29 Şubat 2016 Pazartesi

CEMAAT NEDEN VE NASIL KAZANIYOR? (12)


Bu yazı 29 Şubat 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Hizmetin ilk sıkıntılı yıllarını yaşamamış ve hızlı büyümeden dolayı bugün Hareket’in sayıca önemli bir kısmını oluşturan bir nesil vardı. O nesil yaşanması muhtemel sıkıntıları Gülen’in eserlerinde ilmel yakîn düzeyde dinlemiş, aynel yakîn düzeyde hissetmiş; ancak hakkal yakîn planda, yâni bizzat, yaşamamıştı. 28 Şubat ve ona giden dönem onlar için önemli bir yetişme ve silkinme vazifesi görmüştü.

Benzer şekilde, Cemaat’in özellikle 28 Şubat döneminden sonra yetişen yeni nesli de ciddî bir sıkıntı çekmemişti. Hattâ onlar, Erdoğan’ın karizması ve insanları cezbeden, kulağa hoş gelen; ama sonradan balon olduğu anlaşılan vaadlerinin Türk siyâsetini esîr almaya başladığı bir dönemin çocukları oldular. 28 Şubatta doğan çocuklar bile bugün ancak 17-18 yaşlarına geldiler. Hizmet tabanındaki bu genç nesil uzun vâdede Erdoğan ve AKP’ye sempati besleyip kolaylıkla tarafgirlik ve taassup meyli gösterebilirlerdi. Erdoğan ve etrafındaki oligarşik kesimlerin, ‘’Cemaat’e vurduk mu parçalarız!’’ düşüncesi ile hareket etmelerinin bir nedeni de bu idi.

AKP’nin ilk sekiz yılının görece başarılarla geçmiş olması bu algıları kuvvetlendirdi. Bu da Cemaat’in 28 Şubatta yaşanan o çok sıkıntılı dönemlerle tanışmamış nesillerinin İslâmcı bir siyâsî hareketin büyüsüne kapılması anlamına gelebilirdi. Tıpkı Ali Ünal ve Mahmut Akpınar gibi ben de şahsî gözlemlerime dayanarak, Hareket tabanında çok az da olsa AK Parti ile dine hizmet adına aynı zeminde buluşulabileceği fikrine kapılan, ileride parti kollarında görev almaktan çekinmeyecek olan, Erdoğanist bir çizgiye kayma ihtimâli bulunan fertler görebiliyordum. Böyle bir eğilimin kesilmeyip yayılması demek; Hareket’in temel çizgisi ile çok ters, özünden kopuk bir neslin yetişmesi anlamına gelecekti.

Bizzat parti teşkilatlarında görev alınmasa bile, zihinlerin; siyâsetin îman inşâsı adına bir araç veya çözüm olabileceği düşüncesine hafif bir temâyül göstermesi dahî başlı başına bir düşünce erozyonu ve eksen kayması olurdu. Erdoğan, dört şekilde muhtemel bir inhirafın (sapmanın) önünü kesmiş oldu: (1) Gülen’e ve Cemaat’e çok ağır hakaretlerde ve suçlamalarda bulunarak önce kendi karizma balonunu patlattı ve illüzyonu dağıttı (2) süreci, hukuk ve adâlet sistemlerini baltalamak sûretiyle devâm ettirerek aslında kendi bindiği dalı kesti ve niyetini sorgulattı, (3) baskınlar, teftişler, kapatmalar ve el koymalar yoluyla insanlara birlikte hareket etme motivasyonu verdi, (4) yanlışlar yanlışları, yalanlar yeni yalanları doğurmak zorunda olduğundan, bu; Hareket mensuplarının doğru yolda ilerlerdikleri yönündeki bilinçlerini destekledi ve özgüvenlerini artırdı.

17-25 Aralık sürecinin hemen başlarında Gülen’in bulunduğu mekânı ziyâret etmiş ve ‘’Pennsylvania’dan Mesaj Var!’’ başlıklı yazımda da bahsettiğim gibi orada iki gün boyunca misafir olmuştum. O günden beridir de her gittiğim yerde nabız tutuyorum. Gördüğüm tek şey; kendine ve amacına güven duygusu (itmînân); ayrıca îman esaslarını yaşama ve anlatma ve güncel olana dalmama yönünde gösterilen gayrettir.

Sadâkat; güven, sabır ve amaca (öze) bağlılık demekse eğer; bu bağlamda, Cemaat fertleri büyük çoğunluğu itibârıyla bir sadâkat örneği sergiliyorlar ve Sıddıkıyyet merdiveninde adım adım yükseliyorlar denilebilir.

Erdoğan’ın zikrettiğim hatâları, Cemaat’e o merdivende daha çok basamak atlatan bir süreç olmuş oldu. Cemaat her bir ferdini tek tek özel bir eğitime tâbi tutsa böyle bir sıçramayı, sebepler bazında, o büyük bünyesine yaptırtamazdı. Bugün bâzı AKP’lilerin Hüseyin Gülerce’ye; ‘anlattığı şeyler işe yaramıyor, hâlâ paralel olmalı’ şeklinde bakmalarının nedeni; Cemaat’te ciddî hiçbir kopma görememiş olmaları ve Erdoğan’ın karizması, tehdîdkâr üslûbu, hukuksuz baskın ve el koymaları ve kullandığı devlet ve propaganda gücüne rağmen karşılaşılan o şaşırtıcı sadâkatin kendilerinde yaşattığı çâresizliktir. Tüm bu yazdıklarımın özeti mâhiyetinde Gülen, bir bamteli sohbetinde (27 Aralık 2015) şunları söylüyordu:

İnşaallah siz sarsılmadınız, eğilmediniz, devrilmediniz. Sizi eğmeye, devirmeye, yıkmaya çalışan kimseler, sizi kendilerine benzettiler, korkuttukları zaman dağılıp kaçacağınızı zannettiler. Vâkıa savrulan bazı kimseler oldu, onlar zâten iğreti duruyorlardı. Fakat Allah’ın izni ve inayetiyle, sizi bir yerde sıkıştırdılar, siz tohumlar gibi dünyanın değişik yerlerine saçıldınız; kuvve-i inbâtiyesi çok yüksek olan yerlerde geleceğin başaklarının tohumları oldunuz.  

Sonuçta; Türkiye gibi köklü bir devletin AKP eliyle getirildiği içler acısı durumun hep böyle süreceğini sanmıyorum. ‘’AKP ve Ergenekon Neden Yargılanmalı’’ başlığı altında yazdığım yazı dizisinde, AKP ve Ergenekon vak’alarının toplumdaki bir dibe vurmanın yansımaları olduğu tezini işlemiştim. 1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) ve ardından 1908 İkinci Meşrutiyet’ini takip eden zamanlar toplumsal hâfıza ve özgüvenlerimizde domino etkisi gibi yıkıcı sonuçlar doğuran belki de en büyük dibe vurma dönemleriydi.

O gelişmeler Anadolu’da hayata tekrar tutunma adına bir kıvılcım yaktılar. Fikir planında ise Said Nursi ile ileride belki de tüm insanlığı aydınlatacak olan îman inşâsı fikrinin ilk kıvılcımını ateşledi. Sonraki dibe vurma dönemleri olan ve darbeler ve özellikle 80 darbesi de, Gülen’in o kıvılcım ile aksiyon meş’alesini yaktığı dönemi doğurdu. Erdoğan ile yaşanan bu dibe vurma süreci de önceki yazılarımda belirttiğim gibi toplumsal kaynaşma ve tam aydınlanmayı sağlayacak bir parlama dönemine zemin hazırlayacaktır.

Kısaca, Erdoğan’ın zulmüne bedel Gülen ve Nursi öncülüğünde îman-akıl-fen izdivacının yaşanacağı bir dönem gelecek ve Said Nursi’nin: ‘’ileride inşallah tamâmen, kuvvete bedel hak, safsataya bedel burhan, taba bedel akıl… garaza bedel hamiyet, hissiyata bedel efkar’’ hükmedecek dediği günler gelecektir. Gülen’in bir önceki alıntının devâmında söylediği ifâdelerle noktalayalım:

Çok yakın bir gelecekte, dünyanın dört bir yanında, İslâm’ın evrenselliğine uygun, o tohumlar başağa yürüyecek; o fideler çınar olmaya, selvi olmaya yürüyecek; ser çekecek, dal budak salacak, meyvelerle salınacak; bugün sizin yaptığınız şeylerle dünyanın yüzü gülecek, insanlık ütopyalarda aradığını sizin bugün yaptığınız o hizmetin sonucunda görecek.

Yazı dizimiz bitti; ancak bu konular gündeme geldikçe ilgili değerlendirmelerimize devâm edeceğiz. Bu uzun yazı dizisini sabırla takip eden tüm dostlara sevgilerimle. Sürçü lisan ettikse affola!

