29 Eylül 2007 Cumartesi

TEOCON KAVRAMI VE FATİH ALTAYLI

Not: Bu yazı 17 Ekim 2007 tarihinde IV. Kuvvet Medya Gazetesi tarafından yayınlanmıştır.

Ne kadar da çok seviyoruz kavramlarla oynamayı. Ne zaman kavram kargaşalarının içine hapsolmuş birini görsem ya da okusam; ellerindeki oyuncak hamurları ile değişik şekiller yapmaya çalışan ufak çocukları hatırlarım nedense... Onların o ufacık parmakları arasında evirip çevirdikleri rengarenk hamur parçalarını nasıl eğip büktüklerini, onları nasıl birbirleri ile kaynaştırmaya çalıştıklarını izlerken yüzüme bir gülümseme vurur. An olur o çocuklardan bazıları, ellerindeki hamurlarla ortaya hiç bir şekil çıkaramamış olmanın öfkesine kapılırlar ve hamuru diğer çocukların suratına fırlatırlar... ben gene gülümserim... Araya anneler girer hemen: ''Öyle oynanmaz yavrum!'' diye.... Gülümsemem geçer birden ve kendimi o anneleri tasdik ederken bulurum... ''Doğru ya!'' derim içimden... ''Onlarla öyle oynanmaz!''

İşte ben de bir karar aldım kendi kendime... Ne zaman kavram hamurları ile oynarken öfkelenen ve onu bir zihnsel pratik meşgalesi olmaktan çıkarıp sağa sola saldırmak için kullanan birini görsem, o anneler gibi uyaracağım bundan sonra... Öyle oynanmaz yavrum diyeceğim onlara...

Keşke kavram hamurları da çocukların ellerindeki oyun hamurları kadar masum ve renkli olsalar, ne güzel olurdu. Kendisinden bir şekil çıkaramadığımızda birisinin suratına fırlatıversek bile kaş göz yarmıyor, kalp kırmıyor, tahkir etmiyor olsalardı... Keşke; çocuklar oyun hamurlarını ellerinde evirip çevirdiklerinde nasıl sevimli bir hal alıyorlarsa, büyükler de; kavram hamurları ile oynadıklarında aynı sevimli halleri alsalardı...

Geçenlerde Fatih Altaylı'nın bir iki yazısına göz atarken bu duygular içerisinde buldum kendimi.

Isınma turu ile başlayıp öyle geçeyim asıl konuya.

Biliyorsunuz! Ülkemizde 'İslamcı' ve 'Ilımlı İslam' kavramları uzun süredir kullanılıyor. Birçok moda kavram gibi bunlar da dışarıdan ithal ettiğimiz kavramlar arasında. Birincisi daha şümüllü olarak kullanılıyor. İkincisi henüz emekleme aşamasında. Amerika'nın Irak'taki komutanı tarafından ortaya atılmış (Mümtazer Türköne, Zaman 22 Ağustos 2007) bir 'oyuncak hamuru' bu. Türköne, kullananların (kavramı ortaya atanları kastediyor) bu ifade ile ''şiddete, sert muhalefete ve totaliter bir ideolojiye yer vermeyen dinî tezahürlerin tamamını'' kastettiklerini söylüyor. Bir çeşit 'iyi çocuk'' tanımlaması anlayacağınız. Benim Amerikan medyasından edindiğim izlenim de aynı şekilde. Ne var ki bizdeki bir kesim, bu kavramın da suyunu çıkarmış durumda. Bu yeni oyuncak hamurundan şekil yapmak şöyle dursun, etrafa fırlatıp kafa göz yarmak için kullanmaya çalışıyorlar. Bizdekilerin bu kavrama yüklemeye çalıştıkları anlam şu: 'Türkiye'deki ''dinci'' kesim ılımlı görünerek, yani diğerleri gibi şiddet uygulamadan, ''takiyye'' yaparak rejimi ele geçirmeye çalışıyor'... Aynı kesimlerin 'İslamcı' tabirini ise anlayarak kullandıklarını sanmıyorum. O sadece diğer çocukları aşağılama amacı ile kullanılıyor. 'İslamcı falanca', 'İslamcı filanca' demeniz yeterli oluyor. Kavramın altını doldurma gayretine gerek yok. O zihinsel bir zaman kaybı onlar için. Sarfetmekle maksat hasıl oluyor nasılsa; en azından onlar açısından...

Meselenin Fatih Altaylı'ya bakan yönüne gelelim. Onun son yazılarından bir kaçında ele aldığı ve yukarıdaki girişi yapmamı sağlayan konuya yani... Merak etmeyin. Kendisi 'İslamcı' tabirini çok sevse de bu sefer ki gayreti etrafa hamur atmak değil. Onu bu sefer gerçekten de eline tutuşturulmuş rengarenk hamurlarla bir şekil yapmaya çalışırken görüyoruz. Yukarıda bahsettiğim sevimli çocuklar gibi yani. O hamurlarla belli belirsiz bir şekil çıkarmış olmanın heyecanı ile ''bak ne yaptım!'' heyecanı içerisinde görüyoruz kendisini. Gelin elindeki hamurlarla yapmaya çalıştığı ve heyecandan sanki yeni bir gelişme ve değişim gibi sunmaya çalıştığı 'şekillere' (gelişmelere!) bir göz atalım.

17 Eylül günü, Gazeteport'un sayfalarını gezerken, Neocon ve Teocon kavramları ile oynarken buldum Altaylı'yı. Bundan iki gün sonra da ''Teoconlar ve AKP'' başlığı ile çıktı okurlarının karşısına. Kendisinden öğrendiğimize göre Türkiye'de Neocon kavramını, eğer ''yanılmıyorsa'' ilk kendisi kullanmış. Eminim kısa bir süre sonra 'Teocon' kavramını da ilk kendisinin kullandığını söyleyecektir. Amerika'da 1950'lerde (bugünkü şekliyle) ortaya çıkmaya başlayan ve gelişen Neocon kavramını bize, o da aradan 40-50 sene sonra, ilk olarak Altaylı'nın tanıtmış! olmasına mı yanayım; yoksa mezkur yazılarda Neocon ve Teocon kavramları kullanılarak ortaya çıkarılan şekillerin (yorumların) yanlış ve eksik taraflarına mı bilemiyorum.

Necon ve Teocon kavramlarını ele alırken Amerikan siyasetinde Neocon'luktan Teocon'luğa doğru bir geçiş olduğunu iddia ediyor Altaylı ve bu dönüşümü tarif ederken Neocon=yeni muhafazakar, Teocon=dindar muhafazakar (hayret neden dinci demedi acaba) ayırımını yapıyor. Biliyorsunuz 'con' tutucu, muhafazakar anlamlarına gelen 'conservative' kelimesinin kısaltılmış şekli. Teo ise aslında latince 'theo' (Tanrı) kelimesinin Türkçe yazılış biçimi. 'Neo' ise 'yeni' şeklinde algılanabilir.

Altaylı her iki kavramı da çok genel bir çerçeveden sunuyor okurlarına. Kavramların altını doldurma telaşı hiç yok. Oysa bir toplumdaki değişimi yorumlayan bir yazıda bunun es geçilmemesi lazım. Detaylar önemli. Hele bu değişimi ''ABD'nin giderek bir din toplumuna dönüşmesi'' şeklinde açıklıyorsanız. Bununla da kalmayıp bu değişim ile Dünya'daki ve Türkiye'deki artan ''muhafazakarlaşma'' eğilimi birlikte anıyorsanız.

Altaylı'ya göre ''Neoconlar gözden düşmediler. Sadece kendi içlerinde bir evrim (Hıristiyan Milliyetçiliğine dönüş, UT) geçirdiler. Bu evrime ayak uyduramayanlar döküldüler; ayak uyduranlar ise Bush'un çevresindeki diğer güçlerle bir araya gelip yeni bir grup oluşturdular.'' Bu yeni grubun adı ise ''Teoconlar.'' Bakın Altaylı bu yeni grubu ve onlara bağlı olarak gelişen durumu! nasıl tanımlıyor:

''Amerika'nın son günlerde çokça konuşmaya başladığı bu tanımın içine girenler, ABD'yi 'Seküler' bir devlet olmaktan uzaklaştırıp, ''Hıristiyan milliyetçiliğe'' doğru götürüyorlar. Teoconlar'a göre, ABD Hristiyanlığın yeni kurtarıcısı. Başkan Bush ise bu işin en üst düzey görevlisi. Bunlara göre Başkan Bush 'Biz' dediği zaman 'Hıristiyan alemini' kastediyor. 'War on terror' yani 'Terörle savaş' dediği zamansa, Müslüman ülkelere yönelik baskı ve savaştan. Bush'un kodları böyle algılanıyor. Teoconların etkisiyle, evanjelik Hıristiyanlık ABD'yi giderek etkisi altına alıyor. Bir kaç kent ve eyalet dışında, özellikle Orta Amerika'da 'dincilik' yayılıyor. Tarikatlar güçleniyor, orta halli sıradan vatandaş klise gruplarına yöneliyor... Teoconlar Bush'u 'Yeni Haçlı Seferinin' başkomutanı olarak görüyorlar. Yakın zamana kadar, bu politikaların dışında kalan Avrupa'da, Katolik Kilisesi'nin, yani Vatikan'ın da bu yeni fikre destek vermeye başladığı iddia ediliyor... Bush ve Evanjelikler kendilerini Dünyayı Mesih İsa'nın dönüşüne hazırlamakla görevlendiriyorlar. İsrail'le yakın ilişkinin temelinde de bu yatıyor. Mesih'in gelişinde, Kudüs ve çevresinin temizlenmiş olmasını sağlamaya çalışıyorlar. Bütün bunların etkisiyle, ABD hızla bir din devletine dönüşüyor.''

Altaylı'nın kaleminden bu dönüşen Neoconların kimler olduklarını hatırlayarak devam edelim... ''Bush'un ABD'ye Başkan olmasında ve Başkanlık dönemi politikalarında, özellikle de Irak Savaşı'nda önemli rol oynayan'' grup....

İfadeler içerisindeki doğrular ile yanlışları ayırmak gerekiyor. Maddeler halinde devam edeyim...

Amerika'da Neocon-Teocon (yeni muhafazakar-dindar muhafazakar) dönüşümü şeklinde bir metamorfik başkalaşım yok. Olan bir takım değişimleri en azından böyle yüzeysel bir genellendirme ile açıklamak eksik ve yanlış olur. Bir kere, Altaylı'nın Teocon kavramının içine sıkıştırmaya çalıştığı dindar muhafazakarlar ABD'de her zaman vardı. Bu çevrelerin izini sürdüğünüzde Amerika'nın ilk kurucularına kadar gidersiniz. Amerika her zaman dindar bir toplum olmuştur. Halkının giderek daha muhafazakar olması iddiası göreceli bir kavramdır; hele Amerikan devletinin. Liberal çevreler ne kadar çırpınsa da toplumun büyük bir kesimi Amerika'yı kurulduğu günden bu yana dindar bir devlet olarak görür. Bazen buradaki laiklik anlayışının devlet yönetimini mi din etkisinden koruduğunu yoksa dini mi devlet etkisinden koruduğunu anlamakta güçlük çekebilirsiniz.

Neocon çevreler siyasi sahnede giderek etkili olan evanjelik Hıristiyanlar ile işbirliği yapan, gerektiğinde onları manipüle edebilen, halihazırda Amerikan siyasetine şekil verebilen etkili bir kesimdir. Evanjelik Hıristiyan=Neocon şeklindeki algı yanlıştır. Evanjelik çevreleri spektrumun 'Cumhuriyetçi' (Republican) kanadına yerleştirirseniz eğer; Neo-muhafazakar çevreleri tanımlarken ibreyi daha liberal bir çizgiye çekmeniz gerekir. Neo-muhafazakar hareket Amerika'daki eski aşırı liberal ve solcu bir grubun gelişen siyasi atmosferin etkisiyle (mesela, soğuk savaş yılları ve Sovyet yayılmacılığı korkusu) kendilerini daha muhafazakar bir çizgiye kaydırmaları neticesinde bugünkü şeklini almıştır. Bugün sadece dini motiflerden dolayı dünyaya yayılmaya çalıştığı zannedilen Amerika'nın böyle hareket etmesinde belki eski solcu bu kişilerin Troçki felsefesinden tevarüs ettikleri bir takım anlayışların da etkisi olabilir. Sonuçta Sovyet yayılmacılığı da benzer felsefelerden beslenmiyor muydu?

