükümetin ve takipçilerinin yoğun propagandalarına inansa insan, içinde bulunduğum yer Amerika’da, ‘içerisinde beş yıldızlı lüks villaların ve hizmetçilerin’ olduğu bir mekan; sakinleri de gün boyu oturup ‘fitne üreten’, ‘dinden çoktan uzaklaşmış’, ‘müslümanlık bilincini yitirmiş’, ‘zamanlarını twit atmakla’ geçiren kimselerdi. Eminim bu mekanı defaatlerce kere ziyaret eden hükümete yakın bazı gazeteciler ve hükümet mensupları da bu düşüncelerin yanlışlığını aslında biliyor olmalıydılar!

Bir yandan bunları düşünürken diğer yandan da sohbette ifade edilen iman şuurunun ufkuna dalmıştım. Bir anda içime doğan bir refleks ile kafamı pencereye doğru çevirdim. Pennsylvania’nın ilk karı yağmaya başlamıştı. Yıllardır kar görmemiş olmanın verdiği heyecan uzun süredir görmek istediğim Hocaefendinin sıcak sohbeti eşliğinde gönlümü okşuyordu. Bu duygular içerisinde biten sohbet, akşam namazının ardından diğer binada daha küçük bir salonda devam etti. Değişik ziyaretçiler hep değişik konularda sorular soruyorlardı. Gıdalar içerisindeki bazı uygunsuz maddelerden, bu konularda yapılan bir takım araştırmalardan bahsedildi. Hala; benim merak ettiğim gündelik konulardan inatla söz açılmıyordu. Sanki herşey Allah’ın takdirine bırakılmış gibi bir hava hakimdi. Sanki o konulari konuşmak abesti. Bir an duraksadı Hocaefendi. Elini kitaplığa uzatarak iki kitap istedi talebesinden. Kitaplar itina ile getirilip önündeki küçük sehpanın üzerine kondu. Eline kalemi aldı ve her iki kitabın da ön sayfalarına notlar yazdı. Belli ki birisine hediye gidecekti o kitaplar. Herkes şaşkındı. Acaba bu kitaplar kime hediye edilecekti ve içerisine neler yazılmıştı. Herkes susmuş, gözleri ile Hocaefendinin kalemini takip ediyordu. Çıt çıkmıyor, nerede ise kalemin sesini duyabileceğimiz bir sessizlik ortamında gözlerimizi kalemin üzerinde gezdiriyorduk. El hareketlerine dikkat ettim. Sanırım Osmanlıca ile yazılıyordu. Molla olarak bilinen talebeler de şaşkındı. Not, kitabın üzerine mi yoksa tarihe mi düşülüyordu emin değildim. Bir talebesi benimle aynı hisse kapılmış olmalı ki acele ile kalkıp bir yere gitti ve az sonra elinde bir fotoğraf makinesi ile geri döndü. Sanki an’a resimlerle de ortak olmak istiyordu. Nihayet yazma işi bitince kitapları yanında oturan başka bir misafire takdim etti ve sonra kaldığı yerden sohbetine devam etti. Belki de çok önemli ve tarihi bir ana şahit olmuştuk; ama o bunu çok değer verdiği imani sohbetin tabir caizse bir tenefüs zamanı içinde; o da insanlar biraz dinlensinler saikiyle verdiği küçük bir arada yapmıştı. Demek ki gündelik meşgaleler bu mekanda sadece namazların ve sohbetlerin imkan verdiği ölçüde kendilerine yer bulabilirlerdi. Bunu daha iyi anlamıştım!

Sohbet bitmiş herkes kalacakları mekanlara dağılmaya başlamıştı. Dışarıda lapa lapa kar devam ediyordu. Yollarda yürümek zorlaşmıştı. Ayakkabılarımı giyip tam adım atmaya başlamıştım ki birisi koluma girdi. ‘Genç kardeşim! Ben bu yolda yürüyemem, kalacağım yere kadar götürür müsün’ dedi. Az önce kitapların kendisine takdim edildiği kişiydi bu. Sevinmiştim! Hem ona yardım edecek hem de merakımı giderecektim. Gecenin karanlığında karlar üzerinde birlikte yürümeye çalışırken cesaretimi topladım ve ‘hediyeler Başbakan için mi’ diye sordum. ‘Evet’ demişti. Kitapların neler olduğunu ise zaten biliyordum. Üzerlerinde neler yazılmış olduğunu sordum. Aldığım yanıtla sevinmiştim: ‘Hele bir gidelim, çay demler beraber bakarız!’’

Ertesi gün sabah namazının ardından New Jersey’e eğitim seminerine katılmak üzere yola çıktık. Yanımıza yolluk olarak birer simit bulabilmiştik yalnızca, o; ‘hizmetçilerle dolu çok lüks bir hayatın yaşanıldığı zannedilen’ mekandan ayrılırken. Bir yandan simidimi yiyor diğer yandan da tepelere ve ağaçlar üzerine gerilmiş beyaz kar örtüsünün güzelliğini seyrediyorum. Arabamızın camlarına çarpıp eriyen kar tanecikleri ve radyodan gelen tiz klasik müzik sesi düşüncelerimi alıp ayrı bir ufka götürmüştü. Aklımda hep o hediye kitaplar vardı. ‘Neden o iki kitap!’ deyip duruyordum kendi kendime. Yol arkadaşımı çoktan unutmuş kendi hayal ufkumda bencilce bir düşünce atmosferinin girdabına takılıp gitmiştim. Bu şekilde geçen yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun ardından nihayet New Jersey’e yaklaştık. Kafamı arabanın camına yaslamış bir vaziyette hala o iki kıtabın bana verdiği bir mesaj olduğu ve benim onu bulmak zorunda olduğum fikrinden zihnimi alamıyordum.

