24 Aralık 2008 Çarşamba

BİR PROFESÖR'ÜN AKADEMİK İNTİHARI

Bu yazı 25 Aralık 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Prof. Dr. Binnaz Toprak ile ilk olarak Florida Üniversitesi’nde düzenlenen bir toplantı vesilesi ile tanışmıştım. Sanırım 2005 yılının bir sonbahar ayı idi. Bahsettiğim o toplantıdan kısa bir süre önce samimi oduğum Bosnalı bir bayan profesörden davet mektubu almıştım. Sanırım Binnaz Hanım bu bayan ile öğrencilik yıllarında aynı odayı paylaşmışlar ve o gün bugündür samimiyetlerini hiç kaybetmemişler. Bu bayan mesajında ‘’Boğaziçi Üniversitesi’nden çok samimi bir arkadaşımı davet ettim. Türkiye’de İslam ve Demokrasi konusunda konuşacak, sen de gel’’ demişti bana. Bu davete icabet edince, 10-15 kişilik ufak bir grup ile birlikte samimi bir atmosferde tanışmış olduk Binnaz Hanımla.

Hakkında edindiğim ilk izlenim olumlu idi. Görüşleri her ne kadar ‘laik’ gündemin tesiri altında kaldığını göstersede genel olarak objektif idi. Daha sonra takip ettiğim bir kaç çalışması da genel hatları ile objektifti denilebilir.

Takip etmişsinizdir. Ülkemiz son günlerde Binnaz Hanım’ın da isminin karıştığı tartışmalı bir çalışma ile çalkalanıyor. Bazı gazetecilerin de katılımı ile gerçekleşen bu çalışmanın, ‘’faaliyetleri tartışmalı’’ Soros Vakfı tarafından desteklendiğini Ali Bulaç Bey’in Zaman’daki yazısından öğrendim (Zaman, 22 Aralık 2008) geçenlerde. Bildiğiniz gibi eski Sovyet bloku ülkelerinden bazılarında gerçekleşen ‘kadife’ devrimlerin ve ayaklanmaların ardındaki finansör de yine aynı vakıftı.

Uzmanlık alanım bilimsel çalışmalarda ölçme ve değerlendirme olduğu halde, bu yazıda mezkur çalışmanın yöntemi ve ‘’bilimselliği’’ konularına değinmeyeceğim. Zira çalışmanın bu yönlerinin ne kadar hatarlı ve kusurlu olduğu medyanın bir çok kalemi tarafından dile getirildi. Bu bağlamda aynı tezleri dile getirmek ancak malum-u ilam olur.

Raporun kamuoyu tarafından sert bir dille eleştirilen iki yönünden birisi bilimsel yoksunluğu iken diğer yönü de niteliği ve maksadı idi. Ben bu yönde yazılan yazılara bir katkıda bulunacağım.

Ülkemizde ciddi bir Alevi-Sünni çatışması çıkarılmak istendiği böyle bir dönemde marjinal bazı solcu, Kemalist ve Alevi derneklere gidip yanlı bir takım sorular sormak suretiyle önemli bir dini cemaati hedef göstermek hangi amaca hizmet eder? Ülkemizde bir çok şey gibi Alevi-Sünni ilişkileri de olumlu yönde gelişmeler gösteriyor. Belli çevrelerin Ergenekon soruşturması süreci ile yara aldığı bu kritik dönemde sorunların çözümü yönünde atılan adımlar hız kazandı. Yaşanan gelişmelere Alevi kardeşlerimizin geneli sıcak bakıyor. Gelişmelerden rahatsız olanlar az önce de ifade ettiğim gibi azınlıkta olan, marjinalleşmiş, Alevi olmadığı halde Alevi’ler adına konuşmayı kendisine iş bellemiş, daha çok Ali’siz Alevilik hatta din dışı Alevilik anlayışını hakim kılmaya çalışan kemalist, laikçi (laik değil) çevreler. Bu son çalışmada da sanki bu gruplara ulaşılarak Fethullah Gülen Cemaati zan altında bırakılmaya ve hedef gösterilmeye çalışılmış. ‘Bulgular’ öyle bir yorumlanmışki adeta tüm Alevi çevrelere; ‘bakın bu cemaat ve AKP sizinle diyalog kurmaya çalışıyor; ama aslında üzerinizde ‘’mahallle baskısı’’ kuruyorlar’ demeye getiriliyor. Bunu da aşarak ‘böyle bir mahalle baskısını çoktan tesis etmişler ve uyguluyorlar’ mesajı çıkartılmak isteniyor. Kime dayanarak: Özenle seçilmiş 400 kişiye sorarak. Üstelik mekan olarakta Fethullah Gülen’in memleketi olan Erzurum’a yüklenilmiş nedense.