Evanjelik çevreler Hıristiyan bir kitleyi temsil ediyor. Oysa Neo-muhafazakar çevreler daha kozmopolit. İçlerinde Hıristiyanlar olduğu kadar önemli sayıda Yahudi de var. Şunu da bilmek lazım. Amerika'daki tüm evanjelik çevreler politize olmuş değil. Politize derken bizdekilerin ''İslamcı'' dediği anlayışı kastediyorum daha iyi anlamaları için. Fakat önemli bir kesimin bazı din adamlarının yoğun faaliyetleri neticesinde iyice politize edildikleri doğru. Bu kişiler kendi kiliselerine devam eden insanları siyaset ve politikada daha aktif bir rol almaya teşvik ediyorlar. Bu uğurda üniversiteler açıp gençleri hukuk, politika, vb. sahalara yönlendiriyorlar. Amaçları tamamen dini referansların hakim olduğu bir Amerikan yönetiminin gerçekleşmesi. Bunu haricinde zaten Hıristiyan misyonerliği bu grubu tanımlayan en önemli unsur. İsrail'in bölge hakimiyeti-İsa Mesih'in gelişi-Deccal-Armageddon Savaşı gibi inanışlar Evanjelikler için önemli. Neo-muhafazakar (Neocon) çevrelerin Evanjelikler ile karıştırılmasını ve aynı kesim gibi görülmelerini sağlayan unsur daha çok bu sonuncusu. Neocon hareket her ne kadar dini değil politik bir hareket olsa da Amerika'nın İsrail yanlısı bir dış politika izlemesi gerektiğini savunuyor. Bunu savunurken açıktan bir dini referans göstermiyor. Bu yönden Evanjelik akımdan farklılık arzediyor. Bu amacın dışında Necon çevreler serbest ticareti, daha saldırgan bir dış politikayı ve her rejimi demokrasi ile değiştirmek gerektiğini düşünüyorlar. Siyaset sahnesinde yıldızlarını parlatan ve bu fikirleri Amerikan toplumuna aşılamalarını kolaylaştıran Soğuk Savaş dönemi geride kalınca, bu sefer İslam'ı karşılarına aldı bu çevreler. Sanırım tablo ortaya çıktı. Görüldüğü gibi aslında biyolojik olarak birbirinden farklılık arzeden bu iki grup birbiri ile karşılıklı fayda anlayışına dayalı (simbiyoz beslenme) yeni bir biyolojik ilişki kurmuş durumdalar. Reagen, Soğuk Savaş, Baba Bush, Körfez Savaşı, Oğul Bush, Afganistan ve Irak Savaşları... silsileleri yani günümüz Amerikan siyaseti ve Evanjelik çevrelerin bu Neocon stratejiler ve kişilerle olan münasebetleri işte bu şekilde algılanmalıdır. Her evanjelik Hıristiyan politize olmadığı gibi, Neocon da değildir. Her Neocon ise evanjelik Hıristiyandır şeklinde bir algılama da yanlıştır.

Peki Teoconlar bu denklemin neresinde duruyorlar? ve Amerika'daki Neoconlar gerçekten dindar muhafazakar mı oluyorlar? Altaylı'nın bu bağlamda önümüze sunduğu tablo da, tam olarak doğru bir resim sunmuyor önümüze. Teo-muhafazakar kavramı yeni bir kavram. Wikipedia ansiklopedisinin verdiği bilgiye göre terim ilk olarak 1996 senesinde Neocon v. Theocon adlı makalesinde Jacob Heilbrunn tarafından kullanıldı. Yine aynı kaynağa göre terim, güncel politikanın belirlenmesinde dinin önemli bir rol oynaması gerektiğini düşünen, Amerika'nın Hıristiyan değerler üzerine kurulduğunu savunan kişilere atfediliyor. Anlayacağınız Hıristiyan Amerikan Sağı olarak nitelendirebileceğimiz, belki daha çok Cumhuriyetçi (Republican) Parti taraftarlarınca temsil edilebilecek olan bir kesim. Evanjelikleri bu grup içerisine koymak belki yanlış olmayabilir; ama pekala evanjelikler dışındaki Hıristiyan çevrelerden de bu görüşleri paylaşan gruplar bulmak mümkündür. Neoconlar ise az önce ifade ettim: Dini referansları pek olmayan, Amerikan politikalarını ve Amerikan devletinin varlığını daha liberal-muhafazakar zaviyelerden yorumlayan bir politik hareket. Gördüğünüz gibi, yeni bir kavram olan 'teocon' terimi, Altaylı'nın içine sıkıştırmaya çalıştığı düşünceler ile tam olarak örtüşmeyebiliyor. Ne neoconlar bu tanımın tamamen içerisinde ne de evanjelistler. Yani Altaylı'nın kullandığı ve tarif ettiği şekilde bu terimin kullanımı yanlış. Dünyada bir muhafazakarlaşma eğilimi var diye, buna Amerikan siyasetinden paralellikler aramak ve halihazırdaki Amerikan siyaset ve politikasını bununla izah etmeye çalışmak doğru değil. Yani neoconlar dönüştü, teocon oldu; yani dindar muhafazakar oldu.... şeklindeki yaklaşımlar doğru bir tahlilin yansıması; bir kavramın doğru kullanımı değil. Yukarıda yaptığım uzun alıntıyı bu bağlamda burada tekrar açayım isterseniz:

''Amerika'nın son günlerde çokça konuşmaya başladığı bu tanımın içine girenler, ABD'yi 'Seküler' bir devlet olmaktan uzaklaştırıp, ''Hıristiyan milliyetçiliğe'' doğru götürüyorlar.''

Bu yönde gayretler olduğu doğrudur; ancak bunu yapanları ifade eden terim 'Evanjelikler' terimidir. Hem de başında 'bazı' ibaresi de kullanılmalıdır. Kısmen birbirleri ile iç içe girdikleri için Neocon'ların da bu sürece doğrudan yada dolaylı olarak katkıda bulundukları söylenebilir.
Bu gruplar Amerika'da öteden beri mevcuttur. Ortada yeni dönüşüme uğramış teocon şeklinde bir oluşum yoktur.

''Teoconlar'a göre, ABD Hıristiyanlığın yeni kurtarıcısı. Başkan Bush ise bu işin en üst düzey görevlisi. Bunlara göre Başkan Bush 'Biz' dediği zaman 'Hıristiyan alemini' kastediyor. 'War on terror' yani 'Terörle savaş' dediği zamansa, Müslüman ülkelere yönelik baskı ve savaştan. Bush'un kodları böyle algılanıyor. Teoconların etkisiyle, evanjelik Hıristiyanlık ABD'yi giderek etkisi altına alıyor. Bir kaç kent ve eyalet dışında, özellikle Orta Amerika'da 'dincilik' yayılıyor. Tarikatlar güçleniyor, orta halli sıradan vatandaş klise gruplarına yöneliyor... Teoconlar Bush'u 'Yeni Haçlı Seferinin' başkomutanı olarak görüyorlar... Bush ve Evanjelikler kendilerini Dünyayı Mesih İsa'nın dönüşüne hazırlamakla görevlendiriyorlar. İsrail'le yakın ilişkinin temelinde de bu yatıyor. Mesih'in gelişinde, Kudüs ve çevresinin temizlenmiş olmasını sağlamaya çalışıyorlar. Bütün bunların etkisiyle, ABD hızla bir din devletine dönüşüyor.''

Gördüğünüz gibi aslında tarif edilen anlayış Amerika'da yeni olan bir anlayış değil. Neoconların dönüşmesi ile oluşan bir anlayış ise hiç değil. Daha önce de arzettiğim gibi onlar evanjelik çevreler ile iş birliği yapmış durumdalar ve her iki tarafın belli bir noktaya kadar birbirlerine ihtiyacı var. Bir yandan bazı evanjelik liderler bir yanda da Neocon elitler sayıları 50-60 milyon civarında olduğu sanılan halk kesimlerini ''Medeniyetler Çatışması'' tezine hazır hale getirmeye çalışıyorlar. Yani sizin anlayacağınız, Neoconlar aynı neocon, evanjelikler de aynı Hıristiyan Milliyetçiler. Hiç bir Neocon'un yada Evanjelik'in çıkıpta kendisini Teocon olarak ifade ettiği olmamıştır. Buna gerek yok. Bu terim bir iki düşünürün (o da 1996 senesinden itibaren) Hıristiyan sağını ifadeye dönük tek taraflı olarak kullandıkları bir ifade tarzı. Karşı taraf tarafından benimsenmiş olan, karşılığı olan bir kavram değil. Bir hareketin, ideolojinin, fikrin karşılığı olan tanımlar değişmedikçe yeni Neologismler (kavram oluşturma yada yeni tanımlamalar) yapılmaz. Aksi halde havada kalır, gereksiz bir çaba olur. Zaten, Teocon terimini formule edenlerin Altaylı gibi yapıp Amerika ile alakalı ne gelişme varsa (Neoconlar, evanjelikler, İsa Mesih inancı, Haçlı zihniyeti vs.) hepsini bu kavramın içine tıktıkları ve yeni bir dönüşüm gibi tanıttıkları da yok. Yanlış anlaşılmasın. Altaylı'nın alıntılarındaki ayrı ayrı cümleler tamamen bir yanlışlık ifade ediyor demiyorum. Tek tek bakıldığında doğru olan şeyler var. Ama bunları halihazırda evanjelik çevreler temsil ediyorlar zaten. Neoconlar da kaşıyor. Olayın teocon dönüşümü gibi bir illüzyonla alakası yok. Onu göstermeye çalışıyorum.

Şimdi çok farklı bir noktaya işaret ederek Altaylı'nın ''teocon'' kavramına bir çeki düzen verelim ki millet ''ilk kez'' kendisinden kavramlar öğrenirken bunu doğru bir şekilde öğrenmiş olsun. Diyor ki Altaylı, ''Yakın zamana kadar, bu politikaların dışında kalan Avrupa'da, Katolik Kilisesi'nin, yani Vatikan'ın da bu yeni fikre destek vermeye başladığı iddia ediliyor...'' Altaylı Teocon kavramını ele alırken hakikate kısmen burada yaklaşmış. Zira, Altaylı'nın ilgili yazılarında ifade ettiği Teocon kavramının ucu zaten neocon ve evanjeliklere değil, bazı Amerikalı Katolik entellektüellere dayanıyor. En azından benim görebildiğim kadarı ile konuyu ve kavramı yazılarında ele alan Amerikalılar bunu böyle değerlendiriyorlar. Bu konuda yazılmış en bilinen makalelerden birisi olan ''Neocon vs. Theocon: A New Fault Line on the Right'' (Neocon Teocona Karşı: Sağda Yeni Çatlak) isimli makalenin yazarı Jacob Heilbrunn bunlardan birisi mesela. Heilbrunn'a göre teoconlar da necoonlar kadar hırslı (ambitious) ve kavgacı (disputatious) azınlık bir grup. Amerika'nın seküler gidişatından rahatsızlık duyan bu azınlık çevreler yeni bir reform (yeni Hıristiyan politik yöntemlerle) hareketinin de savunucuları. Bu amaçla neoconlarla işbirliği kurmuş gibi görünselerde aslında neo-muhafazakar felsefeyi tehdit edebilecek bir potansiyele sahipler. Hatta Yahudileri (yahudi-neocon ilişkisini hatırlayın) bile direk olarak tehdit edebileceğini söylüyor Heilbrunn bu hareketin (tarihi Katolik-Yahudi çekişmesini hatırlayın).

Tito Rizzo, The University Bookman Dergisi'nin 45. sayısında (2007) Flavio Felice tarafından kaleme alınan ''Neocon, Theocon. The Role of Religion in Public Life in the United States'' (Neocon, Teocon: Dinin Amerikan Günlük Yaşamındaki Yeri) isimli kıtaba ait yaptığı değerlendirmede bir yandan 'teocon' kavramının İtalya'da nasıl 'liberal Katolikler' olarak algılandığına işaret ederken diğer yandan da bu kavramın sosyal Katolik ve liberal anlayışlara dayanan bir Amerikan politik ve dini ifade olduğunu söylüyor. Adı geçen kitaba göre bu hareketin Amerika'daki temsilcileri arasında Michael Novak, Richard John Neuhaus, and George Weigel gibi isimler bulunuyor. Rizzo'nun belirttiğine göre, bu kişiler 'teocon' etiketini sevmeselerde kendilerini Katolik liberaller olarak isimlendiriyorlar.

Yine, The Economist Dergisi'nin Washington büro şefi ve "The Right Nation: Conservative Power in America" (Sağ Ulus: Amerika'da Muhafazakar Güç) kitabının ortak yazarı olan Adrian Wooldridge, International Herald Tribune'deki bir yazısında (25 Eylül 2006) teoconların Roman Katolik düşünürlerden oluşan bir çalışma grubu olduğunu ifade ediyor. İlginç olan, Wooldridge'in yazısında adres gösterdiği ve kendisi de bir teocon olan Damon Linker, ''The Theocons: Secular America Under Siege'' (Teocons: Seküler Amerika Kuşatma Altında) isimli kıtabında hareketin (neoconlarla ve evanjeliklerle kurulan işbirliğine rağmen) Roman Katolik olarak Roma (Vatikan'ı kastediyor) tarafından; ''dini sağı'' temsil eden evanjelikler tarafından ve ''entellektüel sağı'' temsil eden Yahudiler tarafından (neocon ilişkisini hatırlayınız) şüphe ile izlendiğini işaret ediyor.

Anlayacağınız gibi ortada, Altaylı'nın işaret ettiği gibi neocon hareketin ''yeni muhafazakarlıktan'' ''dindar muhafazakarlığa'' (teoconluk) dönüşmesi gibi bir hadise mevzu bahis değil. Altaylı, Amerika'da (ve dünyada) gittikçe artan bir muhafazakarlık olduğunu ve bunun politikaya yön vermeye başladığını anlatmaya çalışırken yanlış bir adres seçmiş kendisine. Benzer bir gelişme yukarıda da arzettiğim gibi Amerika'da zaten mevcut olan ve hem neocon hem de evanjelik kanatlar tarafından temsil edilen bir anlayış. Evanjelikler ise daha önce işaret ettiğim gibi oldukça koyu bir Hıristiyan sağ hareket. Yani oluşumun evrim geçirerek (Altaylı'nın iddia ettiği gibi) dindar muhafazakar bir başkalaşıma dönme ihtiyacı yok. Ayrıca, Altaylı'nın teocon diye tarif ettiği dindar muhafazakar grupların saydığı düşünüş tarzları tam da evanjeliklerin savunduğu anlayışlara denk geliyor. Gerçek teoconların (muhafazakar Katolik) benzer Apokaliptik (dünyanın sonu) anlayışları taşıdıklarına dair bir iz dahi henüz ortada yok. Teocon kavramının Altaylı'nın yazılarında kullanılış şekli bu nedenle hem eksik hem de havada kalıyor. Kavramı kullandığı yazısının akabinde ''Teoconlar ve AKP'' başlıklı bir haber de görünce Türk Kamuoyunu uyarmak ve bir kavramı yanlış kalıplar içinde öğrenmelerini önlemek amacıyla böyle bir değerlendirme yazısı yazmak icab etti. Olur ya! belki bir gün birileri ortaya çıkıp bu yeni oyuncak hamuru ile etrafa saldırmaya başlayabilir.