24 Şubat 2016 Çarşamba

CEMAAT NEDEN VE NASIL KAZANIYOR? (11)

Bu yazı 24 Şubat 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Erdoğan, ‘paralel’ söylemleri ile Cemaat’i devleti ele geçirmeye çalışan bir suç örgütü olarak göstermeye çalıştı; ancak bu da ters tepiyor. Asıl AKP’lilerin, ‘İslâmcı gelenekleri bıraktık, gömlek değiştirdik, artık daha demokratız!’ demelerine rağmen, aslında hâlâ Arap tipi İslâmcı kaldıkları ve devleti ve gücü ele geçirme odaklı hareket ettikleri bizzat görülmüş oldu. Gücün ele geçirilmesi ile birlikte yolsuzluk, ihâle ve rant vurgunu, adam kayırma ve kadrolaşma gibi konularda zirve yaptıkları 17-25 Aralık süreci ile ortaya çıktı.

Mızrak çuvala sığmamıştı! Bu uğurda işlenen yolsuzluklar konusunda ‘dâvâ için’, ‘’Erdoğan’a darbe girişimi’’ gibi söylemler kullanılarak tabanı kandırma yoluna gidildi. Böylece, aslında İslâmî ilkelerden ne kadar uzak, İslâmcı bile olamayacak kadar çıkarcı ve fırsatçı olunduğu görülmüş oldu.

Bu koyu siyah zeminde eleştirilen Cemaat, haklılığı tamâmen ortaya çıktığında, bu kirlenmiş güce karşı dik durmasıyla ve demokrasiye olan inancıyla gönüllerdeki yerini alacaktır. AKP’nin seçim başarısı ve saldırıları devâm ederken yaptığı bir analizde, Zaman yazarı Kerim Balcı’nın ‘’AK Parti gemisinden, indik Elhamdülillah!’’ demesi bir hakîkati dile getiriyor. Zîrâ, AKP sahip olduğu güç ile zehirlendi ve diğer dinî grupları da taban oluşturmak adına ‘’Hilâfet’’ adını verdiği gemiye dâvet etti. Gemiye katılanlara imkân ve çıkar vaat ederek yapay bir cennet sunarken, binmeyenleri de yapay ‘’paralel’’ ve ‘’mâkul şüpheli’’ cehennemleri ile tehdit etti.

Cemaat tüm bunlara rağmen AKP’ye bîat etmeyerek kendi irâdesiyle o gemiden indi ve okyanusun dalgalı sularında kendi küçük kayığı ile özgürce ilerlemeyi tercih etti. Çünkü, ‘’AK Parti samimi mi?’’ başlıklı yazımda da ifâde ettiğim gibi; ‘’AKP artık demokrasi rayından çıkmış, Gladyo’nun rotasına girmiş, hedefi şaşmış bir partidir. Rolünü, tükendiği güne kadar da oynamak zorundadır. O rolün dışına çıkması imkânsızdır. Günü geldiğinde de yine aynı gladyotik yapılar tarafından ipi çekilecektir.’’

İşte bu yüzden; aynı gemide batmak istemeyen Cemaat, geminin saptığı yanlış rotayı farkettiğinden ve kendi Kur’an-Sünnet-Temsil rotasından bir sapmaya ve batışa sürükleneceğini gördüğünden o gemiden indi. Aslında Cemaat’in desteği ilkesel bazda ve sivil anayasının tesisi ile vesâyetin kırılması noktasında idi. Bu anlamda aslında Cemaat, AKP trenine hiç binmemişti; sâdece sözünü tutacağı inancıyla AKP önündeki rayları açmıştı demek daha doğru olur. Bu, elbette istisnâî sayıda küçük bir azınlığın trene binme temâyülü geliştirmediğini göstermez. Nihâyetinde iki tarafın tabanları bir çok noktada kesişiyorlar.

Peki Cemaat bu irâdî duruşu ne pahasına tercih etti? Erdoğan’ın, elindeki müthiş propaganda gücü ile Cemaat’i ‘hâin’, ‘dış güçlerin piyonu’, ‘ajan’ vs. îlân edeceğini ve devlet kadrolarından temizleyeceğini tahmin etmesi pahasına…

Ali Ünal’ın da işâret ettiği gibi, eğer Cemaat bazılarının hep vehmettiği gibi gücü ele geçirme peşinde olsaydı bunu çok iyi yetişmiş kadroları ile AKP bünyesine eklemlenerek daha iyi ve hızlı bir şekilde gerçekleştirebilir ve buna engel olabilen de çıkmazdı. Fakat bu, AKP’nin tüm yolsuzlukları ile; nereye gittiği belli olmayan ama Kur’an ve Sünnet rotasından saptığı bâriz olan bir trene vagon olmak anlamına gelirdi. Bu yolun sonu da îman yörüngeli İslâmî bir hareket için uçuruma doğru ilerlemek anlamına gelirdi.

Cemaat, süreç sâyesinde işte böyle bir tehlikeden de kurtulmuş oldu. Bu kararı ile ne mi kazanacak: (1) Yaptığı tercihte ne kadar haklı olduğunu ileride tüm Müslümanlara ve dünyaya gösterecek, (2) Yusuf gibi, mâsûmiyeti anlaşılacak ve ardından Yusuf gibi muâmele görecek, (3) Cesaretinden dolayı hem alkışlanacak hem de örnek alınmaya başlanacak. Bu cesâreti doğuran kaynak, diğer Müslümanlara da örnek teşkil etmeye başlayacak; Said Nursi ile başlayan ‘îman inşâsı’ ve zulme karşı nasıl dik durulacağı yönünde, Eskişehir Müdafasında olduğu gibi, şimdilerde de sergilenen benzer tavır evrensellik kazanacaktır. Bu da Hareket’e bunların temsîli nisbetinde kıymetler üstü bir değer kazandıracaktır.

Süreç ile birlikte Fethullah Gülen’in bir âlim ve yol gösterici olarak değeri Türkiye sınırlarını daha da aşacak, onun dünya Müslümanları arasında tanınırlığını ve Batı entelijansiyası içinde de saygınlığını artıracaktır.

Özellikle terörün zirve yaptığı ve İslâm’ın imajının AKP tarafından ciddî kertede kirletildiği, göçlerin, yıkımların ve savaşların arttığı böyle sorunlu bir dönemin ardından insanlar çözüm adına fikirler ve projeler sunabilen ehliyet sahibi, güvenilir yol göstericiler arayacaklardır. Mevcut İslâmcı siyâsî hareketlerin ve hükümetlerin fikir ve aksiyon planında iflâs etmiş olmaları; AKP özelinde ise, teröre destek veren otoriter, baskıcı tutumları yüzünden gözler alternative anlayışlara çevrilecektir.

İşte bu aşamada, Said Nursi’nin çizdiği yolda ilerleyen Gülen ve onun fikirlerinden beslenen ve bu baskı döneminde değişik parametrelerle (bu parametreler bu yazı serisi içerisinde ele alınmıştır) samimiyetini ispatlamış bulunan Hizmet Hareketi, siyâsî değil; sivil hareket anlamında, artık bir çok konuda söz sahibi konuma gelecektir.

Bu yazı serisinde işâret edilen iç dinamiklerini revize etmiş, daha insan merkezli ve evrensel anlayışlar benimsemiş olan Hareket, insanlığın sorunlarının çözümü adına yeni sorumluluk alanlarında at koşturacak ve yaralara merhem olacaktır. Bu sâyede Türkiye, dünya problemlerinin ele alındığı her platformda söz sahibi bir ülke hâline gelecektir.

Gülen’in eserleri ve Risale-i Nurlar Müslüman ve Batılı akademisyenlerce daha yakından takip edilecektir. Hâlihazırda bile bugün Gülen’in temsil ettiği hizmet felsefesinin insanlık ve Müslümanlık adına neler ifâde ettiğine dâir birçok Batılı ve Müslüman akademisyenin övgü dolu sözleri mevcuttur. Bu teveccüh daha da genişleyerek yayılacaktır.

Erdoğan’ın hiçbir söylemi Gülen’e zarar vermiyor; aksine Erdoğan’ı daha çok yıpratıyor. Madenler kor taşları içinde toplanırlar. Çekiç ile vurarak onların sâdece saflaşmaları ve işlenecek hâle gelmeleri sağlanır. Erdoğan’ın saldırgan ve seviyesiz üslûbu, Gülen’in etrafında başkalarınca oluşturulan önyargı kayalarını kıracak; yakın gelecekte haklılığı da daha net görüleceğinden, bir âlim olarak gerçek değeri daha geniş kesimlerce idrâk edilecek ve eserlerinde dile getirdiği altın değerler daha bir iştiyakla benimsenir hâle geleceklerdir.