Zaman Gazetesi’nde (24 Aralık 2008) okuduğum konu ile alakalı bir haber mevzuyu daha da ilginç hale getiriyor. Habere göre, çalışmaya Cumhuriyet Gazetesi Temsilcisi Recep Kapucu da isyan etmiş. Bahsettiğine göre kendisine, 'Erzurum'da Aleviler kendilerini ifade edemiyorlarmış, doğru mu?' diye sorulmuş. O da; 'yok böyle bir şey’ diyerek, yanında çalışan Zülfikar kolyeli arkadaşını işaret etmiş ve ‘’bu şehirde asla böyle şey yok’’ demiş. Anlaşılan o ki, bazı görüşler istedikleri gibi çıkmasada amacına uygun bir şekle sokularak sunulmuş kamuoyuna. Bizzat görüş bildirenlerin bile sonradan katılmadığı; hatta çalışmayı bizzat örgütlemiş bazı kişilerin bile bilimselliğini irdelediği bir rapor ile karşı karşıyayız. Serdar Turgut’un çok güzel ifade ettiği gibi ‘bir kaç gazetecinin gidip seçilmiş bir kaç kişiye soru sorarak gerçekleştirebilecekleri bir muhabirlik çalışması’’ maalesef bu şekilde bir bilimsellik kılıfına sarılmaya ve belirli çevrelerin hedefi vurulmaya çalışılmış. Çok yazık…

Bütün bunlar bir yana, beni en çok üzen husus; mezunu olduğum Boğaziçi Üniversitesi’nin ve objektifliğine inandığım bir profesörün adlarının ve bilimsel kimliklerinin böyle yanlı bir propagandaya ‘’bilimsellik’’ adı altında alet olmuş olmaları. Ülkemiz böyle kritik bir dönemden geçerken yapılan bu ‘’yanlışı’’ ilgili hocamızın ve Üniversite’nin (aynı üniversiteden başka bir profesör de bu hatanın tarafı oldu maalesef) akademik intiharı olarak görüyorum. Zira çalışma için bizzat görüş bildirenlerin bile eleştirdiği böyle yanlı bir propagandanın halk nezdinde kaybettireceği intiba zor tamir edilir. Binnaz Hanım bundan sonraki çalışmalarının objektifliğini topluma nasıl kabul ettirir bilemem. Beni daha çok düşündüren husus bu elim akademik intiharı arkadaşı olan o Bosnalı profesöre nasıl takdim edeceğim.

Konu ile dolaylı olarak irtibatlı olsa da bahsetmeden geçemeyeceğim. Binnaz Hanım’la tanıştığım Florida’daki o toplantıya Bosna, Makedonya ve Arnavutluk üzerine uzman Arnavut kökenli bir siyaset bilimci daha katılmıştı. Kendisine Gülen camiasının oralardaki faaliyetleri sorulduğunda profesör olumlu bir yaklaşım sergilemiş; cemaatin oralarda Vahhabi etkisini kesen önemli bir etken olduğundan; ayrıca diyaloğa açık, uzlaşmacı, olumlu bir çizgi olduğundan bahsetmişti. Binnaz Hanım da o gün orada hiç bir itiraz seslendirmemişti bu görüşlere karşılık olarak.