Son verdiğim alıntılar ışığında yazının baş kısımlarını bir daha tersinden okumanızı öneririm. Yazıyı başta yaptığım giriş ile ilişkilendirip bitireyim. Demek ki neymiş: Her kavramla öyle oynanmazmış. 29 Eylül 2007

26 Eylül 2007 Çarşamba

HÜRRİYET'İN ANKETİ!

Uzun bir süredir basınımızda bir anket furyası aldı başını gidiyor.
Kimsenin halka açılan bu anketlerin kalitesi konusunda yorum yaptığı
yok. Anladığım kadarı ile gazeteler bir kişiyi bir kaç soru yazmakla
görevlendiriyorlar ve sonra da ortaya çıkan bu soruları İnternet
sayfalarına koyuyorlar. Bu anketlerin bazıları sanki stajyerlere
yaptırılmış ayak altı iş izlenimi veriyor. Kimileri ise tecrübeli; ama
art niyetli bir takım kişilerin ürününe benziyor.

Anket geliştirmek ciddi bir iştir. Batı üniversitelerinde bu iş için
açılmış bölümler bile mevcut. Hal böyle iken konu gazetelerin
kullanımı konusuna geldiğinde Batı'da bile bir takım sorunlar söz
konusu. Anlaşılan o ki, medya bu anketleri belirlediği bir takım
amaçlar doğrultusunda kullanma eğiliminde. Hani anket geliştirmek
ciddi bir iştir dedim ya az önce; sanırım bazı basın kuruluşları için
anketin varlığı ve hizmet edebileceği netice daha önemli onlar için.

Normalde bir anketin içerdiği soruların neye dayanarak oluşturulduğu,
nasıl dizayn edildiği, verilen şıkların soru köküne verilebilecek
yanıtların tümünü kapsayıcı olup olmadığı gibi hususlar önem arzeder.
Bir anketin (ilmi anlamda) kaliteli, geçerli ve güvenilir olması
bunlar gibi bir takım kıriterlere bağlıdır. Belki sizin de başınızdan
geçmiştir. Benim okuduğum bir çok anket sorusu karşısında kendime
şunları söylediğim olmuştur: ''Soru öyle bir ifade edilmiş ki
insanları direk olarak filanca cevaba yönlendiriyor'', ya da; ''bu
şıkların içinde benim yanıtımı içeren bir madde yok'', ya da; ''bu
sorunun gerçek cevabı ile şıkların hiç bir alakası yok.''

Geçen gün Hürriyet Gazetesi'nde işte böyle anketlerden bir tane daha
yayınlandı. Anket kendilerine ait bir amaca dönük olarak hazırlanmış
besbelli. Eksik ve yönlendirici bir anket illüzyonu ile
toplayabildikleri kadar insandan yanıt toplayıp sonra da ''halkın
sesi'' diyerek toplum manipülasyonlarına devam edecekler izlenimi
veriyor. Ayrıca anketi yanıtladığınızda yüzdeleri (mevcut sonucu) da
göremiyorsunuz. Sonuçlar istemedikleri şekilde tezahür edebilir diye
alınan bir önlem bu anlaşıldığı kadarı ile.

Anketin nasıl tanıtıldığına bir göz atalım: (Hürriyet, 26 Eylül 2006)

''Türkiye çok önemli bir konuyu tartışıyor… Yeni Anayasa hazırlanırken
konu türbana geldi dayandı. Ve Malezya örneği gündeme oturdu.…
Malezya'da da türbanın üniversite ve kamu alanında serbest
bırakılmasından sonra siyasal İslam'ın inanılmaz bir hızla ülkeye
yayıldığı ve bir baskı unsuru olduğu iddiaları yoğunlaştı.… Yeni
Anayasa'nın toplumun bütün kesimlerine yansıtılmadan yalnızca AKP
tarafından hazırlanıyor olduğu iddiası ise Türkiye Malezya olur mu?
sorusunu daha da kuvvetlendirdi. Bu arada bu soruyu ortaya atanlara
karşı "Siz bunu sorarak darbe çığırtkanlığı" yapıyorsunuz eleştirisi
getirildi…''

Bu şekilde bir tanıtım çok açık bir yönlendirme örneği. Bir kere;
sorduğunuz sorunun bağlamı (context) çok önemli. Bu noktada dürüstlük
ve samimiyet gerekir. Gerçekten insanlar bu konuda ne düşünüyor
sorusunu merak ediyor musunuz? Yoksa yönlendirici bir soru ile
topladığınız yanıtları sonuçları da saklayarak ''halkın sesi'' diyerek
kullanmayı mı amaçlıyorsunuz? Ankete katılmayı düşünen insanlar bu
soruya ait gelişmeleri ve sorunun bağlamını yeterince
bilemeyebilirler. Anlaşılan bunun bilincinde Hürriyet Gazetesi.

Eğri oturup doğru konuşmalı Hürriyet. ''Mahalle baskısı'' ve ''Malezya
olur muyuz?'' tartışmalarını başlatan, konuyu ülkenin gündemine
gereksiz yere sokan zaten Hürriyet'in kendisi. Hürriyet yazarlarının
temelsiz ve lüzumsuz bir şekilde ortaya çıkarttıkları, Doğan grubuna
bağlı medyanın ise körüklemeye devam ettikleri bir tartışma bu. Amaç
üzüm yemek değil bağcıyı dövmek. Bu karmaşada alınmaya çalışılan
ihaleler ile ilgili haberleri de takip ediyoruz alternatif medyadan.

Az önce nasıl tanıtım yaptıklarına dair bir alıntı verdim. Onu tekrar
okuyun lütfen. Konuyu Türkiye'nin tartıştığı yok. İnsanlar Hürriyet'in
ortaya attığı taşı çıkarmaya çalışıyorlar o kadar. Halkın bu tür
endişeler peşinde koştuğu da yok. Bunun halkın gündeminin bir parçası
haline gelmesini isteyen taraf Hürriyet'in ta kendisi. ''Yeni Anayasa
hazırlanırken konu türbana geldi dayandı. Ve Malezya örneği gündeme
oturdu.'' ifadesi o yüzden şartlı bir yönlendirme. Anayasa konusunu
türban konusuna indirgeyen zihniyet gene aynı Gazete'nin yazarları
tarafından temsil ediliyor. Rektörler de konuyu türban konusuna
indirgeyerek ilmi bir zaafiyet örneği sergilemediler mi geçenlerde. Bu
ifadeyi okuyan bir kişinin sanki AKP'nin de konunun bu noktaya
gelmesinde rol oynadığı izlenimi edinmemesi içten bile değil.

Bakın nasıl devam ediyor anketteki yönlendirmeler: ''Malezya'da da
türbanın üniversite ve kamu alanında serbest bırakılmasından sonra
siyasal İslam'ın inanılmaz bir hızla ülkeye yayıldığı ve bir baskı
unsuru olduğu iddiaları yoğunlaştı.'' Gene aynı konuya geliyoruz. Bu
iddiaları ortaya atanlar arasında en canla başla gayret göstereni
Hürriyet'in kendisi. Anketi insanlara sunarken nasıl da kendisini
konunun dışına çekip ortada gerçekten bir tartışma varmış da;
kendileri de bunun cevabını merak ediyorlarmış havası estiriyorlar.
Ayrıca, olay Malezya'da gerçekten bu şekilde mi gelişti acaba? Bu
soruya benim cevabım hayır olacak. Malezya bir çok farklı etnik ve
dini grubun uyum içinde yaşayabildiği, IMF'yi kapı dışarı ederek
ekonomik anlamda çok hızlı bir kalkınmayı da hayata geçirebilmeyi
başarmış bir ülke.

Tüm bu yönlendirmelerin ardından bakın nasıl bir duygu sömürüsü ve
şartlandırma geliyor: ''Bu arada bu soruyu ortaya atanlara karşı 'Siz
bunu sorarak darbe çığırtkanlığı' yapıyorsunuz eleştirisi getirildi…''
Az önce de arzettiğim gibi; insanlar konunun genel gelişim ve
bağlamını tam olarak bilmiyor olabilirler. Anayasadan birden türbana,
oradan da birden ''eleştirenleri darbe çığırtkanlığı ile suçluyorlar''
illüzyonuna maruz bırakılmış anketi dolduranlar. Bu eksik ve kasdi
şartlandırmanın hemen akabinde şu soru ve şıklar sunuluyor insanların
karşısına:

''Türkiye Malezya olur-olmaz tartışmalarını nasıl yorumluyorsunuz?''
a) Darbe çığırtkanlığı
b) Sivil ve haklı bir tartışma
c) İlgilenmiyorum

Konuyu çok iyi bilmeyen birisi bu tanıtımı okuduğunda elbetteki
Malezya olma tartışması ile Darbe çığırtkanlığı arasında bir ilişki
göremeyecektir. Darbe çığırtkanlığının alternatifi olarak sunulan ve
çok masum bir çağrıda bulunan ''sivil ve haklı bir tartışma'' maddesi
insanların algılarını etkilemeye dönük olarak sunulmuş. Halihazırda
mevzunun darbe çığırtkanlığı ile bağlantısını anlayamayan (Gazete
zaten alakası yok diye sunmuş) insanlar böyle 'masum' ve her zaman
için geçerli olan bir madde ile karşılaştıklarında sizce nasıl
davranacaklardır?

Benim Hürriyet'e, diğer medya organlarına, ve bu organları
denetlemekle sorumlu olan kuruluşa bir önerim var. Ortak ve tarafsız
bir sistem geliştirin. Bu özerk bir şirket kurma şeklinde de olabilir.
Eğer gerçekten insanların belli bir konuda ne düşündüğünü öğrenmek
istiyorsanız bunu yapınız. Bu teklifin şimdilik mevcut 'silahşör'
medyamız için kabul edilemez bir teklif olduğunu biliyorum. Anketler
daha uzun bir süre aynı mantıkla kullanılmaya devam edecek. Taki
toplum daha da bilinçlenene kadar. Daha objektif bazı kurumların ise
bunu mevcut imkanları ile yapmaya hazır olmadıklarının bilincindeyim.
İnancım odur ki Türkiye bir gün bu konuda da mesafe alacaktır. Bunu
ilk başlatacak olan gazeteyi şimdiden tebrik ederim. 27 Eylül 2007

20 Eylül 2007 Perşembe

11 EYLÜL ve DEĞİŞEN AMERİKAN TOPLUMU!

11 Eylül hadiselerini yaşadığımız günlerde kısa bir şok yaşadık önce. Hadisenin ardından; ''ne olacak şimdi?'', ''bu olay neden gerçekleşti?' sorularını dahi sormaya fırsat bulamadan, kendimizi Afganistan'ın ve ardından Irak'ın işgalini izlerken bulduk. ''Ne olacak şimdi?'' sorusunun ilk cevabı bizzat Amerikan yönetimi tarafından bu şekilde verilmiş, Bush'un ''terörle savaşta ya bizimlesiniz ya da karşımızdasınız'' tehdidi ile çerçevesi çizilmişti. ''Neden gerçekleşti?'' sorusunun cevabı ise kafaları en çok karıştıran soru oldu, olmaya da devam ediyor. Bu soruya Amerikan medyasının ve (kısmen) kamuoyunun verdiği ilk cevap ''bizim refah düzeyimizi ve demokrasimizi kıskanıyorlar'' şeklinde oldu. Fox TV hatta CNN ve MSNBC kanallarında bazı spikerlerin ve davetli yorumcuların kendilerinden emin ve bilgiç bir eda ile yaptıkları bu yorumlar hala kulağımdadır. Zamanla, aynı kulislerde benzer sorulara verilmeye çalışılan cevaplar mahiyet değiştirdi. Dikkatler bu sefer İslamiyet'in niteliği, motivasyonları, doktrinleri, öğretileri ve cihat kavramlarına yöneltildi. Artık televizyon ekranlarında ve yazılı medyada bir yandan El Kaide'nin motivasyonları tartışılırken bir yandan da eş zamanlı olarak İslam tartışılmaya başlandı. Bu yazının ana teması olan ''Amerikan toplumundaki değişim!'' işte asıl bu süreç ile birlikte başlamış oldu.