Eski Cumhurbaşkanı rahmetli Demirel süreç başladığında hâlâ hayattaydı. Zaman’dan Mustafa Ünal, tecrübeli bir siyâsetçi olan Demirel’e sürecin sorulması üzerine etrafındakilere şu sözleri söylediğini aktarmıştı:

Siyâsetçi aslında güçsüz insandır, ancak ağzına geleni konuştuğu için güçlü gözükür. Her zaman sesi çok çıkar. Âlim güçlü insandır. Ama ağzına her geleni konuşamadığı için güçsüz gözükür. Hoca da âlimdir. Bu yapılanlar, söylenen sözler Hoca'nın itibârından bir şey kaybettirmiyor. Siyâsetle gelen itibâr siyâsetle gider. Siyâsetin yaptığı tahribat kalıcı olmaz. Bak göreceksiniz yakında bunların ayakları damenlerine dolanacak.

Bu söz, çok şeyi özetliyor değil mi?

Devâm edeceğiz…

22 Şubat 2016 Pazartesi

CEMAAT NEDEN VE NASIL KAZANIYOR? (10)

Bu yazı 22 Şubat 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Erdoğan’ın bizzat kendi ifâdesiyle söylediği ‘’Cadı avıysa cadı avı, biz bu cadı avını yapacağız!’’ sözü; yaşanan hukuksuz sürecin en güzel özetidir. Sırf bu sözün muhatabı olmak bile Cemaat’in faydasınadır. Baskı veya kandırılma neticesinde halkımızın bir kısmı böyle bir cadı avını şimdilik destekleyebilir ya da görmezden gelebilir; ancak bu destek, güç tükenip gerçekler ortaya çıkana kadardır. Kandırılanlar da genelde ilk tükürenler olurlar!

Halkımız nezdinde ‘’cadı avı’’ kavramının bir karşılığı pek olmasa da bu kavram; Batılı entelektüel, aydın ve politik çevrelerin fikir dünyasında karşılığı olan ve Erdoğan’ın ‘demoratik’ siyâsî kişiliğini ve karizmasını bitiren bir söylemdir. Eyleme geçirilmiş olması ise Erdoğan ve AKP hükümeti adına daha da vahim bir durumdur. AKP hükümetinin bugün Batı dünyasında Ergenekonvâri yapılar dışında görüşebilecekleri; antidemokratik ve otoriter zihniyetli kesimler dışında hiçbir kapı kalmamıştır. Suriyeli mültecîlerin Türkiye sınırları içinde tutulup Avrupa’ya salınmaması dışında dünya gündemine ait hiçbir konuda Batı tarafından ciddiye alınmamaktadırlar.

Erdoğan’ın, ‘’onları iki günde terörist ilân ettiririm!’’ çıkışına ve ‘höt dedim mi parçalanıp yıkılırlar!’ şeklindeki beklentilerine rağmen Hareket’in hâlâ dimdik ayakta durması, Ali Bulaç’ın tesbitiyle ‘’sosyoloji ile savaşılmayacağını’’ bir kez daha ispatladı.

Sergilenen sivil direnç Hareketin birçok yönünü ortaya çıkardı. Cemaat’i sürekli olarak pasif, ürkek, güçle uzlaşmacı olarak yaftalamaya çalışan hattâ bu konuda yıllardır sözlü ve duygusal tâcizler uygulayan; hamasî nutuklar atarak, devleti ele geçirerek (Milli görüşçü İslâmcı anlayışta olduğu gibi) veya silahlı mücâdelelerle her yere İslâm getireceklerini zanneden dinî kesimler süreç ile birlikte çok kötü tokat yemiş oldular ve olacaklar.  

İslâmcı bir iktidarın sunduğu imkânlara hemen tav olup ona bîat ettiler. Mevcut yolsuzluklara bile ses çıkaramadılar. Tek bîat etmeyen ve yanlışa yanlış diyen Cemaat oldu. Böylece Cemaat, her ulusal ve uluslararası sorun karşısında yumruk sallayıp slogan atmanın ve Filistin gibi yerlerde zulüm gören insanların kanları üzerinden hamâset devşirmenin erkeklik olmadığını; sabrın bir strateji olduğunu, gerektiğinde herkes susarken kendisinin dik durabileceğini cümle âleme göstermiş oldu.

Çocukken, Cemaatten sohbet daveti aldığımı duyan tarikatlı bir tanıdığım kendi felsefesini anlatmak yerine bana ‘sakalları yok!’ diye dakikalarca Cemaat’i kötülemişti. Hattâ bunu ‘Peygamberin sünnetine aykırı hareket ediyorlar!’ noktasında sanki bir ihânet işleniyormuşcasına anlatmıştı. Onun bu yaklaşımını bir çocuk olarak bile garipsemiştim! Üç hafta sonra o kişiyi sakalsız bir hâldeyken gördüm. Ne olduğunu sorduğumda bana devlet vapurlarında iş bulduğunu; ama sakalını kestirdiklerini söylemişti. Sakalları gitmiş; yerine gıybet ve suizannını yaptığı bir sürü insanın günahları yapışmıştı. Ancak o göremese de ben bir çocuk olarak bunu görebiliyordum. O gün, İslâm’ın en büyük sorununun ‘sakalsızlık’ olmadığını anlamaya başladığım, bir çocuk olarak eğitimimin ilk başladığı gündür.

Başka bir gün, Cemaatin yanında Süleymancıları kötüleyen birisi ile karşılaşmıştım. Hizmetten olan abinin o kişiyi tatlı sert azarladığını, gıybet diye ilk kez duyduğum bir günaha girme ihtimâline karşı onu uyardığını ve dakikalarca; Süleyman Efendi ve talebelerinin Kur’an hizmetlerini anlattığını bugün gibi hatırlarım. Hattâ bir çocuk olarak Süleyman Efendi tarikatının adını duyduğum ilk gündür o gün.

İşte Türkiye Müslümanlığının ihtiyâcı olan bu güzel anlayış ve felsefe, İslâmcılık hamâseti ile kirlenmiş zihinlerin de ihtiyâcı olan bir anlayıştır. AK Parti ile en uç düzeyde kirletilen İslâmcılık, süreç sonunda çok ciddî darbe yiyecek ve Hizmet Hareketinin temsîl ettiği Said Nursi’den tevârüs edilen Kur’an ve Sünnet yörüngeli düşünce sistemi, Müslüman ve özellikle Arap dünyası için hem bir ilaç hem de örnek olacaktır. Gandhi’nin şiddetsiz sivil direnişi gibi, bugün gerçekleştirilen silahsız, hamâsete dayanmayan dik duruş, İslâm dünyasına iki şey öğretecektir. Birincisi; İslâmî hareketlerin devletleşmeden de var olabilecekleri ve sivil ve özgür kalmalarının önemi. İkincisi ise; İslâmî var oluşun ancak silahlı direniş, hamâset veya devleti ele geçirip şeriata dayalı demir yumruklu bir rejim tesis etmekle mümkün olabileceğine inanan İslâmcılığın büyüsü bozulacak; insanlar gerçek alternatifi temsil yoluyla Hizmet insanından öğrenmiş olacaklardır.

Erdoğan’ın Cemaat’e en büyük faydası ki bunu çokları dile getirdi; Cemaat’e aksiyon ve birliktelik aşılamış olmasıdır. Tıpkı 28 Şubatcıların daha önce zikrettiğim katkıları gibi; AKP’nin uç noktalara varan hukuksuz baskı ve zulümleri Cemaat’i kenetledi ve üzerlerindeki rehâvet oluşturabilecek tozu kaldırdı; azimlerini kamçıladı. Bu tehditler, sivil anayasa getireceğine inandıkları dindar Erdoğan’dan gelmiş ve onun kışkırtmasıyla geniş bir muhafazakâr kitle ile arasına mesâfe sokmuş olsa da, Cemaat; ne için dik durması gerektiği konusunda çok net. Ancak AKP’li kesimlerin, Erdoğan, AKP hükümeti ve Havuz medyasının her gün değişen onlarca söylemlerine; meselâ, İsrail konusunda kitleler önünde efelenip ardından en büyük ticarî anlaşmaları onlarla yapmaları ve Bilal’in İsrail’e yakıt taşıyan ‘’gemicikleri’’ gibi gerçeklerden ötürü, içleri hiç rahat değil. O yüzden de sürekli olarak, hep Erdoğan’a inanmak istercesine, sadece hamasî söylemlere dayalı bir bağlılık gösterisi sergiliyorlar. Adetâ bir histeri nöbeti yaşıyormuşçasına her dâim, yapılan yanlışları ve söylenen yalanları doğrulama ihtiyacı içirisindeler.