Umarım bu sözde 'bilimsel’, özde toplumu bölücü rapor; bizleri birbirimize hedef tahtası olarak göstermekten başka bir amaca hizmet etmeyecek olan bir ‘bilimsel kılıklı raporlar’ döneminin öncü deprem sarsıntısı değil, münferit bir hatadır. 24 Aralik 2008

4 Kasım 2008 Salı

ABD BAŞKANLIK SEÇİMLERİ VE MEDYA

Bu yazı 5 Kasım 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Hemen hemen her ülkede ve sistemde medyanın seçimler üzerindeki etkisi konuşulur. Kimilerine göre bu abartılmış bir komplo teorisidir, kimilerine göre ise gerçek bir olgudur. Ben büyük çoğunluk gibi ikinci görüşe kendimi daha yakın hissediyorum. Hem Türkiye'de hem de Amerika'da yaşamış birisi olarak bu olguyu gayet somut deliller ve göstergeler ışığında tecrübe ettiğimi ifade etmeliyim. Özellikle Amerikan başkanlık seçimleri söz konusu olduğunda, medyanın seçimler üzerindeki konusu nedense çok sıklıkla hatırlanır ve vurgulanır. Bu yazıda, sadece bu yaygın öngörüye katkıda bulunan bir izahat yapmaktan ziyade, medyanın bu rölü nasıl ifa ettiğine/edebildiğine dair bir kaç somut delil göstereceğim.

Bu satırları yazdığım esnada seçim sandıkları açılalı henüz üç saat geçmiş durumda. Obama ve McCain arasındaki rekabet, seçime son üç gün kala, adayların kesenin ağzını açması ile birlikte ülkedeki heyecanı doruk noktasına çıkardı. Bu konuda en etkili ve zamanlama yönünden de en başarılı girişimleri Obama'nın yaptığı söylenebilir. Seçilmesi durumunda hem zenci kökenliler arasından hem de Hawai'den ilk başkan seçilecek olacak Obama'nın arkasında şüphesiz çok önemli bir halk ve medya desteği var. Buradaki siyaset yorumcularının işaret ettiği ve benim de şahsen toplum içinde gözlemlediğim gibi Obama destekçisi ''halk kitlesinin'' önemli bir kesimi sanılanın aksine ''zenci oy'' olarak değil, ''genç oy'' olarak tasnif ve takdim ediliyor. Bu mezkur eğilimi ''tasnif'' kelimesi ile ifade ederken uzmanların analizlerine, ''takdim'' kelimesi ile de medya faktörüne işaret ediyorum. Bu husus, medyanın Amerikan seçimlerindeki rölü konusunda değinmek istediğim birinci nokta.

Bir takım önde gelen medya kuruluşları uzun süredir seçmenin bilinçaltına hitap eden haberler, yorumlar ve analizler yayınlıyorlar. Bu yorumlarda verilmek istenen mesaj başkan adayının seçimi konusunda ''ırk'' faktörünün belirleyici bir etken olmayacağı yönünde idi. Buna ilave olarakta genç seçmenin Obama'yı benimseyeceği ve seçimde kendisini destekleyeceği yönünde uzun süredir yayınlar yapılıyor. Bu noktada meseleye iki yönden bakmak mümkün: Bu medya kuruluşları ya halkın nabzını çok iyi tutuyorlar ya da yaptıkları yayınlarla kararsız seçmeni etkilemeye çalışıyorlar. Gerçek elbette bu ihtimalin bir bileşkesi niteliğinde. Amerikan seçimleri arefesinde, yaşlı ve daha tutucu kesimlerin oy verme işlemine daha çok ilgi gösterdikleri, genç ve daha liberal olan kesimlerin ise daha az ilgi gösterdikleri hep konuşulan bir olgu olmuştur. Fakat, hem bir önceki seçimlerde hem de bu son seçimlerde genç kesimin seçimler üzerindeki etkisi hissedilen bir artış sergilemekte. Bu da medyanın bu etkiyi başarmada ne kadar etkin bir rol oynayabileceğinin önemli bir işareti.