Mezkur soru Amerika'da bu şekillerde cevaplandırılmaya çalışılırken, Amerika haricindeki toplumların çoğunda, özellikle de hadiselerin muhatabı olması hasebiyle İslam diyarında, bu soru daha çok ''komplo teorileri'' zaviyesinden ele alındı. Kimse bir değişikliğe maruz kaldığını hissetmiyordu. Gelişmeler bu şekilde cereyan ederken ve herkes kendisini bu sorunun gündemine kaptırmış iken zamanla yeni bir gelişme insanların dikkat ağlarına takılır oldu: O da, yaşanan bu süreç içerisinde Amerika'nın bir değişime tabi olduğu ve giderek daha ''kuşku'' dolu ve ''korku'' televvünlü bir hal almaya başladığı gerçeği idi. Zira yaşanan bazı hadiseler de insanların bu düşüncelerinde haklı olduklarını gösteriyordu. ''Değişen Amerika'' konusu artık gündemdeki yerini yavaş yavaş almaya başlamıştı. Özellikle son iki-üç senedir bu konu üzerine farklı farklı değerlendirmeler yazıldı ve bu, değişik mahfillerde de dile getirilmeye başlandı. Ne var ki, yapılan bu değerlendirmelerin bir kısmı beni endişelendiriyor. Amerikan toplumu daha korku dolu ve kuşkucu bir hal alıyor derken o toplumu bir bütün olarak ele alma kolaycılığına kaçan yorumlar var. Bu yorumlar bahsettiğim değişimi ''Müslümanlara karşı tahammülsüz hale geldiler'' şeklinde lanse ederek bilmeden okuyucularının zihninde ''düşmanlaşan ABD halkı'' imajına katkıda bulunuyorlar. Analiz yapıyorum derken aslında genellemelerin ağından kendisini kurtaramayan yazılardan bahsediyorum.

Amerika'da yaşayan ve bu ülke insanını yakından tanımaya çalışan bir kişi olarak bazı değişmelere ben de bizzat şahid oldum. Bir yandan bahsettiğim genel değerlendirmeleri okurken bir yandan da etrafımdaki Amerikalıları gözlemlemeye, onlarla konuşmaya devam ettim. Ne var ki; bir süre sonra yapılan bazı değerlendirmelerin kapsamı ile gözlemlediklerim arasında örtüşmeyen bir takım noktalar olduğunu farketmeye başladım. En azından; yapılan bazı genellemelerin kısa vadede yaşanan değişimleri açıklamaya yetebileceğini; ancak uzun vadede bir fayda sağlamayacağını farketmeye başladım. Kanaatimce, Amerikalıları ve 11 Eylül arefesinde yaşanan değişimleri irdelerken hadiselere daha detaylı bakmak ve genellemelerden kaçınmak gerekiyor. Bir şey illa ki genelleştirilerek anlatılacaksa, bunun ''bazı'' kelimesi kullanılarak yapılması gerekiyor. Yapılan genellemeler bir takım değişimleri tespit ve tasdik etmede, hatta onları tanımlama yönünde faideli olabilirler. Ancak konu, eskilerin, taharri-i hakikat (hakikati araştırmak) ve tahkikat (doğruları araştırıp öğrenmek üzere taharriyat yapmak) dedikleri noktaya geldiğinde daha detaylı bir bakış açısı gerekiyor: Meselenin hem Amerikan toplumuna, hem de Müslümanlara bakan yönleriyle... Bu, yaşanan değişimlerin gerçek mahiyetlerini, gidişatlarını (yön) ve dinamiklerini (unsurlarını) tahlil ve tahkik etmede son derece önemli. İzah edeyim...

11 Eylül hadisesi, tesirleri itibari ile tarih kitaplarında dünya tarihindeki ''büyük değişiklikler'' (Tahavvülat-ı külliye) başlığı altında okutulmaya adaydır. Bu tesirlerin Amerikan insanının zihninde ve halet-i ruhiyesinde çok derin etkilere neden olduğu da doğrudur. Yalnızca onlar mı? Hepimiz değişiyoruz. Hadiseler Müslümanları da değişmeye zorluyor. Bir kesim kendine bir kozalak örerken (değişimi temsil açısından kullandım) bir kesim ise değişime direnç gösteriyor; çağı ve gelişen hadiseleri okuma yönünde hiç bir çaba sarfetmiyor. Bu süreçte Müslümanlara ''değişim'' formülleri sunmaya çalışan Batılıların olduğunu da gözlemliyoruz. Değişim kaçınılmaz bir hal aldı. Artık sormamız gereken soru: Değişip değişmeyeceğimiz değil; bu değişimin ne zaman, nasıl, hangi boyutlarda ve ne şekillerde gerçekleşeceğidir. Buna, Müslümanlar olarak bu süreci yeterli şekilde kontrol edip edemeyeceğimiz sorusunu da ilave etmek gerekir. 11 Eylül hadisesinin önümüze sunduğu tablo işte budur. Bu nedenle, ''Amerika değişiyor'' yazılarını kaleme alanların diğer ellerinde ise ''çuvaldız'' tutuyor olmaları gerekir. Neden mi? Bir toplum zihni ve ruhsal bir değişim gösterirken bunun muhatabı olan toplumların bu değişimi nasıl algıladıkları ve buna ne şekillerde tepki verdikleri önemlidir. Diyalog kurmak ve kendini daha iyi anlatmak bir yanıt olduğu gibi, iyice kendi kabuğuna çekilmek, alttan almak yerine karşısındaki gibi agresif ve öfke dolu bir tavır takınmak da bir tepkidir. ''Medeniyetler Çatışması'' tezlerinin sahiplerinin beklediği de zaten budur. İstedikleri şey toplumların birbirleri hakkında genellemeler yapmaları ve onları ''tek'' görmeleridir. Buraya kadar anlattıklarımı biraz açayım...

Günümüz itibari ile, bazı İslam alimlerinin de ifade ettiği gibi, gerçek ve somut bir ''İslam Dünyası''ndan bahsetmek zordur. Elimizde büyük çoğunluğu cehalet ve fakirlik içerisinde yaşamaya mahkum edilmiş, kaynakları nehbedilmiş, baskılar altında yaşamaya mecbur edilmiş bir ''yığın'' var: İslamı yanlış yada eksik yorumlayan ve şimdiye kadar Batılılardan hep destek görmüş olan bazı liderlerin cenderesine düşmüş, düşürülmüş yığınlar... Amerikan halkının önyargılarından dem vururken, kendimize ait bu halk kiltlelerinin de önyargılarına, eksikliklerine göz atmalıyız. Amerikan halkının medya ve propaganda aracılığı ile manipule edildiği doğrudur; ancak durum İslam aleminde ve ülkemizde farklı mıdır? Bir 11 Eylül hadisemiz olmadığı halde kendimize ait unsurlar arasında bir uyum, bir harmoni hala kurulamamıştır. Böyle bir saldırıya maruz kalmamış olsakta bugün Türk toplumunun bazı unsurları birbirlerine Amerika'dakinden daha çok, ''kuşku'' ile bakmaktadır. Toplumun değişik kesimlerinin birbirine karşı bakış açısı, tahammülsüzlüğü hala çok ciddi bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Benzer bir yaklaşım genel olarak tüm Müslüman ülkelere tatbik edilebilir. İşte bu yüzden, halen bir ''İslam Dünyası'' olamamış bir buçuk milyarlık bir kitlenin çağımızın ''tahavvül-ü külliyesine'' (büyük değişimine) nasıl cevap vereceği, ne şekilde değiştiği ya da direndiği bizim için daha önemli olmalıdır. Amerikalıların buna cevap veriş şekillerini de bununla irtibatlı olarak ele almak gerekir. Tek taraflı olarak dile getirilen ''değiştiler'' söylemleri bu nedenle önemsizdir.

Neden mi? Nedeni gayet basit. Bu soruların cevaplarının, oturdukları yerde hiç bir şey yapmadan şekva edenler, etrafa suçlamalar yağdırarak günlerini geçirenler, kısaca tek işleri ''buğz etmek'' olanlar açısından pek bir ehemmiyeti yoktur. Eğer sorunların üzerine gitmek, diyalog kurmak ve çözümün bir parçası olmak gibi bir iddianız var ise, arzettiğim soruları sormak ve genellemeleri aşıp detaylara bakmak kaçınılmaz olur. Hem Amerikan halkını korku ve endişelerinden kurtarmak, hem de Müslümanların kendi kabuklarını kırmalarını şağlamak böyle bi bakış açısı ile mümkündür. Zira, Amerikan halkı hatalarını hızlı keşfeden ve bu hatalarından ders almasını bilen bir toplumdur. Bunu yaparken en iyi ve uygun yöntemleri geliştirip geliştiremedikleri tartışılabilir; ama bu, bahsettiğim gerçeğin varlığını değiştirmez. Müslüman halklar ise cehalet kabuğunu biraz kırdığında, hakikati yakalamada, kendisini toparlamada ve akl-ı selim yolunda ilerleme konusunda mahirdir. Onun bu terakki ve tahavvül neticesinde geliştirdiği vakar ve meselelere bakış açısı dünyanın bugün en çok ihtiyaç duyduğu kabiliyettir. Yazılıp çizildiğinden bahsettiğim ''değişim'' tandanslı değerlendirmelerde yoksun olan bakış açısı işte bu iki dinamiğin nasıl hayata geçirileceği ve birbiri ile buluşturulacağıdır. Suçlayan ve aşağılayan bir tarzda ''o şöyle değişti'' demenin artık pek bir ehemmiyeti yoktur. Olay ''adını koyma'' noktasını aşmıştır. İşte bu yüzden her iki topluma (Amerikan, Batı ve İslam) ait değerlendirmeler yapılırken genellemelerden kaçınılmalı, detaylara bakılmalıdır. Yani ''onların hepsi şöyle'' demek yerine, ''onların içinden kimler şöyle; kimler böyle'', ''neden'' ve ''neler yapılmalı'' gibi sorular sorulmalıdır. Bugün ne Amerikan toplumunun geldiği nokta ne de İslam aleminin geldiği nokta genellemeler yapmaya müsait değildir. Tek, homojen bir Amerikan toplumundan bahsedilemeyeceği gibi yekvücut bir İslam alemi ve yegane bir İslam anlayışından da bahsetmek mümkün değildir. Hal böyle iken, genellemeler yaparak ve ona göre tavır takınarak bir toplumu, tüm kesimleri ile karşımıza alabilir, hepsinin bize karşı olduğunu düşünebilir, onların içinde ulaşabileceğimiz insanlar olduğu gerçeğini gözden ve idrakten kaçırabiliriz. Bu hal üzere vereceğimiz bir tepki, ılımlı ve anlayışlı kesimleri bile karşımıza alabilir, ''Medeniyetler Savaşı'' tezlerine katkıda bulunabilir. Bu hem Amerikalılar hemde bizler açısından geçerli. Böyle bir süreç sonunda bizler; her Amerikalıyı, bize karşı yeni bir haçlı seferine çıkmış, kana susamış, dini motifli bir cani olarak görebiliriz. Amerikalılar (siz böyle söylediğimde batıyı da düşünün) ise her Müslümanı heryeri kılıç zoru ile ele geçirmeye çalışan, herkesi Müslüman olmamaları durumunda öldürmeye hazır, bu uğurda kendini ve masumları bile havaya uçurmaya niyetli birer Jihadist (Mücahit, aslında cihatçı) gibi görebilirler. Böyle bir bakış açısı kendisini gerçekleyen kehanet olmaktan başka hiç bir netice doğurmaz. Bu noktada sizinle bir düşüncemi paylaşayım. On birinci yüzyılda, haçlı seferleri esnasında, Müslümanların ve aldatılmış Hıristiyan yığınların en büyük talihsizlikleri birbirleri ile irtibat kurabilecekleri, diyalog tesis edebilecekleri hiç bir ortamın, şartın ve imkanın ve anlayışın olmamasıdır. Eğer bu mümkün olsa idi belki birileri ortaya çıkabilir tarihin o en vahşi hadiseleri ve o zamana kadar ki en büyük fitnesi böylece önlenmiş olabilirdi. Bu olamayınca ortalık, zamanın; kendi maddi çıkarları ve politik güçleri peşinde koşan ''medeniyetler çatışması'' planlayıcılarına kaldı. Cehalet içinde yüzerken dini motiflerle kandırılan Hıristıyan halkı, ''her yere saldıran, yağmalayan, dinini değiştirmeye zorlayan, kana susamış'' bir medeniyeti yok ekmek üzere yola koyuldu. İki dünyanın tek karşılaşması savaş meydanı oldu. Bugün tek değil iki taraflı bir fitnenin fitili ateşlenmiş durumda. Fitne daha büyük belki; ama eskiye göre bir avantaj var elimizde. O da insanların birbirleri ile diyalog kurma, birbirlerini tanıma şansları... Müslümanlara ''Amerikalılar şöyle'' demeyin; Amerikalılara ise ''Müslümanlar böyledir'' demeyin diye her fırsatta anlatmamın nedeni de bu zaten.

İşte bu nedenle, genellemeler yaparak alt unsurları ve dinamikleri gözden kaçırmanın tehlikesine işaret etmek gerekiyor. Amerikan halkı kandırılmaya çalışılan bir halk. Bizler gibi. Onlarda gözlemlediğimiz algı değişiklikleri bu nedenle engellenebilecek yada iyiye kanalize edilebilecek mahiyette. Eğer tüm Amerikalıları bir görüp olaylara öyle yaklaşırsak, açık fikirli ve duyarlı Amerikalıları kaybedebiliriz. Size sayıları azınlıkta kalan bir kitleden de bahsetmiyorum. Yaşanan hadiselerin ardından şaşkına dönmüş, bir cevap arayışına girdiğinde ise felaket tellalı ve kriz pompacısı bir azınlığın propagandasına maruz kalmış büyük bir kitleden bahsediyorum. Asıl fitne aşırı genellemeler ile onları ''öteki''leştirdiğimiz zaman tutar. Bunun tersi de doğru. Onların bir kısmı tüm Müslümanları aynı (medyada tarif edildiği gibi) görme eğilimde olabilir. Ancak bir kısmı da bunun böyle olamayacağının idrakine varıyor yavaş yavaş. Bazı şeyleri ve gelişmeleri sorguluyorlar. 11 Eylül öncesinde İslam, Amerikan halkının pek tanımadığı bir din idi. Bir kısmı ise bağlı bulunduğu dini anlayışın etkisinde kalarak bir takım önyargılar besliyor idi İslam'a karşı. 11 Eylül'ün ardından başlayan propaganda bazılarının İslam'la olan ilk temasının olumsuz olmasını sağlarken bir kısmının ise sahip olduğu önyargıları pekiştirmesine katkıda bulundu. Toplum, böylece çok daha azınlıkta olan art niyetli bazı kesimlerin manipülasyonuna açık hale geldi.