AKP’li çevreler; Erdoğan’ın karizması ve kükremesi ile harekete geçirilen devlet yumruğu ve yoğun ‘ihânet’ söylemleri karşısında, Cemaat’in birkaç gün içinde dağılacağını zannediyorlardı. Cadı avına zemin oluşturma adına ‘mâkul şüpheli’ uygulamaları bile geliştirildi. Oysa Fethullah Gülen’in bir kaç dakikalık bir mülâane duası, eğitim seviyesi yüksek olan Cemaat’i kenetlemeye yetti. Anında organize olarak sivil, demokratik ve hukûkî bir direniş sergilemeye başladılar. Sadece Cemaatin kenetlenmesi değil, sivil tepkinin zarâfeti bile diğer kesimlere örnek teşkil edecek boyuttadır. Twitter’da kimliği belirsiz birkaç kişiden gelen üç-beş kaba mesaj görüp ‘’ay Cemaatçiler ne küfürbaz!’’ diyerek yapay yaygaralar koparan Havuz yazarları bile aslında şaşkınlar ve ürküyorlar.

Öte tarafta AKP cenâhı halkın vergi paralarını kullanarak sayıları beş binlerle ifâde edilen bir küfür, yalan ve algı ordusu kurmak zorunda kaldı. Ellerindeki geniş medya havuzu gücüyle her gün bir yalan uydurarak ve yanlarına çektikleri din adamlarına propaganda yaptırarak kitlelerini kaybetmemenin telaşı içerisine girdiler. Çünkü yalancının mumunun yatsıya kadar yanacağını çok iyi biliyorlar. Tüm amaçları; hukuk tamamen katledilip artık yargılanamayacakları, demir yumruklu bir başkanlık sistemi kurulana dek, mumu sabah namazına kadar sönmeden canlı tutabilmek…

Bu cadı avı sürecinde Erdoğan’ın kullandığı üslûbun da Cemaat’e aslında büyük faydaları oldu. Birincisi, üslûbun çirkinliği ve bir devlet adamına hiç uygun olmayışı birçok kişinin Erdoğan’ın gerçek niyetini sorgulamasına neden oldu. AKP tabanında bile o çirkin ifâdeleri gereksiz bulan, Erdoğan’ın niyetine artık şüphe ile bakmaya başlayan birçok insan oluştu. Ne zamanki çocuklarına terörist, sülük, paralel denmeye başlandı, o zaman amacın farklı olduğunu düşünmeye başladılar. Bu sâyede zihinlerdeki Erdoğan putu, siyâsî anlamda, çatlayıp su sızdırmaya başladı. Hattâ, 7 Haziran seçimlerindeki büyük oy düşüşünün nedenini; Erdoğan’ın bu saldırgan üslûbuna bağlayan bir çok AKP’li olduğu da bir gerçek ve bu basına da yansımıştı zâten. Hattâ denebilir ki; AKP’li çevrelerin şimdiki söylemlerini yalnızca belirsiz ‘paralel’ ifâdesine indirgemek zorunda kalışlarının ana sebebi, bu hakâret ve küfüre dayalı üslûbun seçimlerde vereceği zararı görmüş olmalarıdır. Yâni bu hatadan siyâsî anlamda (oy ütmeye devam edebilmek için) kısmen ders alınmış ve Erdoğan dâhil Havuz medyası, daha çok; ‘paralel’ safsatası üzerinden algı operasyonlarını yürütmeye mecbur kalmışlardır.


Devâm edeceğiz…

17 Şubat 2016 Çarşamba

CEMAAT NEDEN VE NASIL KAZANIYOR? (9)

Bu yazı 17 Şubat 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Bir önceki yazımızı sürecin, Hizmet Hareketini doğal bir yolla geliştiriyor olmasının bir kazanım olduğunu söyleyerek bitirmiştik. Devâm edelim…


1980 darbe sürecini hatırlayınız. Ülkede gizli gladyotik bir el vatan evlatlarını birbirlerine kırdırmak ve bu vesîleyle ülke yönetimini ele geçirmek istiyordu. Bu amaçla; aynı el tarafından hem sağ hem de sol hareketler palazlandırıldı. Bu hareketlerin yayılıp zemin bulmaları adına da yapay gübreleme yapar gibi bâzı eylemler gerçekleştirildi. Güneydoğu halkına kasden zulm edilip, her kesimden insanlara hapishanelerde aynı kişilerce işkenceler yapıldı.

Bu yapay müdâhaleler ile insanların daha hızlı bir şekilde kamplaştırılıp ‘dâvâ’ bilinci geliştirmeleri amaçlandı. Böylece insanlar daha kolay bir şekilde kamplaşıyorlar ve gladyo tarafından kendileri için kurulan sağ ve sol bâzı fraksiyonlara kayıyorlardı. Bu kısmen başarılı olsa da bu hareketler uzun vâdeli bir felsefe, bir ideoloji, bir sentez oluşturamadılar. Bugün bile çoğu sadece aksiyon planında derin yapının gazıyla yol almak zorunda.

PKK da bu söylediklerime dâhildir. PKK, dağa çıkmaların hiç kesilmemesi ve dâvâ bilincinin hep canlı kalması adına benzer taktikleri Kürt halkı üzerinde yıllarca kullandı. Gladyotik yapı, takip eden dönemlerde kamplara ayrırdığı insanları kolaylıkla manipüle edebilmek adına politik partiler ve onların hamasî, sloganik söylemleri aracılığıyla, insanları yapay tarafgirlik kafesinde hapis tutmaya devâm etti.

Oysa Hizmet’in gördüğü zulümler Said Nursi zamanında başlayıp Gülen’in 50 yıllık mücâdele hayatı boyunca devâm eden doğal, katışıksız, saf zulümlerdi. Erdoğan ile buna yeni bir doğallık ve zorluk boyutu daha eklenmiş oldu. Yapay kurgulamalara bağımlı olmadan doğal olarak sabırla pişerek göğüslenen bu tarz zulümlerin meyvesi de ona göre daha doğal ve değerli olur.

Doğal; yâni gerçek zulümlerden geçen Cemaat’in yetiştirdiği fertler zâten fikrî planda da çok sağlam; Kur’an ve Sünnet yorumlu, en güzel analizden beslendikleri için, çok daha bilinçli, azimli, planlı, eğitimli ve dirençli yetişiyorlar. Hamâsete bulaşma ve kimseye yaranma ihtiyacı duymadan doğru bildikleri yolda ilerliyorlar. Erdoğan’ın uyguladığı yoğun baskı ortamında bile hâlâ dimdik bir şekilde doğru bildiklerini söylüyorlar. Erdoğan sayesinde; artık fıtratları olmuş bu kaabiliyeti tüm Türkiye’ye ve dünyaya en net şekilde gösterme fırsatı bulmuş oldular.

Bir gazetecinin Cemaat’e gelip; ‘ülkenin felâha çıkışı adına hiçbir çıkışın görünmediği böyle bir zamanda en çok dayak yiyen de siz olduğunuz hâlde nasıl hâlâ ümitli olabiliyorsunuz’ diye sormasını ve bir komutanın, ‘’yahu adamlar toz dumanın ortasındayken bile hâlâ parmaklarını kaldırıp size göstereceğiz diyorlar’’ demesini bu izâh ettiğim perspektiften değerlendirebilirsiniz.

İşte Erdoğan ile yaşanan süreç bu yüzden Cemaat açısından bereketli bir gelişme ve akreditasyon dönemi olacaktır. Kurumlarına el konulup başlarına kayyımlar atanmış olsa da, anaokullarına varana kadar sıklıkla ve polisler eşliğinde baskınlar yapılmış olsa da, Erdoğan’a hizmet eden MİT tarafından sürekli takîb edilse de, Hükümet tarafından sürekli tâciz edilse de, Cemaat’in suç işlediğine dâir hiçbir suç unsuru bulunamadı. Halbuki ajanlıktan teröre, oradan da devleti ele geçirmeye kadar çok geniş bir yelpazede sadece ithamlar üzerinden suçlanıyorlar. Böyle bir oluşumun, hele de tüm devlet ve istihbarat gücüyle üzerine gidildiği bir dönemde, aleyhinde hiç bir somut suç delili bulunamamış olması çok önemli bir temizlik ve masumiyet göstergedir.

Hattâ bizzat Erdoğan tarafından dünyanın bir çok ülkesine benzer suçlarla şikâyet edilip oralardan kovulmaları istendiği hâlde hiç bir yara almadı Hareket. Erdoğan, her türlü diplomatik kanalı; hattâ (iddialara göre) bazı ülke yöneticilerine rüşvet teklif etme yöntemlerini dahî kullanmış olmasına rağmen, Cemaat’ten tek bir tuğla sökemedi. Diğer birçok ülke istihbâratı, kendilerinin de Cemaat’i yıllarca takîb ettiklerini ancak herhangi bir suç unsuru bulamadıklarını ifâde ettiler.