Kanaatimce medya bu ''ırk'' faktörü üzerinden bir başarıya daha imza attı. O da, Obama'ya (zenci olması hasebiyle) sadece zencilerin değil, her kesimden insanın oy vereceği yönünde sürekli tahşidatlar yapıldı. Bu tür yayınların da insanların meselelere bakış açılarını etkileyeceğini düşünüyorum. Unutmayalım! Daha önce kendi ülkemizde bir iki medya kuruluşunun seçimler öncesinde tartışmalı ''anket çalışmaları'' yaptıkları vakidir. Yayınlanan o anketlerin insanların bilinçaltını etkilemeye dönük, ''bak zaten bu parti önde gidiyor'' imajı oluşturmaya çalıştıkları defalarca tartışıldı. Amerika gibi bir ülkede bu tür fabrikasyon anket sonuçlarına teşebbüs etmek ilgili medya kurumunun intiharı anlamına gelebileceğinden pek mümkün değil. Ancak, medyanın elindeki mamipülasyon gücünü ''uzman görüşleri'' ve haberler aracılığı ile kullanmayacağı garantisini kimse temin edemez.

Medyanın seçimlerdeki rölü konusunda ikinci ve daha önemli olan bir nokta daha var. Medyanın Amerikan seçimleri üzerindeki yönlendirici etkisini irdelerken gözden kaçan bu husus bize son derece önemli bir delil sunmakta. Şöyleki: Amerikan halkı bir önceki başkanlık seçimini de büyük bir heyecanla takip etmiş ve önemli bir demokratik katılım örneği sergilemişti. Güçlü Demokrat aday John Kerry, ikinci kez Başkan seçilen Bush karşısında çok etkili bir kampanya yürütmekteydi. Televizyon ekranlarında Bush ile giriştiği sözlü düellolarda onu bastıran hatta ezen bir portre çiziyordu. Amerikan halkının çok önem verdiği ekonomi içerikli planlarını anlatırken de gayet destekli ve planlı yaklaşımlar ortaya koyuyordu. Bush ise bir kaç klişe sözü ağzında dolandırıp durmakta, ekonomi içerikli soruları bile ikinci cümlenin ardından hemencecik Saddam ve terör ile olan savaşın önemine bağlamaktaydı. Bir çok uzman ve halk Kerry'nin popüler oyları da alarak başkan olacağını düşünmekteydi. Oysa o dönemde medya gücü kullanılarak çok etkin bir proje hayata geçirildi. Seçime son bir ay kala tartışmaların yönü ekonomik olandan tamamen ''savaş ve terör'' olana, buna ilave olarakta Amerikalı yaşlı, tutucu, muhafazakar (daha çok Evanjelist) ve Cumhuriyetçi seçmenin hassas karnı olan ''gay evliliği'', ''kök hücre kopyalanması'' ve ''kürtaj'' konularına kaydırıldı. Bunlardan birincisi ile, terör konusunda kendileri de çok hassas olan bazı demokratların ve kararsızların fikri çelinmeye çalışıldı. İkincisi ile de özellikle 60 milyon oy potansiyeline sahip olduğu düşünülen Evanjelistlerin ve diğer klise mensuplarının ilgi alanları başka konulara odaklandırıldı. Kliselerin Bush'a oy verilmesi için nasıl kampanyalar yaptıklarını bizzat müşahade etmiştim o dönemde.

Dikkat edin, bu son seçimde bu arzettiğim hassas konular hiç gündeme gelmedi.getirilmedi. Çok cılız kaldı yada çoklukla geçiştirildi. En azından ülkenin en önemli ve baş tacı meseleleri konumuna getirilmediler. Sizce o dönemde medyanın hiç gündeminden düşmeyen bu konular şimdi hiç gündeme gelmediyse bunun bir anlamı yok mudur? Acaba medya aynı konuları neden gündemine hiç almadı da, yapılan yayınlar hep ekonomi eksenli oldu. Veyahutta, seçmenin ırk faktörüne dikkat etmediğine dair ve genç seçmenin Obama'yı desteklediğine dair yayınlar yapılıp durdu. Bunu da geçtim. Obama'nın ''gizli Müslüman'' olduğu yönündeki Cumhuriyetçi propaganda bile hiç bir zaman önemli bir medya gündemi olmadı.