Şimdi meseleye çok farklı bir boyut getireceğim. Neye karşı mı?: ''Amerikan halkının değişip, daha korkak, kuşkucu ve baskıcı bir hal almaya başladığı'' yönündeki söyleme... Yukarıda da arzetmeye çalıştığım gibi, yapılan bazı değerlendirmeler iki tür hataya davetiye çıkarıyor: Bu korku ve kuşku ortamını tahammülsüzlük olarak sunma eğilimi ve genelleme yaparak bunu tüm Amerikan toplumuna mal etme hatası. Hatta öyleki, bu değerlendirmeler değişim kavramını bile genelleştirdiklerinin farkında değiller. Değişim bir süreçtir. Onu, varılan bir sonuç olarak sunmak hatadır. O bir süreç olduğu için aralarda değişik haller alabilir. Bunlar illa tutacak diye birşey yoktur. Kalıcı olmayabilirler. Süreç devam ederken değişim mahiyet değiştirebilir, yeni bir boyut kazanabilir. Değişimin mayası sonradan tutar, kültür haline gelir, benimsenir yada aksiyona dönüşür. Tam olarak bir kültür oluşturamayıp belirli bir aksiyon sürecinin ardından kaybolup giden değişimler bile mevcuttur. İşte bu nedenle ''Amerikan halkı değişti, daha tahammülsüz ve kuşkucu oldu'' demek eksik bir yaklaşımdır. Onlar bir süreçten geçiyorlar. Tarihlerinde ilk defa anakaraları bir saldırı gördü. ''Bize kimse saldıramaz'' imajı alt üst oldu. Toplumun şaşkına dönmesi ve bir panik atak yaşaması gayet normal. Belirli bir azınlığın onların önlerine sunduğu ''İslam aleyhtarı'' imajın toplumun bır kısmı tarafından benimseniyor görünmesi, Müslümanlardan endişe etmeleri tehlikeli bir noktada değil. Dediğim gibi bu bir süreç. Netice değil, kültür haline gelmiş hiç değil. Onlara yardım eder, kendimizi tanıtırsak hatalarından ders almasını bilen bu toplum eskiden yaptığı bazı hataları tekrarlamaz. Amerikan toplumu geneli itibari ile açık fikirli, dinlemeyi bilen, düşünce özgürlüğüne ve farklılığa inanmış bir toplum. Bu konuda bizden hala çok ilerideler. İslam düşmanı haller takınan bazı ''Evancelist'' din adamlarının propagandaları şimdilik 30-60 milyon insana ulaşıyor görünsede bunun halkın genelini teşmil edecek bir etki yapacağına inanmıyorum ben. Eğer Müslümanlar akıntıya karşı kürek çekmeyi bırakmazlarsa tabi... Kaldı ki halihazırda yaşadıkları tek sıkıntı Müslümanlar mevzuu da değil. Toplumun bir takım hastalıklı noktaları olduğu bir hakikat. Ekonomi gittikçe kötüye gidiyor. Belli bir kesim Güney Amerika kaynaklı göçmen sorununa karşı ciddi bir mücadele veriyor. Buna uzun süredir devam eden, geçen seçimlerde de belirleyici bir etken olan kürtaj ve homoseksüellik gibi bazı tartışmalı konuları da eklemek gerekiyor.

Geçenlerde Zaman Gazetesi'nde yayınlanan bir yazı (Furkan Aydıner, 12 Eylül 2007), 11 Eylül arefesinde Amerika'da İslamın neden hala yükselişte olduğunu ele alıyordu. Yalnız bu yazı bile benim yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığım hususların açık bir ispatı gibi adeta. Doğru ya! Eğer toplum bu kadar olumsuz bir değişimin kurbanı olmuş ve tahammülsüzleşmiş ise, böyle bir gelişme nasıl açıklanabilir. Bu çok derin bir paradoks oluşturmaz mı? İlgili yazıda ele alınan konular son derece doğru gözlemlere dayanıyor. Bu yazının bağlamına uyan ve bahsettiğim paradoksu açıklamaya yarayan bir kaç etken aktarayım sizlere o yazıdan: 11 Eylül arefesinde gelişen olayların bazı Müslümanların (yazıda bazı denmemiş, bu ayırım önemli) rehavetten kurtulup kendilerini anlatma ihtiyacı hissetmeleri ve bunun bazı insanları gerçek İslam ile tanıştırması; insaların öğrenme ihtiyaçlarını karşılayan bazı ''tarafsız'' eserlerin yayınlanması... Sadece bunlar değil tabi. Beyazından zencisine bir çok insan merak ettiği hususları Müslümanlara sorup öğreniyor; etraflarında Müslüman bulamayanlar ise kaynaklara (hatta Kur'an okumaya) yöneliyor. Bu olmazsa bile, bazı klise mensuplarının dahi aralarında olduğu bir kesim kendilerine samimiyetle yaklaşan Müslümanları en azından dinleme gereğini kendilerinde hissedebiliyor; bunu saygıyla karşılıyor. Kendini tam olarak kendi içine kapatmayan, propagandaların esiri olmaya direnen, özgürlük kavramına gönülden inanmış normal halk tabakalarından bahsediyoruz.

Burada sıraladığım faktörler elbette yaşanan paradoksal durumu tam olarak izaha yetmiyor. Bunu başka bir yazıda ele almak gerekir. Ancak şu bir gerçek.. Bunlar gibi gelişmeler bize, hadiselere yukarıda anlatmaya çalıştığım zaviyeden bakmak gerektiğini tekrar hatırlatıyor. Sadece Amerika değil, Avrupa'da yaşayan insanlarımız için de geçerli bu tavsiyeler. Umarım, aceleci tavırlar ile yaptığımız genellemelerin kurbanı olmaz, görmemiz gereken detayları gözden kaçırmaz ve her toplumda anlaşabileceğimiz unsurların, güzel insanların var olduğu düşüncesini aklımızdan çıkarmayız. Bizler kendi kusurlarımıza bakmaya ve çuvaldızı; kendisi de bir kuşku ve tahammülsüzlük diyarına dönüşmeye yüz tutan ülkemize ve Müslüman coğrafyamıza batırmaya devam etmeliyiz. Bizlere düşen, bu insanlara İslam'ın bir sevgi dini olduğunu gösteren projeler üretmek.

19 Eylül 2007 Çarşamba

TOPLANDILAR DA NE OLDU?

Bugün gazetelerde rektörlerin toplantısından yansıyan bazı açıklamalar ve Başbakan'ın bu açıklamalara verdiği cevap vardı. Yanılmamışım... Daha önce arzettiğim endişelerde haklı olduğum ortaya çıktı. Hatta durum tahminimden daha da kötü. Neden mi? Arzedeyim...

Ben, rektörler ve YÖK başkanı bir araya gelecekler ve yeni sivil anayasa taslağına karşı nasıl diş bileriz şeklinde görüşecekler diye düşünürken daha kapsamlı bir tepki bekliyordum. Yapacakları açıklamaların bir ''akademik ve bilimsel desteği olur herhalde'' şeklinde bir beklentim vardı. Heyhat ne gezer! Verilen tepki tamamen ideolojik sloganlardan öteye geçemiyor. Bir kısmının da altı boş, varsayımlara dayanıyor. Tepkiyi nerede ise tamamen ''türban'' konusuna indirgemişler. Ortada yeni bir anayasa taslağı var. Bir tepki verecek bunu mu buldunuz? Mesela, yeni taslak vaadettiği gibi yeterince özgürlük, eşitlik vurgusu içeriyor mu?; bunu gerçekleştirebilecek çevçeveyi sunuyor mu? Bu soruların cevabı yok onların tepkilerinde. Belki dertleri de değil bu. Varsa yoksa türban. Neymiş, yasaklanmışmış ve yeni anayasa ile serbest hale getirilemezmiş... Ortada eski Anayasa Mahkemesi kararı ve AİHM kararı varmış... Son seçimlerdeki 367 kanunsuzluğunu irtikab edebilen Yargıtay da benzer tepkiler veriyor aynı konuya. Verdikleri o eski türban kararını eski anayasadaki ''laiklik'' kavramını nasıl yanlış yorumlayarak verdiklerini hepimiz biliyoruz. Aynı çevrelerin nasıl hastalıklı bir laiklik anlayışına sahip olduklarını da... Rektörlerin açıklamalarında geçen ''laiklik'' kavramı, senin benim yada batılı akademisyenlerin veyahutta laik batılı ülkelerin anladıklarından çok farklı... Türbanı ''siyasal simge'' olarak gösterme gayretlerinin altı boş. O bize 28 Şubat mühendisliğinin hazmetmemiz üzere önümüze sunduğu bir varsayım. Zaten başlı başına ''türban'' kavramı bile yanlış bir isimlendirmeye ve yanlış bir anlayışa dayanıyor. Toktamış Ateş bir yazısında türban denilen şeyin çok farklı bir şey olduğunu; ama bunu bizim laiklere anlatamadığını haykırmıyor muydu?

Bakın Teziç neler diyor:
''Bilindiği gibi yükseköğretim kurumlarında uygulanmakta olan türban yasağı, yüksek mahkemelerin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararlarıyla oluşan bir hukuki durumdur. Bu hukuki durum ortaya çıkarken, Türk yüksek mahkemelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Atatürk ilke ve devrimleriyle oluşturduğu laik tanımı ve yorumu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından Avrupa norm ve değerleriyle de uyumlu bulunmuştur. Bu nedenle Rektörler Komitesi Anayasa'da kılık kıyafet serbestliğini öngörecek bir düzenleme yapılmasının hukuken mümkün olamayacağını bir kez daha kamuoyuna hatırlatmak sorumluluğunu duymaktadır.''

İfadeler arasında geçen; ''Türk yüksek mahkemelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Atatürk ilke ve devrimleriyle oluşturduğu laik tanımı ve yorumu'' değerlendirmesinin yanlışlığına az önce işaret ettim. Eski anayasalar laiklik ifadesine yer vermiştir belki, tanımlamıştır da; ancak tanımın uygulanacağı koşulları eksik bırakmıştır. Böyle bir anayasadan doğan yasalarda da bu eksiklik vardır ve maalesef ortadaki belirsizlikten dolayı da içi ideolojik yaklaşımlarla doldurulmuştur. Yargı ve ilgili kurumlarda yer tutmuş ve laikliği yanlış yorumlayan bir takım zevat işte böyle bir atmosfer içerisinde ''türbanı'', gene yoruma açık olan, ''siyasal simge'' kavramı ile eşitlemiş ve sakıncalı görmüşlerdir. İfadelerde adı geçen Atatürk devrimleri de aynı kesimler tarafından yanlış bir şekilde ve keyfi yorumlara maruz bırakılmaktadır. Devrim kanunlarında yasaklanan sarık, cüppe, şalvar, peçe, çarşaf gibi giyim şekilleri arasında başörtüsü yoktur; türban diye birşey hiç yoktur. Zaten türban ile başörtüsü birbirinden farklı şeylerdir. İhsan Doğramacı'nın gayretleri ile, o da halkın tepkisini çekmemek için, başörtüsü (belirsiz) türban kavramına indirgenmiş ve başörtüsü düşmanlığının üzerine bir perde çekilmiştir; kavramlarla oynama yöntemi ile.

Teziç'in ilk cümlesi de sakat. Diyor ki; Bilindiği gibi yükseköğretim kurumlarında uygulanmakta olan türban yasağı, yüksek mahkemelerin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararlarıyla oluşan bir hukuki durumdur.'' Hayır efendim, hiçte öyle değildir. Durum adı geçen mahkeme kararları ile ''oluşan hukuki bir durum'' değil, önce kanunsuz bir şeklide uygulamaya sokulan; ardından görülen lüzum üzerine adı geçen mahkeme kararları ile desteklenerek sabitlenmeye çalışılan bir durumdur. Bizim Anayasa Mahkememizin ilgili kararı hangi psikoloji ile verdiğine az önce değinmiştim. AİHM'nin psikolojisine ise Fehmi Koru Yenişafak'taki köşesinde defalarca işaret etti: Masonik bir takım ilişkilerden yani...

Teziç'in ifadelerindeki son noktalara da katılmak mümkün değil. Hatırladığım kadarı ile AİHM adı geçen kararı verirken ''Türkiye'nin şartları göz önünde bulundurularak'' şeklinde şerh koymuştu. Avrupa norm ve değerleri böyle gerektiriyor dememişti. Bizde birilerinin, halkın her demokrasi vurgusu karşısında ortaya çıkıp ''Türkiye'nin kendine özel şartları var'' demelerini hatırlarsınız. Teziç'in açıklaması toplumu iğfale yönelik anlayacağınız. Kaldı ki, bugün hala Avrupa'nın bir çok yerinde başı örtülü kızlar üniversitelerde serbestçe eğitim alabilmektedirler. Türkiye'de eğitim imkanları ellerinden alınan kızlarımızın bir kısmı soluğu ya Amerika'da ya da Avrupa'nın değişik ülkelerinde alıyorlar. Teziç bu gerçeği hangi Avrupa ''norm ve değerleri'' bağlamında açıklıyor acaba merak ediyorum doğrusu.