Bu da süreç bittiğinde iki fayda doğuracaktır: (1) Hareket’in tüm dünya nezdinde masumiyeti ispatlanmış olacaktır (2) Ali Ünal’ın işâret ettiği gibi ‘arkalarında acaba Türk devleti ve istihbâratı mı var’ şeklindeki eski düşünceler silinecektir. Hizmet, yalnızca Anadolu halkının sivil insiyatif ve gayretlerine dayandığını yıllar boyu anlatsa, Anadolu insanını tanımayan bu ülkelere bunu bu kadar net anlatamazdı. Velhâsıl, Erdoğan sayesinde Hareket’in dünya milletleri tarafından kabullenirliği ve saygınlığı artacaktır. Anadolu insanının mânevî zenginliği ve hasbîliği tescilli bir marka konumuna gelerek daha uluslararası bir boyut kazanacak; tüm güzel değerleriyle âdeta insanlık pazarına açılacaktır. Bu önemlidir çünkü, insanlık 21. yüzyılda ruh ve mânâ yönüyle yeniden inşâ edilecekse eğer; bu, Anadolu insanıyla temsîl edilen insanî değerler harcımız olmadan gerçekleştirilemez.

Havuz medyasının elinde, algı operasyonu oluşturmak maksadıyla üretilen komik haberler, üzerine çay dökülmüş belgeler ve ‘ihânet ettiler!’ gibi altı hukûkî anlamda boş; suçlayıcı hamasî nutuklar dışında hiçbir şey yok. Tabanlarına yaydıkları da sadece bu karalmalardan ibâret. Geçenlerde bir gazeteci, ‘’başka ülkelerin, MOSSAD’ın kucağına girdiler’’ şeklinde bir ‘Twit’ attığında kendisine ‘umarım belgeli konuşuyorsundur!’ diye yazdım. Cevâben; ‘belgeye gerek yok; yaptıkları ortada’ dedi. Cemaat’in bu anlayışla ve bu hukuksuzluk zemininde apar topar bir oldu bittiyle yargılanmasını istiyorlar. Daha da komiği, AKP’li birisinin ‘belgeye gerek yok, Allah ve Resulü yeter!’ demesiydi. Havuz medyası aracılığıyla insanların zihinlerini nasıl bir skolastik engizisyon bataklığına çevirdiklerine sanırım bu güzel bir örnektir.

Yine geçenlerde kendisini liberal, dindar aydın olarak tanımlayan birisi ise attığı ‘Twitte’ ‘’elimde delil yok ama birşeyler yaptıklarını biliyorum’’ demekten kendisini alamadı. Suç delili bulamadıkları Cemaat’i sadece zanlarla veya kulaklarına gelen bâzı duyumlarla mahkûm etmeye çalışıyorlar. Bu, elbette hiç bir kusur yok anlamına gelmez; ama yanlışları suç gibi algılatma çabaları bilinçli de olsa bilinçsizce de olsa etik değildir; hattâ suçtur. Süreç olumlu biterse Cemaat sadece suç ithamlarından değil, zanlardan bile aklanma lutfü ile ödüllendirilecek, bu da değerini katbekat artıracaktır.

Hakkında var olan birçok önyargının daha rahat kırılabilmesi Hareket’in ekstra kazancı olacaktır. AK Parti ve ardından Ergenekon tekrar yargılandıklarında gizli-açık tüm gerçek suçlar ve asıl ‘paralel devletler’ ortaya çıkacaktır. Bu da, Cemaat’in söylemlerindeki haklılığı gösterecek ve onun halkın gözündeki ve uluslararası kamuoyu nezdindeki konumunu daha da güçlendirecektir.

Devâm edeceğiz…



15 Şubat 2016 Pazartesi

CEMAAT NEDEN VE NASIL KAZANIYOR? (8)


Bu yazı 15 Şubat 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Ergenekon’un ötekileştirici, dogmatik, kamplaştırıcı ve hep bir düşmana ihtiyaç duyan öğelerden beslenen ulusalcı ve Kemalist çizgisi (Atatürkçü demiyorum) AKP’nin, aynı öğeleri İslâmcılık üzerinden yapmaya çalışan Erdoğanist yaklaşımları ile birleşti. Öncelerin düşman üretme ve hedef gösterme kavramları olan; yobazlık, İran olma, türban, Atatürk düşmanlığı gibi öcü kavramları ile AKP’nin ‘’paralel devlet’’ safsatası aynı amaçları güdüyor. Her ikisinin de en kolay günah keçisi düşman olarak belledikleri Hizmet Hareketi ise her türlü baskı, zorlama, teftiş, yargılama, iftirâ vb. süreçlerden hep güçlenerek çıkıyor. Erdoğan’ın temsil ettiği yeni zulüm süreci de tıpkı öncekiler gibi hukûkî zemini olmayan, en üst perdeden bir saldırı olduğundan; neticesi itibarıyla, Cemaat açısından en ‘AK’layıcı süreç olacaktır.

Bunların da üzerinde, her iki gücün de Cemaat’e yaptıkları, şimdiye dek pek yazılmamış çok daha büyük bir iyilik var. 28 Şubat dönemi, estirdiği fırtınalara, Gülen’in ülkeyi terk etmesine, Cemaat’e kısmen eleman kaybettirmesine rağmen çok faydalı sosyolojik sonuçlar doğurmuştu. Bu sayede; (1) bugüne göre daha içine kapanık, daha az öz güvenli ve dışa açılma noktasında, yurt dışında okul açma hareketleri başlamış olsa da, yine de eksiklikler yaşayan Hareket, bir çiçek tomurcuğunun patlayıp polenlerini etrafa saçması gibi Cebr-i lütfi olarak bir ufuk genişlemesi yaşadı. Bu, hem yurt içi hem de yurt dışı bağlamında, Cemaatteki algıların daha dışa açık hâle gelmesini sağlarken, Gülen’in, kendisinin de ABD’ye gitmesiyle birlikte, Hareket’i diyalog ve diğer uluslararası açılımlar konusunda daha rahat teşvik edebilmesini sağladı. Zirâ zihinler artık açılım ve diyalog endeksli düşünmeye daha hazır hâle gelmişlerdi.

Sızıntı dergisinin başlaması, imam hatip ve cami açmayı ibâdet sayan bir toplumu kolej açmaya ikna etme çabaları, hattâ ilk medya oluşumlarının başlaması ve benzeri ilk oluşum dönemlerinde Gülen’in etrafındaki herkes bu konulara aynı derecede alışık ve hazır değillerdi. Bu fikirlere ilk zamanlarda hazır olmayan çevreler belki de başlangıçta direndikleri bu fikirleri sonradan çok iyi şekilde benimseyip onlara sahip çıkmışlardı. Cemaat daha ilk günlerinde İzmir Kestanepazarı’nda 10-20 insanla daha yeni filizlendiği bir dönemde 1980 darbesine giden baskı, takip ve tutuklanma dönemleri yaşanmış; onun etkisiyle de, Cemaat belki de ilk kez ‘hicret’ etmeyi öğrenmiş, onu pratiğe dökmeye ‘zorlanmış’; böylece Türkiye’nin farklı bölgelerine açılmıştı.

28 Şubat soğukları da tıpkı karda açan kardelenler gibi yeni fikirlerin Cemaat bilincinde daha rahat filizlenmesine vesîle oldu. Özellikle yeni yetişmiş, ilk zorlu günleri yaşamamış olan yeni nesil, yurt dışına açılma ve kendini daha net ifâde edebilme yönünde gerekli olan özgüveni kazandı. Hep dar ve güvenli has dairede kalan, yuvadan uçmaya cesaret edemeyen kuşlar misâli, bu özgüvenle birlikte fertlerin daha farklı yerlere kanat açmaları sağlanmış oldu.

Tek bir örnek vereyim: Önceleri sadece mezun olup kurumlarda çalışmak isteyen binlerce kişi 28 Şubat Ergenekonunun baskılarından dolayı daralan ve sıkışan kurumlarda iş bulamayınca hem yurt içinde hem de yurt dışında yüksek lisans ve doktora yapma fikrine iyice alıştı. Böylece Cemaatin ikinci ve en büyük akademik kuşağının temelleri atılmış oldu. Bundan 10-15 yıl sonra ülkemize Aziz Sancar dışında Cemaat mensuplarından bilim alanında Nobel ödülleri gelirse ki geleceğine inanıyorum, bunda şüphesiz 28 Şubat sürecinin de bir katkısı olmuş olacaktır.

İlâve olarak, 28 Şubat süreci Cemaat’e işlerini daha düzenli ve dikkatli yapmayı öğretti, bir bakıma eğitmen görevi gördü. Bugün, İpek Medyanın sahibi Akın İpek, AKP’ye hesaplarda kanunsuz hiç bir şey; hattâ hata bile bulamazsınız diye meydan okuyorsa bunda Ergenekon döneminin büyük katkısı vardır.