Sizleri bu sorular ve düşünceler ile başbaşa bırakırken şahsım adına medyanın etkin gücü karşısında bir kere daha şapka çıkarıyorum. Sonuçlar sabah açıklanacak ancak ben şimdiden Obama'yı kutlamış olayım. Hem seçildiği hem de medyanın rüzgarını arkasına almayı başardığı için. 4 Kasım 2008

2 Kasım 2008 Pazar

BOĞAZİÇİLİ OLMAK

Yurt dışında yaşadığımdan dolayı ülkemiz gazetelerini vaktim elverdiği ölçüde İnternet üzerinden takip edebiliyorum ancak. İnsan gurbette yaşayınca bilgisayarının düğmesine dokunup gazeteleri açmak üzere iken ''acaba bugün neler oldu ülkemde'' duygusunu içinden geçirmeden edemiyor. Türkiye'de bulunduğum yıllarda hiç hissedemediğim bir duygu idi bu. Bir yandan Ergenekon davasının seyrini heyecanla takip ederken, diğer yandan bugün inşallah bir yerlerde bir provakasyon olmamıştır ve yeni bir şehit vermemişizdir hissiyatı altında, içimde bir ürperti ve buruklukla bekliyorum ilk gazete sayfasının açılışını.

Karşıma çıkan bir takım haberler bana ''ülkede değişen bir şeyler yok'' düşüncesini yaşatsada bir takım haberler bütün günümü hatta haftamı berbat etmeye yarıyor. Bu tür haberlerden birisi ile karşılaştım geçenlerde bir kaç gazetede ve ne yazıkki yaşadığım derin hayal kırıklığını hala üzerimden atabilmiş değilim. Biliyorsunuz, Boğaziçi Üniversitesi hiç alışık olmadığımız ve kendisinden hiç de beklemediğimiz bir tarzda medyanın gündemine düştü. Eski İstanbul Üniversitesi idarecilerinin o güzel üniversitemizin tarihine bir kara leke gibi düşürdükleri o antidemokratik ve yasakçı uygulamaların bir benzeri artık Boğaziçi'nde bile yaşanır hale gelmişti.

Bir Boğaziçi Üniversitesi mezunu olarak ne kadar derin bir teessür içinde olduğumu ifade etmekten acizim. Kendisi ile hem okurken hem de mezun olduktan sonra hep gururla bahsettiğimiz güzel üniversitemiz bu hallerede mi düşecekti? Mezun olduktan sonra bir kaç sene daha yüksek lisans ve asistanlık yaptığım bu güzide okulun bizlere kazandırdığı güzel değerlerle hep övündük yıllarca. Bu değerlerin en başında da demokrasi, fikirlere saygı ve meselelere liberal bir bakış açısı gelirdi. 28 Şubat döneminin o kemikleri donduran soğuk demokrasi dışı uygulamaları bile üniversitemizde bir esinti olarak hissedilmiş, diğer üniversitelerimizin çoğunda ivedilikle hayata geçirilen yasakçı ve başörtüsü karşıtı uygulamalar Boğaziçili hoca ve öğrenciler nezdinde pek bir karşılık bulamamıştı. Zira her görüşten birçok öğrenci bir arada yaşama becerisinin ne demek olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Anlaşılan zamanla bir takım değerler aşınmaya; yeni rektörün ve beraberindekilerin etkisi ile Boğaziçi ruhu yara almaya başlamış. Yasak en etkin şekilde halen başta Eğitim Fakültesi olmak üzere Hazırlık Okulunda devam ediyor. Az önce arzettiğim gibi lisans ve yüksek lisans eğitimimi bu okulda hem de Eğitim Fakültesi'nde tamamladım. Basına ''yasakçı dekan'' olarak yansıyan Prof. Baykal kendisini çok iyi tanıdığım hocam ve bir kaç sene birlikte çalışma imkanını da bulduğum bir akademisyendir. Benim gibi bir Ölçme Değerlendirme uzmanıdır kendisi. Ölçme ve Değerledirme alanının en temel kavramları olan ''geçerlilik'' ve ''güvenilirlik'' kavramlarını ilk defa kendisinden öğrendim. Henüz o zamanlar kitaplara bağlı teorik tanımlandırmalar bağlamında öğrenmiştik bu kavramları. Amerika'da devam eden doktora tahsilim boyunca da bu kavramların hayatın ve zamanın temel dinamikleri arasında olduklarını idrak ettim. Zira yaptığımız herşey yada verdiğimiz her karar bir önceki anlayış ve güzel uygulamalarla uyumlu ve ahenk içinde olmalı, iyiye, güzele ve mantıklı olana doğru atılan her adımda istikrar korunmalı ve verdiğimiz kararlar, içinde yaşadığımız dönemin evrensel değerleri açısından bir geçerliliğe sahip olmalı...