Toplantının ardından Teziç, ''Cumhurbaşkanlığı seçimi belirsizliği sürerken'' (Milliyet, 19 Eylül 2007) anayasanın değişmemesi gerektiğine de vurgu yapmış. Gören sanki ortada gerçekten bir belirsizlik var sanır. Hatırlarsanız eğer, seçimin ardından hemen kriz üreticisi Hürriyet gazetesinin bazı yazarları ve onların medyadaki uzantıları ortaya çıkmış ve seçime hile karıştırıldığını iddia etmişlerdi. YSK böyle bir ihtimalin olmadığını seçim raporları ile ispatlamış olsa da, aynı ekip ve belli ki onların YÖK ve üniversite uzantıları benzer şekilde düşünmeye devam ediyorlar. Yoksa, “bu bulanıklığa ihtiyaçları var” mı demeliyim?...

Rektörlerin açıklaması ile alakalı olarak Sayın Başbakan ''kendi işlerine baksınlar'' demiş. Bence çok da iyi söylemiş. Zaten kendi işlerini yapamadıkları ya da yapmak istemedikleri için böyle hadleri olmayan işler ile uğraşıyorlar. Anayasa yapma görevi meclisindir. Taslağı, henüz oluşturma aşamasında toplumun her kesimi ile paylaşarak iyi niyetlerini de göstermiş oldular. Konuyu tartışmaya açtılar. Rektörlerin tepkisi bu bağlamda tartışmaya bir katkı değil; tek amaçları meseleyi ''türban'' konusuna kilitleyerek yeni sivil anayasanın önünü tıkamak. Benim ciddi bir önerim var Anayasa yapıcılarına. Anayasanın içerisine öyle bir madde koyun ki, o maddeden ortaya çıkan yasalar rektörlere gerçek işlerinin ne olduğunu hatırlatsın. İşini yapmayanı üniversitelerimizden kapı dışarı etsin. Ancak bu şekilde ortalık zamanla aklıselim sahiplerine kalabilir; üniversitelerimiz birer ideoloji yuvası olmaktan kutulup, gerçek birer ilim yuvaları haline gelebilirler. 19 Eylül 2007

İlave: 21 Eylül 2007

Ben bu yazıyı yazdıktan bir gün sonra Zaman Gazetesinde konu ile alakalı bazı haber ve değerlendirmeler yayınlandı. Bir kısmı uzman hukukçu; hatta AİHM uzmanı kişilerin görüşlerini yansıtıyordu. Bu yazılar burada serdettiğim düşünceleri destekler mahiyette oldukları için 21 Eylül tarihli Zaman Gazetesinden şu yazıları okumanızı öneririm.

''Rektörler, AİHM kararını çarpıttı''
''Avrupa, Teziç'in tezlerini yalanlıyor''
''Sivil anayasayı doğmadan boğmaya çalışıyorlar''
''YORUM - PROF.DR. M. TAHİR HATİPOĞLU-YÖK iktidarını kaybetmemek için türbana sarıldı''
''Teziç'in hukuk diploması iptal edilmeli - Bülent Korucu''

17 Eylül 2007 Pazartesi

Rektörler Olağanüstü Toplanıyormuş!

Bugün bir gazetede bu başlığı okuduğumda zihnimden hemen bazı düşünceler akıp geçti. Acaba rektörler neden toplanıyorlardı ve bu toplanma neden ''olağanüstü'' olarak tanımlanmıştı. Zihnimi şöyle bir tarayıp bir takım izler bulmaya çalıştım henüz haberin üzerine tıklamadan. Acaba son zamanlarda ''olağanüstü'' neler olmuş olabilirdi ki rektörlerimizi bir araya getiren?

Herhalde AK Parti gene birşeyler yaptı diye geçirdim içimden. Aniden bir ''laiklik tehlikesi'' mi oluşmuştu bir yerlerde acaba? Laiklik ve Cumhuriyetin bekçileri! olan rektörlerimiz ve beraberlerindeki bir takım hocalar yeni bir cüppeli protesto mu düzenleyecekler diye düşündüm içimden. Malum; bazı üniversite hocalarının cüppeli Anıtkabir yürüyüşleri, birilerini Ata'ya şikayet merasimleri meşhurdur. Henüz yazdıkları makaleler ile meşhur olan hocalarımız ise pek yoktur. Olan bir kaç tanesi de zaten bu kalabalıkların içerisinde yoktur. Bunlardan en meşhurlarının bir tanesini çok yakınen tanıdığım ve sürekli görüştüğüm için biliyorum. Kendisi de Atatürkçüdür; ama nedense hiç hazzetmez bu cüppeli gösterilerden.

Zihnimden bu düşünceler akıp giderken birden ''hüsn-ü zan et'' dedi kalbimden gelen bir ses. Ardından hemen zihnim imdadına yetişti bu sesin ve ona inanmam için gerekli bir hadisenin detaylarını sundu önüme. Kendimi birden şüphecilik girdabından kurtulmuş ve yeni bir tahlilin eşiğinde bulmuştum artık. Doğru ya! Daha bundan bir kaç gün önce ülkemizdeki bilim faaliyetlerini çok derinden sarsabilecek, tüm bilim camiamızı ve üniversite hocalarımızı zan altında bırakabilecek, ülkemizi ve bilim adamlarımızı dünya kamuoyuna rezil edebilecek bir hadise yaşanmıştı. Okuyanlarınız hatırlamışlardır. Dünyanın en etkili ve saygın bilim dergilerinden olan Nature dergisinin duyurduğu bir haberdi bu. İddialara göre ortada, dört büyük üniversitemizden kimisi doktora öğrencisi kimisi hoca 15 kişinin isimlerinin geçtiği bir intihal (plagiarism) skandalı var idi. Skandalda ismi geçen üniversitelerimiz şunlar: ÖDTÜ, Mersin Üniversitesi, 18 Mart Üniversitesi ve Dicle Üniversitesi. Derginin bildirdiğine göre belirttiğim sayıda fizikçimizin yayınladıkları yaklaşık yetmişe yakın yayında intihal bulgularına rastlanmış. Beni bu gelişmeden, hem de gazetelere yansımadan çok önce Onur isminde, kendisini fizik alanında çok iyi yetiştirmiş değerli bir arkadaşım haberdar etmişti. Bilmeyenleriniz olabilir. Dünya üzerindeki fizikçilerin makalelerini gönderip yayınladıkları arXiv isimli bir sunucu var. Buraya konulan yayınlar öyle ciddi bir hakemli değerlendirmeye (peer-review) tabi tutulmuyor. Buraya yayınlarını koyan fizikçilerin amacı makaleleri ile alakalı eleştiri (ilmi nitelendirme ile; geri-dönüt) almak ve diğer fizikçilerin bu makalelere atıfta bulunmalarını sağlayarak yazılarının ciddiye alınırlık ihtimalini artırmak. Nature dergisinin haberine göre Türkiye'den duyarlı ve dikkatli bir bilim adamımız bu grubun içerisinde yer alan ve iki yılda 40'a yakın yayın yapan kendi doktora öğrencisinden yola çıkarak bu haberlerin ilk fitilini ateşliyor. Dergide alıntılandığına göre bu hocamız, öğrencisinin girdiği doktora yeterlilik sınavında en basit Newton mekaniği sorularına bile yeterli cevap alamayınca Einstein'ın rölativite teorileri ile alakalı olduğu anlaşılan konularda nasıl kırka yakın çok ciddi makale yazabildiğini merak ediyor ve Google üzerinde basit bir araştırma yaparak adı geçen sunucuda benzer çalışmalar olduğunu farkediyor. Ardından, adı geçen sunucunun yöneticisi olan Dr. Ginsparg ile iletişim kuruyor. Yapılan tahkikler ortaya daha geniş bir intihal olduğu ihtimalini çıkarıyor ve yetmişe yakın makale bu sunucudan hemen çıkarılıyor. Bu henüz bir iddia olsada kendim de bir akademisyen olduğum için olayın ortaya çıkarılış biçimi bana bunun doğru olabileceğini düşündürüyor. Benzer yöntemlerle bizler de öğrencilerimizin yaptıkları intihal olaylarını ortaya çıkarıyoruz çünkü. Hadisenin kendisinden meselenin özüne gelelim şimdi. Fizikçi arkadaşımın belirttiğine göre olayın Nature dergisinde duyurulmuş olması ülkemiz için çok olumsuz olabilecek bir gelişme. Zira, bu dergi sadece fizikçilerin değil bir çok daldan bilim adamının takip ettiği bir dergi ve bir çok alanda en itibarlı dergi olarak kabul ediliyor. Oluşabilecek olumsuz bir imaj bundan sonra Türk akademisyenlerin bilim dergilerine gönderdikleri yayınların çok daha dikkatli bir değerlendirme sürecinden geçirilmesi ihtimalini doğurabilir. Amerika'daki neredeyse her üniversitenin üyesi olduğu Chronicle dergisi de duyurdu bu haberi okurlarına. Haberi duymayan dergi editörü kaldığını sanmıyorum. Dergiler, isimlerinin böyle bir skandal ile anılmasını hiç istemezler. Zira böyle bir haber onların ilim çevrelerindeki saygınlıklarına çok ciddi zarar verir. O nedenle de, fizikçi arkadaşımın görüşüne göre, bir Türk bilimadamının göndereceği bir çalışmada biraz belirsizlik gören bir dergi risk almak istemeyip çalışmayı daha başından reddetme yolunu tercih edebilir. Bu sadece bir ihtimal tabiki. Konuyu soracağınız bir çok akademisyen bunun olmayacağı yönünde görüş bildirebilir size. Ben eğitimci bir akademisyenim. Bundan yaklaşık bir sene evvel kendi alanımdan üç büyük derginin editörleri ile yaptığım bir görüşme sırasında bir gerçeği öğrenmiştim kendilerinden: O da, editörler arasında bir iletişimin olabileceği gerçeği idi. Editörlerden bir tanesi bir yazarın yazısında gördüğü bir intihal olayını (yazıyı reddettikten sonra) diğer dergilerin editörlerini de arayarak rapor ettiğini söylemişti. Uzun lafın kısası, bu tür hadiseler sadece isimleri intihal olaylarına karışanları değil adı geçen ülkenin tüm bilim adamlarını töhmet altında bırakabilecek, yayın yapmalarını zorlaştırabilecek etkilere sahip olabilir. Her şey yolunda gider ve tamamen bağımsız bir olay olarak ta kalabilirler.

Fakat olayın ülkemizdeki rektörlere bakan çok ciddi bir yönü var. On beş akademisyenin ve dört büyük üniversitemizin isimleri ciddi bir skandala karışmış. Bu üniversitelerimizin ve belki de tüm akademik camiamızın ciddi bir töhmet altında kalmaları ihtimali var. Üniversite rektörlerimiz ve YÖK bu konuyu çok ciddiye almalı elbette. İşte bu düşünceler zihnimden akıp giderken bu şekilde hüsn-ü zan yapmaya çalışıyordum ben. Ortada çok ciddi bir skandal vardı. Elbette! rektörlerimizin böyle ''olağanüstü'' bir şekilde toplantıya çağrılmalarının nedeni kesin bu olmalıydı diye geçirdim içimden. Herhalde bu tür olayların bir daha yaşanmaması için bir araya gelecekler ve uzun vadeli stratejiler belirleyeceklerdi. Bu onların en temel vazifesiydi...

Bu düşünce ile içim birden rahatlamış, artık ilgili haberin üzerine tıklamanın zamanının geldiğini düşünmüştüm. Tıkladım... Bir de ne göreyim? Meğer rektörlerimiz yeni hazırlanan anayasa ile alakalı apar topar toplanacaklarmış. Az önce ki rahatlamış bulunan halet-i ruhiyem tekrar eski dengesizlik noktasına döndü; hüsn-ü zan ve şüphe koridorlarında bir sağa bir sola gidip gelmeye başladı. Düşüncelerim zihnimin şüphe duvarına çarptıkça herhalde yeni ''sivil anayasaya'' dönük ''nasıl tepki verebiliriz'' tandanslı bir politika belirleyecekler diye düşündüm. Acaba bu toplantıdan ''laikliği kaptırmayız!'' motifli yeni bir cüppeli protesto mu çıkacak diye düşünmeye başladım. Zihnim arada bir hüsn-ü zan duvarına da çarpıyordu tabi. O durumda da, acaba toplanıp ''üniversitelerimizdeki hukukçularımız ilgili anayasa metnini bilimsel bir gözle değerlendirip rapor yayınlasınlar'' mı diyecekler diye düşünüyordum. Ortalıkta yeni ''sivil anayasa'' yı bilimsel ve samimi bir tavırla değil de kendi ideolojileri zaviyesinden yere vuran bir takım kişilerin varlığını hatırlayınca bu hüsn-ü zannımı bile ayrı bir şüphecilik örtüsü kapladı. Daha dün Meclis Başkanımız çıkıp ''bu Meclis anayasa yapar'' demiş bunu yapmak için illa ki kurucu meclis olmak gerekmediğini söylemişti. Demek ki birileri böyle yaklaşabiliyorlardı meseleye. Oysa, Cumhuriyetimizin ilk kurulduğu zamanki meclis dışında hiç bir meclisimiz ''kurucu meclis'' olmadığı halde... ortada sadece darbelerin oluşturduğu anayasalarımız mevcutken. Demek ki bir kesim o darbeci zihniyetleri ''kurucu'' olarak görüyomuş bu ülkede senelerce. Bu yeni düşünce atmosferinde artık tüm hüsn-ü zannım kaybolmuştu. Şüphe, zihnimin tüm köşelerine hakim olmuştu artık. Yok yok dedim içimden. ''Bunlar kesin 'sivil anayasaya' karşı nasıl diş bileriz konusunu görüşecekler.'' 17 Eylül 2007

11 Eylül 2007 Salı

MEDYAMIZIN BULAŞICI HASTALIĞI!