Üçüncü bir faydası da şu: Hem Ergenekon hem de Erdoğan tarafından uygulanan baskılar, teftişler, tutuklamalar gibi süreçler Cemaatin direncini arttırdı, öğrenme ve yeniliklere açılma dürtüsünü kamçıladı ve böylece onu, her hareketin, reformun, kurumun, ülkenin vs., en büyük düşmanı olan, atâlete düşmekten korudu ve ona canlılık kattı; fertlerin azim ve motivasyonlarını arttırarak doğal bir hedef hatırlatması yaptığı gibi, onların yeni hedefler geliştirme azim ve kaabiliyetlerini de ateşledi.
Bu tavsif ettiğim sürecin son derece doğal bir yolla gelişmesi ise ayrı bir kazanım olarak Cemaat hanesine yazılmalı. Örnek üzerinden izah edelim:

Devâm edeceğiz…



9 Şubat 2016 Salı

CEMAAT NEDEN VE NASIL KAZANIYOR? (7)

Bu yazı 4 Şubat 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Yaşadığımız sürecin ülkemize ve Hizmet Hareketine olan katkılarına devâm edelim.

AKP ve Hükümete bakan yönleriyle…

Bölünme noktasına gelen toplumsal kesimler bundan böyle bir arada yaşamanın formülleri üzerinde çalışmaya başlayacaklardır. AK Parti artık tabelası bile kalmayacak şekilde tarihin çöplüğüne atılacaktır. Eskiçağa dayalı mistik, tarihî drama konulu bazı Hollywood filmlerinde, birtakım lanetlenmiş kavim veya gruplardan bahsederken ‘’hani o isimlerini kullanmadıklarımız var ya!’’ şeklinde bir tanımlama yapılır. Böylece onların isimlerini bile telaffuz etmenin bir lanet, korku veya utanç vesilesi olduğu ifâde edilmek istenir. Bugünkü bazı siyâsîler ve AKP hakkında da gelecekte buna benzer bir iğreti durumu ve unutmaya çalışma hâli yaşanacağını düşünüyorum.

İşte böyle bir dönem geldiğinde Hizmet Hareketi gibi dinamik, eğitimli, gelecek vaad eden, geleceğe ait bir plan ve projesi olan, diyaloğa açık, en önemlisi de her açıdan dibe vurmuş bir toplumu kısa sürede onarma işinde mahâret sergileyebilecek Yusuf misâli bir kahramana, iş ortağına ihtiyaç duyulacaktır. Yusuf (a.s.) eski Mısır için böyle bir fonksiyon edâ etmiştir. Emre Uslu’nun da işâret ettiği gibi ‘AKP, ilk 10 yılında arkasındaki Cemaat aklının destek ve yardımıyla güzel işlere imza attı’. Ne var ki sonradan rotasını Ergenekon’a ve çıkarlarını korumaya çevirdi. Cemaat’i kanun dışı işlerine ve çıkar sağlama ağlarına bulaştıramadığı için onun bürokrasideki varlığından korktu ve Ergenekon’un fısıltılarına inanarak Cemaat’i bertaraf etmeye kalkıştı.

Ancak Cemaat ile çatışma sonucunda ülkeyi idâre etme noktasında aniden zorluklar yaşamaya başlandı; ülke IŞİD ve PKK’nın cirit attığı, her türlü yolsuzluk ve hırsızlığın rahatça işlenebildiği bir konuma geldi. Devlet politikaları ve atılımlar durdu, ekonomi yalpalamaya başladı. Ülke bölünme noktasına ve büyük bir savaşın eşiğine getirildi. Sorun yaşamadığımız komşu devlet neredeyse kalmadı. Müslüman ülkeler arasında itibârımız sıfırlandı. Arap sokakları iç politikamıza malzeme yapılırken o ülkelerin hassasiyetleri dikkate alınmadı. İç politakaya dönük bir manevra ile AKP tabanını heyencanlandırma adına para ödenerek sokaklarda Türk bayraklı ‘’Halife Tayyip’’ gösterileri yaptırılan bazı Arap ve Türkmen köylüler dışında Arap dünyasında pek dostumuz yok artık. Aksine Türkiye’nin ‘’hilâfet’’ tandanslı emelleri daha da sorgulanmaya başlandı. Ali Bulaç gibi aydınların; Arap dünyasında ‘’abi rolü’’ oynamayın şeklindeki uyarıları işte bu hatalara işâret ediyordu. AKP Hükümetinin yanlış yönlendirerek Sisi’nin kucağına attığı Mursi ve Mısır, Libya ve Suriye konusunda yapılan hatalar da bunlara örnektir.

İlâveten; AKP’nin son üç yılda yaptığı hukuksuz müdâhaleler ile ülkemizde istihbârat ve adâlet sistemleri çöktü; ciddî güvenlik zaafları yaşanmaya başlandı. Kısaca; oluşan güvenlik açıkları ve istikrarsızlık yüzünden ‘’devlet treni rayından çıktı’’ (Ali Ünal); şu anda da devrilmek üzere.

Emre Uslu’nun katıldığım bir görüşü var: ‘’Yarının Türkiye’sinde söz sahibi olmak isteyen hangi siyâsî görüş olursa olsun, Cemaat’in bu aklını yanında görmek isteyecektir.’’ Cemaat’in vasıf ve kaabiliyetlerini bizzat gözlemlemiş olan geleceğin siyâsî partileri, bu dinamik ile çatışmak yerine onunla, bürokrasi ve sivil insiyatif yoluyla, çalışmak isteyeceklerdir. Devlet aygıtının sadece Cemaat ile değil, tüm unsurları ile barışarak onlarla birlikte çalışması ülkeyi şahlandıracağı gibi toplumsal kaynaşma ve huzuru daha iyi bir noktaya getirecektir. Hattâ böyle kaotik bir süreçte Hareket’in Kürt sorununu sivil yöntemlerle çözmede gösterdiği ama AKP’ce çelme takılan başarısı ve diplomasi konusunda AKP’ye verdiği ama dinlenmeyen tavsiyelerindeki haklılık (Mavi Marmara, Mısır, Suriye gibi) ve ondan doğan felâket sonuçlar göz önüne alındığında; Hizmet Hareketi ve onu besleyen ‘aksiyona dönüşmüş felsefenin’ desteğine ileride daha çok ihtiyaç duyulacak ve ona itimâd edilecektir.

Sadece Emniyet’e bile göz atmak bu konuda yeterli bir fikir verecektir sanırım. Hem emniyet birimlerimizin planlı gayretleri hem de Cemaat’in güneydoğudaki eğitim ve hizmet faaliyetleri neticesinde PKK ve KCK bitme noktasına gelmişti. Oysa AKP, terör örgütü ile Oslo’da yaptığı anlaşmada Cemaatin bölgede bitirilmesini gündeme alabildi. Nitekim, o plana göre de hareket etti ve böylece KCK ve PKK’ya ihtiyacı olan hayat öpücüğünü vermiş oldu. Bugün geldiğimiz noktada ülkede iç savaş durumu oluştu; devlet öğretmenlerini bile bölgeden çekti ve bölge halkını ateş çemberinin içinde bıraktı. Hatırlarsanız bir süre önce bir emniyet amirinin basına sızan ses kaydında PKK ile çıkıp çarpışacak polis bulamıyorum deniyordu. Yine bir TV kanalına konuşan bir analizci, yaptığı değerlendirmede Cemaat’i tasvip etmediğini ancak devlet gerekli şartları sağlamadığı hâlde o ‘’paralel’’ denen insanların hiç düşünmeden kendilerini kurşunların önüne attıklarını söylemişti. Bugün o insanlar AKP tarafından sürüldüğü veya tutuklandığı için ülkede önemli bir istihbarat ve emniyet zaafı oluştu. Bu, terör sarsıntısı geçtiğinde daha net anlaşılacaktır.

Devletin tüm yargı ve istihbârat sistemini elinde tutan ve bir kukla gibi oynatan İslâmcı AK Parti ve Ulusalcı-Kemalist Ergenekon’a rağmen, Cemaat kurumlarının baskınlardan, soruşturma ve tutuklamalardan tertemiz çıkmış olması toplum nezdinde hakkındaki ön yargıların daha rahat bir şekilde kırılmasını sağlayacak ve bahsettiğim zeminlerin oluşmasını kolaylaştıracaktır. Emre Uslu’nun da işâret ettiği bir gerçek var. Herkes biliyor ki; eğer bu yoğunluktaki baskınlar, soruşturmalar ve teftişler başta AKP olmak üzere her partiye ait belediyelere, başka vakıflara, hatta Milli Eğitim dahil devlet diğer kurumlarına yapılmış olsa idi hiç biri bu kadar temiz çıkamazdı. Cemaat, kendisine atılan bütün iftirâlardan; hattâ ön yargılardan bile temizlenerek çıkıyor süreç sâyesinde ve daha çok şey öğreniyor. Zamanı geldiğinde, Yusuf’un mâsûmiyeti gibi, layık olduğu değere kavuşacaktır.