İşte evrensel değerlerin ve özgür düşüncenin temadisi ve terakkisi adına en önemli kaleler durumunda olan üniversitelerimizden beklenen tavırda bu olmalıdır. Çünkü bir üniversite olma vakarı bunu gerektirmektedir. Hele Boğaziçi gibi köklü ve belli değerleri kendisine kimlik edinmiş bir üniversitenin günlük politikalar uğruna istikrar ve prensip rayından çıkarılması bir düşünce ve prensip intiharıdır. Halen kendisini bir Boğaziçili olarak hisseden birisi olarak 21. yüzyılın başında bulunduğumuz şu dönemde bile böyle anlamsız ve gereksiz başörtüsü düşmanlığının ve yasakçılığının peşine düşebilen bir zihniyeti üniversiteme ve Boğaziçililik ruhuna yakıştıramıyorum. Yasağı uygulayan kişiler eskiden böyle değillerdi yada üniversitenin liberal anlayışı onları dizginliyordu bilemem. Bildiğim birşey var ise yeni rektörün üniversitemize layık olmadığıdır. Bu kişiler saygı duyduğum hocalarımda olsalar hissiyatımı ifade etmek isterim. Diğer Boğaziçililerin de benim gibi hissettiklerini çok iyi biliyorum. Kendileri ile halen irtibat halinde bulunduğum mezunlar değil, gazetelere demeçleri yansıyan tek yürek olmuş farklı görüşlerden öğrenciler bile benzer tepkiler verdiler bu yanlış anlayışa.

Üniversitemiz ve değerlerimiz hep yaşayacak ve Türkiye'nin geleceğine ışık tutmaya, onu demokratik ve özgürlükçü anlayış ve bilgi ile aydınlatmaya devam edecektir. Çünkü biz Boğaziçililer böyle istiyoruz. 3 Kasım 2008

8 Ekim 2008 Çarşamba

SON TERÖR SALDIRISI VE DEĞİŞEN TOPLUM

Değişen dünya şartları ile birlikte insanımız, değerlerimiz ve hayata bakış açımız hızla değişiyor. Bundan toplumun her kesimi belirli ölçüde ve zamanı geldiğinde nasibini alıyor. Bu doğal bir süreç. Doğal olmayan; değişimi okuyamayıp ona direnmeye çalışmak. Bu değişim karşısında savunmaya ve korumaya çalıştığınız fikir, düşünce, ideoloji, aksiyon her ne ise, eğer çok sağlam bir temele dayanmıyor, o değişim selinin önünde esaslı bir aksiyon barajı tesis edip direnç gösteremiyorsa, yıkılmaya mahkumdur. Bunun için, son 20 senede göçüp giden komunist akımlara, bir çöp parçası gibi etrafa dağılmak zorunda kalan diktatörlere, tiranlara, ülkemizde iflas etmiş bulunan sol anlayışa, hali hazırda yaşanan ekonomik sarsıntılar altında inleyen Batı'ya, IMF'nin ve NATO'nun yerle bir olan imajlarına bakmak yeterli.