Şimdiye kadar analiz teleskobumu hep; Hürriyet-Milliyet gibi bazı yayın organlarımızda sergilenen garabet örneklerine çevirmiş, oralarda yoğun bir şekilde yaşanan düşünce erozyonlarına ve kısır mantık yürütmelerine işaret etmiştim. Genel olarak bu talihsizliklerin kurbanı olan çevreler dini çevreler olduğu için de; o kesimlerin mantık avukatlığına bürünen bir kaç yazı kaleme almıştım. Astronomi ile ilgilenenler bilirler: Bir yıldızın ya da galaktik sistemin özellikleri üzerine yoğunlaşan bir araştırmacı, teleskobunu, incelediği nesnenin koordinatlarına sabitler ve her gelişmeyi kaydeder. Ülkemizde düşünce heyelanının en çok yaşandığı yerler mezkur bazı yayın kuruluşları olduğu için, ben de öyle yapıyordum.
Ne var ki, geçen gün Yenişafak'ta okuduğum bir yazı, teleskobun yönünü başka bir yöne çevirmemi gerektirdi. Birtakım ışınlara duyarlı olarak çalışan teleskoplar gibi; ''düşünce kayması ve bozuk niyet sendromu'' duyarlı analiz teleskobum bana farklı bir uyarı vermişti çünkü.

Hassasiyetim, şimdiye kadar dini medyanın belirli konularda çok daha dikkatli ve duyarlı hareket ettiğini düşünmüş ve gözlemlemiş olmamdan kaynaklanıyor. Herhalde biraz fazla kredi vermiş olmalıyım ki, Yenişafak'tan Fikri Akyüz'ün yazısı (10 Eylül 2007) bana bir uyarı oldu adeta ve beni bu yazıyı yazmaya teşvik etti. Objektif olmak lazım. İnsanları yanlış ve gereksiz mantık oyunlarının kurbanı haline getirebilecek her duruma karşı, nereden gelirse gelsin, hassas olmak gerekir. Ele alacağım yazı da, bu zaviyeden bakılması gereken bir yazı.

İsterseniz hemen konuya geçelim ...

Sayın Akyüz'ün yazısının başlığına göz attığınızda yazının ana temasının Mümtazer Türköne olduğu anlaşılıyor. Bildiğiniz gibi Türköne, Zaman Gazetesi'nde yazan değerli, yetenekli bir yazar. ''Ilımlı İslam'' kavramı ile alakalı olarak yazdığı bir yazıyı daha önceden adres göstermiş, gayet isabetli bulduğum bazı alıntılarına da yer vermiştim. İtiraf etmeliyim ki, Akyüz'ün yazısının başlığı olan ''Mümtazer Türköne Kimdir?'' ifadesini okuduğumda aklıma düşen ilk iki düşünce şunlar oldu: (a) Entellektüel kimliğine ait bir övgü yazısı, (b) Henüz yeni milletvekili olmuş olan Özlem Türköne hanımefendi'nin eşi olması etrafında yapılan bir değerlendirme.

Yazının takip eden paragraflarını okurken yüzümün kızardığını itiraf etmeliyim. Yazının beni mahçup eden; sanki Yenişafak sütunlarında Fatih Altaylı okuyormuşum hissi veren ayrıntılarına göz atarak devam edelim.

Yazı, mantık derslerinde önerme kurma kısmında kullanılabilecek örneklerle dolu. Hatta yazının başlıkla alakasız olan kısımları dışındaki, neredeyse, tüm bölümleri bir önerme kurma tekniği ile yazılmış. Örneklere geçmeden önce ufak bir altyapı çalışması yapalım. Böylece kastettiğim mana daha iyi anlaşılabilir. Ufak bir mantık dersi ile başlıyoruz.

Önermeler (proposition) bildiğiniz gibi, hüküm bildiren doğru ya da yanlış ifadelerdir. Bir konusu (öznesi) ve sıfatı (iddiası) vardır. ''Ali yalancıdır'' dediğinizde Ali, önermenizin öznesi; yalancı da iddiası olur. Bu ya doğru ya da yanlış bir hükümdür. ''Elma üçgendir'' cümlesi de bir önermedir; ama yanlıştır. İşte bu noktada ''mantık'' dersinin sınırlarından çıkıp matematiğin sınırlarına geçiş yapalım. Bir önermeyi eğer ispatlayabiliyorsanız buna ''teorem'' denir. İleride başka teoremleri ispat etmeniz gerekirse eski teoremlerden ilgili olanlarını seçersiniz. Bu seçilen teoremlerin işaret ettiği önermeler artık ispatlamaya çalıştığınız yeni teoremin ''aksiyomları'' olarak adlandırılırlar ve bu aksiyomlar, Matematikçiler açısından, kanıtlanmasına gerek duyulmayan ilkeler olarak görev yaparlar. Şimdi mantık ve matematik arasında gidip geleceğiz.

Farklı önermeler kullanarak yeni bir ilişki tanımlayabilirsiniz. Mesela; Ahmet yalancıdır, Ahmet ile Mehmet arkadaştır, böylece Mehmet de yalancıdır şeklinde bir birleşik önerme kurabilirsiniz pekala. Bu örneği belirsiz bir takım ''açık önermeler'' ile de desteklemek mümkün. ''İnsanlar yalancıdır'' cümlesi söz gelimi... Her insan mı yalancıdır?; yoksa bazı insanlar mı yalancıdır? şeklinde bir belirsizlik kafanıza üşüşebilir bu ifadeyi okuduğunuzda. İlk verdiğim; Ahmet'in yalancılığı-Mehmet'in onun arkadaşı oluşu-böylece Mehmet'in de yalancı olduğu şeklindeki önermeler arası ilişki örgüsü elbette yanlıştır ve mantıksızdır. Matematiksel anlamda bakıldığında; ''bu yüzden Mehmet de yalancıdır'' önermesi, kendisinden önce gelen ve onu açıklamak için kullanılan aksiyomlar (doğru olduğu kabul edilen; yani Ahmet'in yalancı olması ve Mehmet'in onun arkadaşı olması) doğru olsa bile, kabul edilemeyecek olan bir çıkarım, bir iddiadır. Bu; realite ve rasyonalite planında kabul edilemez bir hüküm, ahlak kuramları açısından bir yetersizlik, dini bağlamda ise düpedüz bir gıybet, bir su-i zan irtikabıdır.

Şimdi gelelim yazıya...

Bahsettiğim yazının kullanılan başlık ile akalı olan çok az kısmı dışındaki noktalar çıkarıldığında, elimizde birbirinden bağımzsız, genel bir bağlama (context, konteks) oturmayan bir takım alıntılar kalıyor ve bunlar, tahmin edebileceğiniz gibi, yukarıda anlattıklarıma çok uygun birer örnek teşkil ediyorlar. Şimdi yapacağım alıntıları az evvel arzettiğim çerçeveye göre formüle edeceğim. Meseleye o zaviyeden bakacağız. Bahsettiğim gibi bu alıntılar yazı içerisinde her hangi bir bağlama oturmadıkları için, onları burada alıntıladığımda; onları genel bağlamlarından kopartmamış oluyorum. Merak edenler ilgili yazıyı incelerse ne demek istediğimi anlayacaklardır.

Bahsettiğim gibi şimdi yazıdan yapacağım alıntıları şeklen değiştirerek (ama anlamlarını koruyarak) kurulan ilişkiler açısından dikkatlerinize sunup, özetleyeceğim. Bunları önermeler şeklinde ifade etmek ve yukarıda arzettiğim ilişkiler açısından değerlendirmek okuyucuya düşüyor.

''AKP milletvekili Özlem Türköne, Mümtazer Türköne'nin eşidir.''

''Bayan Türköne, Okan Bayülgen ile tartışınca Bay Türköne; yanımda olsa onu (Bayülgen) döverdim demiştir.''

''Bunun üzerine Bay Türköne'nin eski eşi ortaya çıkıp beni döverdi demiştir.''

''Bazı gazeteler bu dövme olayına şöyle bir kanıt bulmuştur: Bay Türköne Çatlı'nın arkadaşıdır.'' (Gülme molası...)

''Çünkü 78 senesinde yapılan bir 'Ülkücü' kongrede her ikisi de aynı sıradan listeye girmiştir.''

''Çatlı ismi zaten malumdur.''

''Gazeteler şimdi AKP ile Çatlı arasındaki ilişkiyi yazacaklardır; çünkü Çatlı, Türköne'nin 'arkadaşı'dır. AKP milletvekili Özlem Türköne de Mümtazer Türköne'nin eşidir.'' Yani böylece AKP ile Çatlı arasındaki ilişki ortaya çıkıyor!.

Burada bitti sanıyorsunuz değil mi? Yanıldınız! Bakın gazeteler bu ilişki ağından yola çıkarak daha hangi çıkarsamaları yapabilirlermiş.

''Belki de Çatlı ile Fethullah Gülen arasındaki bağlantı ortaya çıkacaktır.''

''Çünkü Bayan Türköne, Abdullah Gül'e oy vermiştir. Gülen ise Gül seçilince tebrik mesajı yayınlamıştır. Mümtazer Türköne ise Zaman Gazetesi'nde yazmaktadır.'' Yani bu nedenle (bir önceki Türköne-Çatlı ilişkisinden dolayı) Gülen ile Çatlı arasında bir ilişkinin varlığı gösterilebilir!...

Sanırım bu alıntıları okuyunca nasıl bir durum ile karşı karşıya olduğumuzu; yazıya neden sıkıcı 'bir 'mantık'' dersi ile giriş yaptığımı anlamışşınızdır. Bir yazının içerisine sıkıştırılmış bu önermeler ağını ve aralarındaki garip ilişki örgüsünü bu yolla göstermek; bir mantıksızlık nüshasını müşahadelerinize sunmak istedim.

Buradan genel daireye geçelim... Basınımızda ciddi bir temelsiz düşünce salgını var ve bu bulaşıcı. Salgın'ın ne zaman hangi yazarı vuracağı belli değil. Sanırım akl-ı selim, itidal ve hoşgörü kültürüne bağlı kalmaya çalışmak en etkili korunma aracı bu salgından. Akıllı olmak yetmiyor. Hastalığa maruz kalan insanların çoğu akıllı insanlar. Hastalık kalpten vurmaya başlıyor, sonra zihinlere sirayet ediyor. Hırs, öfke ve çekememezlik duyguları salgına davetiye çıkarıyor. Akyüz'ün yazısının giriş bölümleri bana bunu düşündürüyor. Zira yazı, gereksiz yere, önce Türköne'yi yerme ve ''aydın'' olma yönünü aşağılama şeklinde başlıyor. Bir nedenle ona kızgın olduğu hissediliyor. Belliki, bazı okurlarının Türköne'yi ''adam gibi aydın'' şeklinde taltif etmesine de içerlemiş görünüyor. Yazıdan öğrendiğimize göre; ''
küçük adamların 'büyük yazar' olarak kabul edilmesi'', onun bu şekilde ''kişilerle uğraşmasında'' etkili oluyormuş. Kendisi endişe etmemeli...

Yazıda her ne kadar, Türköne'nin neden ''aydın'' olarak kabul edilemeyeğine dair analizler göremesek te (eski karısını dövmüş! olmasından başka), şunu ifade ederek bitireyim. Kişilerin ''aydın'' kimliği altında serdettikleri görüş ve düşünceleri eleştirmek gayet normal bir yaklaşımdır. Fakat, mezkur yazıdaki gibi, Hürriyet gazeteciliği yapıp, temelsiz bazı mantıksal çıkarımlarla, köşe başlarında insanların zamanını çalmak ''kalemi kuvvetli'' (aynı yazıdan; bazı okurları kendisini böyle taltif ediyormuş) yazarlara yakışmıyor. Zira, kalemi kuvvetli olmak başkadır; akl-ı selim sahibi, hakikatli bir yazar olmak başkadır. Kalemi kuvvetli olan niceleri vardır ki; bugün kitleleri nefret ve bölücülük girdabının içine çekmektedirler yazıları ile. Gerçek kuvvet, kendisini öfkede değil; tevazu ve mahviyette gösterir. Kuvvetli bir kalem bunlardan hangisini mürekkep olarak kullanırsa onu akıtır gönül ve zihin defterlerimize. Yenişafak'a hiç yakışmayan bir yazı olmuş vesselam. 11 Eylül 2007

5 Eylül 2007 Çarşamba

Amerika'ya Nihayet Yelken Açıyoruz!