Ayrıca, Uslu’nun belirttiği gibi Cemaat, tüm baskılara rağmen şiddete başvurmadı ve dünyada bu konuda İslâmcılar hakkında varolan önyargıların kendisi için geçerli olmadığını göstermiş oldu. Yapılan baskın ve teftişlerde herhangi bir illegal suç deliline rastlanamadı.

Bu hususta tarihe not düşmek adına şu örneği de zikretmek istiyorum. Cemaat’in kurumlarından birisine atanan bir kayyımın incelemeler sonucunda dosyalarda ve hesaplarda en ufak bir suç unsuru oluşturabilecek bir hatâ bile bulunamayınca sinirlenip, ‘bu kadar mükemmel ve titiz çalıştıklarına göre kesin bir planları vardır’ demek sûretiyle ille de art niyet ithâmında bulunması; yaşanan cinnet hâlini, yürütülen Cadı Avı’nı ve siyâsîlerin atananlar üzerindeki suç oluşturma baskısını net bir şekilde anlatmaktadır.

Bu temiz olma hâli de Uslu’ya göre, Cemaat’in esnaf tabanınında; yaptıkları bağışların adreslerine gittiği şeklinde bir güven tazelemesi görevi görecektir. Kanaatimce, diğer çekingen kesimlere de ileride daha bir güvenle Hareket’in faâliyetlerine maddî ve manevî anlamda katkıda bulunma konusunda cesâret verecektir.


Devâm edeceğiz…


8 Şubat 2016 Pazartesi

CEMAAT NEDEN VE NASIL KAZANIYOR? (6)

Bu yazı 4 Şubat 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Yaşadığımız sürecin ülkemize ve Hizmet Hareketi’ne olan katkılarına devâm edelim.

Topluma bakan yönüyle…

AKP, Ulusalcılar ve derin yapılar eliyle kamplaştırılıp birbirlerine karşı düşmanlaştırılan insanlar dibe vuruşun ardından gelecek rahatlama döneminde kaybettikleri birlikte yaşama duygusunu tekrar kazanacaklardır. Toplum bu yönüyle bir arayış içerisine girecektir. Diyalog, Alevi ve Güneydoğu açılımları ile bu konuda en başarılı ve bir temele dayalı faâliyetler yürüten Hareket, bu konuda fikrine danışılacak ve enerjisine ihtiyaç duyulacak ilk adres olacaktır.

Süreç içerisinde AKP eliyle din istismârı en yüksek boyutta yaşandığından; artık hiçbir İslâmcı parti, dini bu kadar fütursuzca suistimal etmeye yanaşamayacaktır. Hattâ; AKP tecrübesinden sonra başka hiçbir İslâmcı partinin bir daha merkeze yerleşebilme ihtimâli kalacağını sanmıyorum. AKP eliyle siyâsete bulaşıp devletleşmiş ve birtakım çıkar ilişkilerine bulaşmış olan dinî gruplar ise ya hatâlarından ders alarak saflaşacak ve kirlerinden kurtulacaklar ya da yok olacak veya dağılıp ufalacaklardır. Böylece ülkede gerçek İslâmî anlayışın tesis edilebileceği yeni uygulama alanları açılacaktır. Dinî hizmet sahası Kur’an ve Sünnet’e dayalı fabrika ayarlarına geri dönebilen gruplar ile birlikte genişleyecektir.

Mahmut Akpınar’ın da işâret ettiği gibi ‘’Câmia mensuplarının çektikleri ve yaşadıkları lehlerine dönecek ve pek çok kesim ‘yanılmışız’ diyerek özür dileme yoluna girecektir. Yolsuzlukların, usulsüzlüklerin, İslâm’a ve hukuka uymayan pek çok iş ve eylemin algı yönetimiyle uzun süre ve kalıcı olarak örtülemeyeceği bütün kamuoyu, muhafazakârlar, cemaatler tarafından da görülecektir.’’

Emre Uslu, ‘’17-25 aralık yalancıları, hırsızları, saray soytarılarını, kabin memurlarını, siyâsî câriyeleri, kapı kullarını, namuslu aydınlar ve dik duran muhafazakârlardan ayrıştıran tarihi bir darbedir. Değeri 30 yıl sonra çok daha iyi anlaşılacak bir darbe’’ derken haklıydı. Buna Levent

Gültekin’in AKP’li bir yetkilinin ağzından aktardığı; ‘’siz Erdoğan’ı yanlış yapıyor sanıyorsunuz. Hayır hata yapmıyor! Ülkeyi bölmek istiyor’’ şeklindeki itirâfını da buna dâhil edebilirsiniz.
Gültekin’in, ‘’bugünlerin en faydalı olayı gerçek bölücüleri anlamamızı sağlamasıdır’’ sözü şüphesiz bir gerçeğe işâret ediyor. Süreç bittiğinde enkaz yığını üzerinde pişmanlıklar yaşayan halk kitleleri bir daha hiçbir siyâsiye gönlünü o kadar fütursuzca açmayacaktır. Erdoğan ve AKP, Türk halkına ve dünya Müslümanlarına İslâmcılığın gelebileceği en kirli boyutları göstermiş olacak ve onun yapabileceği en büyük duygusal istismârın ve tahrîbâtın temsilcisi olarak anılacaktır.

Muazzam yoğunluktaki güvenin ülkeyi nasıl bir felâkete ve bölünmenin eşiğine getirdiğini gören, özellikle, muhafazakâr kesim artık daha temkinli davranmayı öğrenecektir. Her sakallının ve ‘’Allah diyenin kâbe yolcusu olmadığını’’ anlayacaktır. Her dönemde karizmatik siyâsî liderlerin duygusal olarak peşine takılmış olan halk, artık daha çok ilkeler ve prensipler ışığında faâliyet yürüten siyâsî oluşumlar görmek isteyecek; onların vaad ve söylemlerini sorgulayacak, duygusal değil; ilkesel bağlılıklar sergileyecektir.

Sadece AKP’nin doyumsuz ve çirkef siyâsî anlayışı değil, diğer partilerin plansızlığı, programsızlığı ve zulüm karşısındaki suskunlukları da aslında ne kadar kırılgan ve sahte bir demokratik sistemimiz olduğunu herkese gösterecektir. Siyâsetin, ekonominin ve özellikle devlet politikalarının, tamâmıyla bu tür partilere emânet edilemeyeceği daha net anlaşılacaktır. Kendi vatandaşını ülke içinde ve dışında fişleyen, jurnalleyen, cadı avlarına maruz bırakan, yabancı temsilciliklere şikâyet eden, rüşvetler teklif eden, her politikası çöken, adı terörle anılmaya başlayan, halkına kin, öfke ve nefret kusan bir iktidar bu milletin binlerce yıllık devlet akıl ve itibârını hiç olmadığı kertede ziyana uğratmıştır.

Bu belâ def edildiğinde artık devlet aklı, vakarı, denetimi ön plana çıkacaktır. İtibâr saraylarda ve lüks harcamalarda değil; âdil hükmetmede, akıllı ve ilkeli harekette, hakîkati temsil ölçüsünde aranacaktır. Çıkara ve lider sultasına dayalı siyâsî parti ve milletvekilliği sisteminin zararları her boyutuyla daha iyi görülebilecektir. Bu da; zâten gladyotik yapı da AKP ile birlikte yargılanacağından, zincirlerini kırmayı başaran siyâsî sistem içerisinde, değişimi ve reformu tetikleyecektir.

Devâm edeceğiz…


4 Şubat 2016 Perşembe

KABE’NİN RUHUNA SALDIRI!

Bu yazı 4 Şubat 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Malumunuz olduğu üzere 1979 yılında Kâbe’de bugünkü Bin Ladin ailesinin de isminin karıştığı tâlihsiz bir gün yaşanmıştı. Suudi Krallık ailesine karşı, ‘Allahu Ekber!’ nidâları arasında kendilerince Kahtani isimli birini Mehdi ilân eden bir grup yaklaşık 500 kişinin ölümüyle sonuçlanan kanlı bir baskına imza atmışlardı. ABD ve İran’ın birbirlerini müdâhil olmakla suçladıkları bu eylem tam da Rusya’nın Afganistan’ı işgâl ettiği günlerin öncesinde yaşanmış; kan dondurucu, siyâsî ve kanlı bir eylemdi. Gerçek sebebi ise hâlâ bir muammâ!

Üzerinden on yıl bile geçmemişti ki; Kâbe bu sefer, Eski İran Meclis Sözcüsü Karrubi’nin de itirâfıyla, İran Devrimi lideri Humeyni’nin emirleri doğrultusunda hareket eden bir grup İranlı hacının ‘’Lebbeyk ya Ali lebbeyk, lebbeyk ya Humeyni lebbeyk’’ ve benzeri siyâsî sloganları ile inledi. Bu siyâsî şovlar zaten birkaç yıldır devam ediyordu. Halihazırda yaşanan ve 10 yıl süren İran-Irak savaşı bu siyâsî propaganda ortamına yeterince öfke körüklüyordu. Sonunda; 1986 ve 1987 yıllarında tekrar 500 civarında insanın öldüğü kanlı baskınlar yaşandı Kâbe’nin mübârek zemininde.