Bizim ülkemiz de bu gelişmelerden fazlası ile nasibini alıyor. Halk gittikçe bilinçleniyor. Eğitim kalitesi yükseldikçe toplumun katmanları arasında oluşturulmuş yapay ayrılıklar ve bölünmeler eriyor. Son 40 senesi darbelerle kara deliklere yutturulmuş olan Anadolu insanı artık darbelere ve darbecilere sıcak bakmıyor, prim vermiyor. Devlet baba anlayışı yerini git gide halkına hizmetle yükümlü, hesap verebilen, şeffaf yönetim anlayışına bırakıyor. Demokrasi bilinci yükseliyor ve demokrasi daha sağlıklı bir şekilde idrak ediliyor. Kemalizm ideolojisinin Atatürk idealleri ile alakası olmayan, elit, ayrılıkçı, darbeci bir safsata olduğu daha iyi anlaşılıyor. Vatanseverlik, kuvvacılık, ulusalcılık postuna bürünmüş, asıl amaçları kursaklarını doyurmak olan aç kurtların oyunları Ergenekon sahnesinde pazara çıkıyor. Bahsettiğim oluşumun ne tür suçlara bulaştığı ve ne tür eylemler planladığı, PKK'yı bile el altından nasıl yönettiği delilleri ile ortaya çıktı. Spekülasyon yapıp, komplo teorisi üretmiyorum.

Her ne kadar bu tür yapılanmalar özetle beyan ettiğim bu toplumsal dönüşüme direnmeye çalışşalarda çıkış yolları yok. Bu yapılarla birlikte devletin her kurumu da bu değişime ayak uydurmak zorunda. Daha önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, son yaşanan Ergenekon terör örgütü tutuklanmalarını AKP'nin öncülüğünde gerçekleşen bir hadise gibi görmek çok eksik kalır. Olay NATO kalıntısı bu illegal terörist örgütlenme ile devletin ve bürokrasinin değişen yüzü arasında yaşanıyor. Bilinçlenen Anadolu halkı ve onun bir yansıması olan yeni devlet; içindeki pisliklerden temizlenmeye çalışıyor. Buna Yargı, Polis, Ordu dahil. Daha bir kaç yıl evvel bir askerin yargılanabilmesi ihtimalini bile zihnine yerleştiremeyen bir toplum son bir sene içerisinde yaşanan gelişmeler ışığında askerlerin de suça bulaşabileceği ve yargılanabileceği fikrine alışmaya çalışıyor.

Bu bakış açısı altında son yaşanan terör saldırısına ve ordumuzun hal-i pür melaline gelelim...

İçinde bulunduğumuz zaman dilimi içerisinde cereyan eden bu baş döndürücü ve dönüştürücü değişime direnmeye çalışan bir ordu yapımız var maalesef. Son yaşanan terör saldırısı neticesinde şehit verdiğimiz evlatlarımız bu sefer geride sadece ''vatan sağolsun'' nidaları ve klişeleri bırakmadılar. Dikkat edin, toplumun farklı kesiminden duyarlı insanlar bu sefer bazı subayları ve ordumuzun idare ediliş tarzını yüksek sesle sorgulamaya başladılar. Bu güzel ve gerekli olan bir gelişme. Ordumuza saygımız sonsuz, ancak meseleleri ''orduyu yıpratmayın'' klişesine hapsettiğimiz ve insanları konuşturmadığımız müddetçe topal kalmış PKK terörüne bile evlatlarımızı şehit vermeye devam edeceğiz. Bunu kabullenmek mümkün değil. Yüreğimiz yanıyor. Yıllarımız ve enerjimiz heba oluyor.