Bu sitede, yaklaşık iki aydır, hep Türkiye ile alakalı değerlendirmeler yazıyorum. Yazdığım yazılarda; Türkiye'de gelişen bazı hadiselere, zahiri görünümlerinden ziyade, batıni 'niyetler' açısından bakmaya çalıştığımı ve sürekli olarak bir ''kavramlar savaşı''na dikkat çektiğimi farketmişsinizdir. Zaman'dan Nedim Hazar'ın ''Anlam Avcıları'' benim ise ''Kavram Savaşçıları'' olarak nitelendirdiğimiz bir kesim var ortada ve bu kesimin en önemli üssü şüphesiz ki Amerika. Uzun süredir buralarda yaşamış, bu ülkenin akademik ortamlarının koridorlarında günlük ve siyasi hadiselerin havasını teneffüs etmiş bir kişi olarak, Amerika'ya ait değerlendirmeler yazmamak olmaz. Bunu uzun bir süredir yapmayı istiyordum. Bu gelecek nesillere karşı olan bir sorumluluk aynı zamanda. Bundan belki 30-40 sene sonraki nesiller, dedelerinin bu dönemlere ait gözlemlerini merak edecekler, onların tecrübelerini okumak isteyeceklerdir. Halihazırda Amerika'da elle tutulur bir Türk nesli de olmadığı için, bu sorumluluk benim gibi akademisyenlik yapmak için buralara gelmiş kişilere düşmektedir. Şu sıralar Amerika'da bir kesim yeni bir ''kavramlar savaşının'' altını ısıtmaya, farklı bir fikri cephenin kapılarını aralamaya çalışıyor. Bu yeni stratejiyi daha şimdiden ''İslamo-faşizm'' olarak duymaya ve okumaya başladınız. Bu kavramla paralel olarak gelişen ''Ilımlı İslam'' konusuna zaten Türkiye'de yaşanan tartışmalardan dolayı aşinasınız. Bir yazımda bu kavramı ben de ele almıştım. Şu an dikkatimi bu yeni, ''İslamo-faşizm'' konusuna çevirmeye çalışıyorum. İnşallah kısa bir süre sonra bu konudaki değerlendirmelerimi buraya koyabilir, böylece hep yazmayı düşündüğüm 'Amerika Analizleri' konulu yazılarımı sizlerle paylaşmaya başlayabilirim. Türkiye'deki gelişmeler ile alakalı değerlendirmelerime de devam edeceğim. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere... Sağlıcakla kalın... 5 Eylül 2007

4 Eylül 2007 Salı

''Takke düştü, kel göründü''


Tamer Korkmaz, ''İlhan Selçuk'un karnı ağrıyor: Neden acaba?'' diye soruyordu son yazılarından birinde. Yazının devamında bu karın ağrısının belirtilerini de veriyor Tamer Bey. Belli ki, İlhan Selçuk'un ''Ilımlı İslam'' tabirini sıklıkla kullanma yönünde gösterdiği iştah ve Abdullah Gül'ün isminden yeni bir kafiye üretme telaşı onu isyan ettirmişe benziyor. Ayrıca Selçuk'un, AKP'yi Amerikan çıkarlarına hizmet etmekle suçluyor olması da buna tuz biber ekiyor olmalı.

Daha evvel, Mümtazer Türköne'nin ''Ilımlı İslam'' başlıklı bir yazısını referans alarak mezkur kavramın altının ne kadar boş olduğunu ele almış; bu kavramı Türkiye'de ısrarla kullanmaya devam edenlerin ne yapmaya çalıştıklarını izaha çalışmıştım. O faslı ilgili yazılara havale edip devam edelim. Yazılarımda sürekli olarak bir ''kavramlar savaşından'' bahsettiğimi hatırlıyorsunuz. Belirli bir kesimin sürekli olarak yeni kavramlar oluşturma cehd ve gayreti içerisinde olduğundan bahsetmiş; veyahutta mevcut bazı kavramları değişime tabi tutarak yada onların altlarını boşaltarak yeni yeni cepheler açma telaşına kapıldıklarından söz etmiş; bu panik atmosferinin nedenlerine değinmiştim.

Tüm bu değerlendirmelere rağmen, aynı kesimin bir ''kafiye savaşı'' başlatacağını ise hiç tahmin edemedim. Her ihtimali deneme çaresizliğine kapılmışlar anlayacağınız. İçine düştükleri endişe ve panik çukurunun dibi ne zaman görünecek belli değil. Zira derinlik arttıkça tartışılan argümanların düzeyi de düşüyor. Selçuk'un, Abdullah Gül'ün ismini ''ABD'ullah'' olarak yazıyor olmasından (Tamer Korkmaz, Zaman 24 Ağustos 2007) bahsediyorum. Selçuk, Cumhuriyetteki yazısında (28 Ağustos 2007) bunu her ne kadar kendisi dışında gelişen bir 'eğilim', bir 'hakikat!' olarak sunmaya çalışsada, niyetini saklayamadığı da bir gerçek. Şu ifadelere bakın: ''
Son günlerde Gül'ün adını 'Abdullah' diye değil, 'ABDullah' biçiminde yazan kalemler çoğaldıkça çoğaldı... Cumhurbaşkanı adayının isminin başındaki üç harfin büyük harfle vurgulanması ne anlama geliyor?..'' Hemen söyleyeyim; hiç bir anlama gelmiyor (aşağıda çocuklara hitaben yazdığım bir paragraf var, ona bakabilirsiniz). Bizim ''oligarşi'' uzun süredir genelde bu ülkenin dindarlarını, özelde ise AK Parti camiasını Amerika'ya hizmet etmekle suçluyor. Gül'ün isminin içerisinde ''ABD'' kökünün olması ve bunun büyük harf ile yazıldığında Amerika'yı çağrıştırması, işte bu nedenle bu kesimlerin elinde oyuncak haline gelebiliyor. Bunları yazarken, bir çocuk dergisine eğitici bir yazı yazıyormuş hissinden kendimi kurtaramıyorum. Ancak ''kriz avcılarımız''ın içine düştükleri hal-i pür melal'i de tahlil etmek lazım geliyor bir şekilde. '''ABD'' şeklindeki gösterim ile, Abdullah Gül'ün Amerikan çıkarlarına hizmet edeceği için Cumhurbaşkanlığı makamına getirildiği imajını oluşturmaya çalışan yazarların entellektüel düzeyleri işte bu. Tamer Korkmaz'ı çileden çıkaran ise, bu düzeysizlikten ziyade; bu nitelendirmeyi yapanların bu ülkede yıllarca Amerika'ya bizzat kendilerinin hizmet etmiş olmaları gerçeğidir. İşte bu nedenle Korkmaz, İlhan Selçuk'un ''cuntacılık'' dönemlerinde ''Gizli bir İktidar''ın dümen suyunda nasıl yelken açtığını bizlere hatırlatıyor. Bu darbe ve cuntacılık dönemlerinin Amerika tarafından nasıl koordine edildiği şimdiye kadar bir çok kez ispatlandı üstelik. Ortada, yapılmış itiraflar; kayıtlara geçmiş eylemler, beyanlar var.

Gerçeğin tüm çıplaklığına rağmen, Selçuk'un hala ortalıkta anti-Amerikancı bir görünüm sergilemeye çalışması bazı kalemleri rahatsız ediyor haklı olarak. Daha bundan bir kaç ay evvel, aynı Selçuk'un ''Bush gel birşeyler yap'' dediğini de hatırlıyorsunuzdur, AKP'nin yükselen grafiği karşısında... İşte bu nedenle Korkmaz, bir adım daha atıyor ve (aslında daha önceki yazılarında da bunun altını çizmişti) Selçuk'un aslında ''Amerikancı Gizli İktidar egemenliğini yitirdiği için rahatsızlık duyduğunu ve bu nedenle kendisinin ''bunalıma'' girdiğini belirtiyor. Diğer taraftan Selçuk ise hala; ABD'nin BOP planının ''tıkır tıkır işlediğini'' ve ''iktidardan sonra devletin de Amerikan desteği ve tasarımıyla pek demokratik bir biçimde dincilerin eline geçtiğini'' iddia edebiliyor. Oysa her kez biliyor ki, ABD'nin BOP planı gerçekte Neo-Con tasarımlı bir plandır ve AKP seçmenini ve gerçek dindar kesimleri denklemin eksi ile belirtilen kısmının arkasına koyar. Yani sonuca katkı yapan değil de ondan eksilten, istenmeyen bir değişkeni ifade eder. Sadece tek bir hatırlatma ile bu faslı geçelim. Hatırlarsınız; AK Parti kontrolündeki meclis, Amerika'nın Türkiye'yi üs olarak kullanma planına red oyu vermişti ve aynı kesimler bu sefer ''işte en önemli müttefikimizi kaybettik'', ''bundan sonra Amerika bizi yalnız bırakırsa sonuçları kötü olur'' yaygaları koparıyorlardı. Nereden nereye...

Şimdiki paragrafı yeri geldiği için; bu sefer gerçekten çocuklar bir şeyler öğrensin mülahazasıyla, yazıyorum. Büyüklere de latife olsun. Abdullah ismindeki 'abd' kökü, malum, kul anlamına gelir. Aslen, ''Allah'ın kulu'' anlamına geliyor. Bunu ''ABD'ullah'' olarak yazdığınızda ise ifade Gül'ü çağrıştıran hiç bir anlam taşımıyor. Ya, ''Tanrı'nın Amerikası'' anlamına geliyor. Tanrı kelimesini özellikle seçtim. Peki bizim Neo-Con güdümlü yazarlarımızın kullandığı bu tamlamanın gerçek bir karşılığı var mı sizce? Var elbette. Amerika'da konservatif (tutucu-muhafazakar) çevre dışından insanlar arasında bile çok meşhur olan bir söylem ve kabul vardır. O da; Amerikanın, Tanrı'nın kendisine misyon biçtiği, önünü açtığı bir ülke olduğu düşüncesidir. Bazı Amerika'lıların ülke dışında üstlendiği misyonları ve gerçekleştirdiği eylemleri bu zaviyeden değerlendirmesi çok görünen bir hadisedir. Bizim bazı yazarlarımız bu ifadeyi kullanırken, farkında olmadan! nasıl bir anlam girdabının içine düştüklerini farketmiyorlar. Bunu burada dile getireyim ki; belki bilinçlenirler ve bu ifadeyi kullanmaktan vazgeçerler. Hani anti-Amerikancı takılıyorlar ya!, ''ondan dolayı şeyettim...''

Hazır İlhan Selçuk'tan söz açılmışken bir hususa daha değineyim. Hatırlarsınız! Seçim öncesi dönemde bir CHP-MHP düetine şahit olmuştuk. Bir çok kişi bu yakınlaşmanın perde arkasını iyi okumuş, okurları ile de paylaşmıştı. Bu gelişme ile alaklı ben de şöyle yazmıştım: ''Eğer her iki taraf da samimi ise bu çok güzel bir gelişme tabiki. Ancak benim bu yakınlaşmanın niteliği konusunda ciddi endişelerim var. Birileri, siyaset arenasında bazı dengelerin değişmesinden ürktüğü için panik havası içinde hareket ediyor ve bu gayretleri bazen sergiledikleri garip ama komik söz ve uygulamalarında kendisini hissetiriyor.'' İşte olanlar oldu ve MHP ile yakınlaşma konusunda kendisine kızan solcuları dahi ''dönek solcu'' olmakla suçlayan Selçuk sonunda çark etti. Hani bir söz vardır: ''Takke düştü, kel göründü'' diye. Selçuk'un son söylemi bu söze çok iyi oturuyor. MHP'nin demokratik bir tavır sergileyip, meclisteki Cumhurbaşkanlığı seçimine iştirak etmesi karşısında bakın ne diyor Selçuk: ''Çankaya'yı AKP'ye teslim edecek parti, ülkenin birliği ve bütünlüğü uğruna şehit olanların ailelerine, vatanseverlere, yurtseverlere bu tutumunu nasıl açıklayacak?.. MHP eğer Cumhurbaşkanı seçiminde AKP kuyrukçuluğu yaparsa, bundan böyle milliyetçiliği ağzına almasın!.. Gül'ü Çankaya'ya oturtacak bir MHP'nin bundan böyle şehitler konusunda söyleyeceği her söz, içi boş siyasal edebiyattan gayrı bir içerik taşımayacaktır...'' (Cumhuriyet, 28 Ağustos 2007). Değerlendirmeme, Selçuk'un aynı yazısını noktaladığı ifade ile devam ettireyim: ''Haydi canım sen de!...'' Sizlerin de, bu suçlamaları ilk okuduğunuzda benzer bir tepki verdiğinizden eminim. İfadelerde sözü edilen ''milliyetçilik'' ve ''şehitlik'' kavramlarının meclisteki seçime katılmak ile birlikte anılabilmesi, tam da Selçuk'a yakışan bir illüzyon örneği. Bir kere, MHP'nin milliyetçiliğinin ''şehitler'' ile özdeşleştirilmesi, bazı ülkücülerin bile içine düştüğü, başlı başına bir yalnışlık. Buna bir de, Gül'ün seçilmesi hadisesinin bulaştırılmaya çalışılması tam bir art niyet örneği. Selçuk'un kurduğu cümleler şu anlama geliyor: Sanki Abdullah Gül bir terörist ve AKP de terörizmi destekleyen bir parti. O yüzden ''milliyetçi'' MHP'nin  mecliste oy kullanması bu ''şehit'' katillerini desteklemek oluyor. Bu nedenle de MHP şehit ailelerinin yüzüne bakamaz havası estiriyor Selçuk. Ben söyledim oldu türünden, akla ziyan bir tavır daha anlayacağınız. Neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Ben bir yazarın, entellektüel anlamda, bu kadar düşük bir düzeyde dolaşacağını pek düşünemiyorum. Olayı, 'art niyet illüzyonu'' olarak tanımlamaktan başka da elimden birşey gelmiyor. Kavram benden, altını doldurması Selçuk'tan... 4 Eylül 2007