Zaman geçti! Artık kanlı baskınlar yaşamasak da çok sükür; daha tehlikeli ve sinsice gelen bir ‘saldırıya’ tanık olmaya başladık. Kapitalizm canavırının iştahına terkedilen binalaşma, beraberinde gelen lüks ve ihtişam, siyâsîlere VIP uygulamalar, mekâna gösterilen saygıda azalma, özellikle Umre ibâdetinin bazı çevrelerce âdetâ bir şov ve gösteri turizmine dönüştürülmesi… Böylece, anlayışlar ve uygulamalar noktasında, öze yapılan bir saldırıya dönüştü her şey zamanla.

Bid’at hassâsiyeti diyerek Sahabe mezarlarını ve evlerini, tarihî eserleri bile yıkan Vahhabi anlayışı, Kâbe’ye gayr-ı müslimleri sokmayan fetvâyı iyi uyguluyordu belki ama gayr-i müslim sermayeyi o beldeye sokmakta hiçbir beis görmediler. Mekân, kapitalizmin doymak bilmeyen iştahına teslim edildi. Yalnız o mu; sürekli tevâzu soluklayan o mübârek mekânın sanki o siyah örtüsü kaldırılmış, yerine lüks ve debdebenin örtüsü örttülmüştü; devasa ve ışıklı oteller ve saraylar vâsıtasıyla. Hilton Towers, Fairmont, Rotana, Raffles, Mövenpick, İntercontinental, Le Meridien ve daha niceleri… Artık geceliği 2000 doları bulan şaşaalı otel odaları, fiyatları 2-3 milyon doları bulan ama eğer Kâbe manzaralı ise 5-6 milyon dolar bile eden daireleri, Starbuks Cafe ve lüks Batılı ürün mağazaları ile bir rantın ve sonradan görmüşlüğün bayağılık ağı ile örtüldü bu kutsal mekânın üstü. Boğdular Kâbe’nin sâdelikte yatan ihtişâmını sahte görkemleriyle. Bugün; tam da Peygamberimizin, Ebu Bekirlerin evlerinin üzerinde Zemzem Towerlar yükseliyor gökyüzünü delercesine.

Diyânet İşleri Başkanı Mehmet Görmez bile şöyle demek zorunda kalmıştı bu gelişmeler üzerine: "Kâbe manzaralı odalarımız çoğalıyor. VIP hacı, lüks hacı çoğalıyor ama haccın ruhu azalıyor. Haccın eğitici, dönüştürücü yönünün zayıflamaya başladığını görüyoruz. Bundan irkiliyorum… Kâbe, adetâ devasa binalar arasında esir bırakıldı!” Ankara İlahiyat’tan Prof Kırbaşoğlu, ‘’Mekke Las Vegas’a döndü!’’ demişti bir tehlikeye işâret edercesine. Zaman yazarı Ali Bulaç da, ‘’bu postmodern zamanlarda dindarlığın içinin boşaltıldığını, gösteriye dönüştüğünü’’ söylemişti ve ‘’ Haccın yeniden mânevî tanımını yapmak gerektiğini’’ savunmuştu.

Artık herkes Kâbe’ye tepeden bakıyor, lüks otel balkonlarından Kâbe’yi temâşâ ediyor, üzerinde Kral isimleri de yazan Kâbe örtüleri etrafında tavâf ediyor, Kâbe önünde ‘selfie’ resimleri çektirip Facebook, İnstagram hesaplarında paylaşıyor, lüks otel odalarında açık büfe lokantalarda yemek yiyip sonra da lüks mağazalarda alışveriş yapıyorlar, otel duvarlarına yansıyan ışık gösterilerini izliyorlar sonra…

Samimi duygular ve mânevî hissedişlerle, huşû ve tevâzu ile ibâdet etmek isteyen Müslümanlar artık konsantrasyonlarını dağıtacak bir sürü etkeni aşmak zorundalar bu kutlu mekânda; o ideâl, dua ve yakîn atmosferini yakalayabilmek için derinden.

Tüm bunlara bir de bazı siyasilerin şovları, VIP turları eklendi maalesef! En son Başbakan Davutoğlu’nun Kâbe önünde çekilen siyâsî şovu tartışma konusu oldu. Haklı olarak tepkiler verildi. Diyânet ve İlâhiyatçı çevreler beklendiği gibi şimdilik sessiz! Yüzlerce insan Kâbe’ye sırtını dönmüşler, takım elbiseleri içinde halkı selamlayan Başbakan’a ‘’Ya Allah, Bismillah, Allahu Ekber!’’ nidâları eşliğinde tezâhürâtlarda bulunuyor, bununla da yetinmeyip ıslıklar çalıyorlar. Siyâsîlerimiz gösterilen ilgiden gâyet memnun; kimse de gram rahatsızlık yok. Yanlarında Arap dostları! Belli ki onlar da bu siyâsî şova belli sâiklerle olur vermişler.

Ertesi gün sosyal medyada Davutoğlu’na tepkiler vardı. ‘’Kâbenin kutsallığı yok ediliyor!’’ adlı bir etiket bile açtı Araplar tepki vermek üzere. Gerçi onlar gibi Türkler de tepkilerini sadece Davutoğlu üzerine yoğunlaştırsalar da ben bu eyleme izin veren Suudi yönetimini de listeye dâhil etmek istiyorum. AKP içinde iç kavgaların baş gösterdiği bugünlerde; Erdoğan Şili gezisinde iken, Kâbe önünde yapılmasına izin verilen ve bir organizasyon olduğu âşikâr olan bu şovun siyâsî bir mesaj niteliği taşıdığı açık. Muhtemelen; politik arenada bir eksen kayması yaşanıyor.

Maksadı ne olursa olsun, kutsal Kâbe’nin böyle iğrenç şovlara âlet edilmesi, bu mekânın hem kutsal bir yer olması hem de bir ibâdet yeri olması hasebiyle, ciddî bir saygısızlıktır. Daha da ötesi, ister bilinçli yapılsın ister bilinçsiz, bu onun ruhuna manevi anlamda bir saldırıdır, bir suistimaldir. Ama seçim çalışmalarını  camilere bile taşımakta bir beis görmemiş, hutbelere politik söylemler karıştırtmış, din adamlarını arka bahçesi gibi kullanmaya yeltenmiş olan siyâsî İslâmcı bir partiden başkası da beklenemezdi. Keşke daha da ileri giderek, Kâbe’yi de bu emellerine âlet etmeseler, dinin özüne saldırmak suretiyle ona daha çok zarar vermeselerdi.

Bu sadece dinin ve dindarlığın özünden kopuşun doğurduğu doğal bir netice değil. İslamcı siyâset anlayışının dine verdiği zararı çok kişi dile getirdi. İlâhiyatçı Ahmet Kurucan, ülkemizde özellikle son yıllarda AKP ekseninde yaşanan birtakım yanlış dinî uygulama ve söylemlere istinâden ‘’dindarlığın değil, dinin içi boşaltılıyor’’ uyarısında bulunmuştu. Yaşanan bu son Kâbe’de miting benzeri gösteri rezaleti üzerine de aynı uyarısını tekrarladı.

İşte dinin içinin özünden kopuk uygulama ve söylemlerle, bilerek veya bilmeyerek, boşaltılması faaliyetlerini ben bu yazı çerçevesinde bir ‘saldırma’ eylemi olarak tanımlıyorum.

Evet dinin içi boşaltılırken bizler de onun özünün içimizden iyice çekilip alındığını hisseder gibi oluyoruz. Birçok konuda Müslümanlar olarak Kâbe’ye ve onun temsil ettiği mânevî öze ihânet ediyor, saygısızlıklar sergiliyor ve bir anlamda ona saldırmış oluyoruz. Niyetler kötü olmasa da bulanık ve rotası şaşmış olunca; ibâdet ruhundan uzaklaşılınca; tüm cismaniyetimizle, körelmiş nefsimizle ve enâniyetlerimizle kendi kutsallarımıza başkalarından daha çok zarar veriyor, onda daha derin tahribatlara neden oluyoruz.

Merak ediyorum! Acaba yaşanan bu rezâlet karşısında Diyânet ve İlâhiyat camiamız bir açıklama yapacaklar mı? En ufak bir beldenin Belediye Başkanının bile din danışmanı varken, AKP Hükümetine kaç ilâhiyatçının danışmanlık yaptığını tahmin bile edemiyorum. Yoksa; Kâbe’nin ruhunu koruma adına söylenecek birkaç sözden dolayı, Hükümeti eleştirme konumuna düşmüş olmaktan ve ‘’paralel’’ olarak suçlanmaktan korkup susmayı mı tercih edecekler göreceğiz!