Ve işte karşımda gene New York şehrinin o büyüleyici; ama bana hep soğuk gelmiş, devasa gökdelenleri. Bakışlarımı gökdelenlerin oluşturduğu o görkemli silüete kilitliyorum. Düşüncelerim şehrin mimarisinden çok bende çağrıştırdığı medeniyetin temel dinamikleri üzerine yoğunlaşıyor. Amerikan süper gücünü meydana getiren, şekillenmesine öncülük eden temel dinamikler, prensipler, kabiliyetler, kurallar bir festival havası içerisinde geçit töreni yapıyorlar zihnimde. Sonra Osmanlı ve o ihtişamlı İslam medeniyetleri geliyor aklıma. Onlar da aynı kabiliyetler üzerine hatta belki de daha üstün prensipler üzerine kurulmuşlardı diye geçiriyorum içimden ve listelemeye başlıyorum her birini New York’un o gizemli gökdelen silüetinin üzerine yazarcasına. İlim, hikmet, adalet, sistemli hareket vs. derken o ilimden beslenen beyan ve ikna kabiliyeti, o hikmetin meyveye düçâr olma hali ifadeleri dökülüyor ağzımdan. Birden bir şimşek çakıyor adeta kafamda ve zihnimdeki tüm düşünce kırıntılarını kendi karanlıklarına hapsedip kendisine has tek bir düşünce ile aydınlatıyor. Şimdi anlıyorum diyorum kendi kendime! Sanki Hocafendinin Başbakana neden bir Kur’an-ı Kerim ve bir de kendi Beyan isimli kitabını hediye ettiğine dair illa bir neden aramam gerekiyormuş bencilliği ve haddini bilmezlik içerisinde. Henüz olaylar yeni başlamış, kalp kırıcı sözlerin, gönül yaralayıcı iftira ve yalanların yeni günyüzüne çıktığı günlerdi. Ama öncesinden beri aleyhte bazı bitirme-tasfiye etme çalışmaları olduğu hep biliniyordu. Belki Hocaefendi daha fazlasını da biliyor ama hep içine atıp sabrediyordu. Kamptaki; o herşeyi Sahibine havale etme hali belki de bundan ötürü idi.

Kur’an; hakkı, adaleti, ilmi ve hikmeti temsil ediyordur dedim kendi kendime. Bir medeniyet ancak bu temeller üzerine kurulabilir ve idame ettirilebilirdi. Beyan da işte o ilim, irfan ve hikmetten beslenen, adalet ve hakikat kavramları ile desteklenen bir medeniyette hayat bulur ve sonra da onu süsleyen, hakikatta sabit kılan, ayakta tutan ve yeni medeniyet çekirdekleri haline getiren bir irfan meyvesi haline dönüşürdü. İşte benim o iki hediye kitaba yüklediğim manalar bu şekilde olmuştu. Yani bir yandan muhatabına; adalet, hak ve hakikatten ayrılma, zulme kaçma; diğer yandan da beyan ve ifadelerine dikkat et ki onlar hakikatın ve medeniyetin birer bestesi olabilecekken, sahibini yaralayan, hak ve adaletten uzaklaştıran birer öfke tokmağı ve içinden çıkılması imkansız bir ümitsizlik bataklığına dönüşmesin. Kısaca, ‘haktan ayrılma; adaletten şaşma ve hep doğruyu söyle’ demekti bu.

Bu seyahatim ile bu yazıyı yazdığım ana kadar aradan bir kaç aya yakın bir zaman geçti. Bu süreç içerisinde yaşanan gelişmelere; kısaca yapılan fişlemelere, görevden almalara, hakaretlere, iftiralara, yazılan yalanlara, birilerinin ortaya çıkan konuşmalarına, büyükelçilere verilen utanç emirlerine, yargı ve adalet sisteminin hallaç pamuğu gibi atılışına, ülkenin kamplaştırılarak nasıl bir tehlikenin içine atıldığına bakıyorum. Etrafımda gördüğüm o samimi ve gündemden uzak kalmaya çalışan insanların ilerleyen günlerde bizzat; o hediyelerin muhatabı kişi tarafından nasıl; ‘haşhaşi’, ‘virüs’, ‘ajan’, ‘hain’, ‘paralel örgüt’, ‘lobi’ şeklinde ithamlara maruz bırakıldıklarını ve bizzat Hocaefendinin nasıl ‘içi boş alim müsveddesi’, ‘sahte peygamber’ ifadeleri ile hakarete ve nefret suçuna muhatap olduğunu gördükçe o hediyeler geliyor aklıma hep. Acaba diyorum; Hocaefendi o iki kitabı hediye olarak gönderirken gerçekten benim içime doğan o manaları da beraberinde mi gönderiyordu muhatabına. Yoksa ben mi yanlış anlamlar yüklüyordum Kur’an ve Beyan isimli o iki hediye kitaba. Sanırım bu sorunun cevabını vermek artık zamana kaldı.