Orduyu yakıdan takip eden bir insanım. Subayların eğitimi çok zayıf. Teknolojik alt yapı son derece eksik. Harekat kabiliyeti kısıtlı, ileriyi iyi okuyamayan, hala soğuk savaş döneminin anlayışı ile 500 bin askeri besleyen hantal bir yapı mevcut. Bu eski anlayışın temsilcileri ile daha ufak ama tecrübeli bir ordu anlayışını temsil eden subaylar arasında birincisinin üstünlüğü yönünde bir zıtlık mevcut. Bir kaç yüz kişilik bir terörist grup sınırınızdan içeri giriyor ve siz bunu göremiyorsunuz. Büyükanıt Paşa, teröristleri BBG evi gibi izliyoruz derken neyi kastetti anlamak güç. Herhalde yanlış evi izliyorlar. Ve yine bu kalabalık terörist grup tıpkı bir kaç ay önce yaptığı gibi bir karakolunuzu basıyor ve hiç korumasız erlerinizi! şehit ediyor. Belki saatler süren bu çatışma esnasında Hava Kuvvetlerimizin komutanının çatışmadan haberi olmuyor. Zira kendileri o sırada golf oynamakta. Hadi golf oynamak elit bir subay için hacetten sayılsında, bu koordinasyon ve iletişim eksikliği ne ile izah edilecek. 2000 yıllık bir ordu bu keyfiyetle mi dünyaya temsil edilmeli insanımız düşünmeden edemiyor. Geçen seneki bir yüzlere varan teröristin gene sınırlarımıza girip bastığı karakolun görebi başında olmayan komutanına ödül vermişti Genelkurmay. Şimdi nasıl bir imaj çalışması yapılacak merakla bekliyoruz.

Bu zafiyetlere bir de ordunun siyasete bulaşan imajı eklenince ordumuz halk nazarındaki saygınlığını iyice yitiriyor. Daha bitmedi... Kendi halkının yoğunlukla takip ettiği bazı medya organlarına andıç uygulayan, Ergenekon terörüne bulaşan bazı emekli subayları hapiste ziyaret eden üst rütbeli subayların varlığı bu olumsuz imajı iyice alt üst ediyor. Daha bir kaç ay önce bir çok arkadaşım bedelli askerliğini yapmak üzere Antalya'da idi. Orada bir subayın ''Egenekon'un öcünü alacağız'' sözünü duyduklarında vatan hizmetinin kendileri için nasıl vatan hüznüne dönüştüğünü üzülerek dinledim kendilerinden.Yapılacak çok iş var daha.

Yaşadığım bir üzüntü de son terör saldırı karşısında bazı komutanların vermiş oldukları tepkinin sığ oluşu. Fehmi Koru'nun dikkat çektiği gibi; ''Evet o karakol da eksiklik çok ama askerler onun yüzünden ölmedi'' diyebilen bir komutana nasıl itimat edeceğiz. Ya da olayların hemen akabinde öz eleştiri yapmak yerine hemen OHAL isteyen subayların varlığını dünyaya nasıl izah edeceğiz. OHAL'in ne anlama geldiği yakında ilkokul kitaplarına girecek... Böyle bir talebi yaparken acaba gerçekten onun faydasına mı inanıyorlar bunu kendileri ile konuşup anlamayı çok isterim doğrusu.

Hatırlarsanız 'Kurtlar Vadisi: Irak' filminin ilk sahnelerinde bir hezimet onuruna dokununca (askerlerin başına çuval geçirilme hadisesi) intihar eden bir komutan görüntüsü vardı. Bazı subaylarımız bu sahneye ''Türk subayı intihar etmez'' diyerek karşı çıkmışlardı. Evet! Türk subayı intihar etmemeli, ancak gerektiğinde istifa etmeyi bilmeli. Vahim boyutlardaki hataların neticesinde vatan evladı şehit oluyor. Lideri hapiste olan tek dişi kalmış bir örgüt, 500 bin askeri olan bir ülkenin içine 300 kişilik bir ordu sokup karakol basabiliyor. Dikkat edin nerede ise her medya köşesinden bu ortak çağrı yapılıyor. Olması gereken de bu zaten. Bu son terör saldırısı rezaletinden sonra başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere tüm kuvvet komutanları istifa etmeliler. Yerlerine gelen yeni komutanlar da artık şu anlayışa sahip olmalılar:

21. yüzyıl teknolojik altyapısı sağlam, hantal olmayan, harekat kabiliyeti hızlı bir ordu gerektirir. Ergenekon bir terör örgütüdür. Onun mensupları içinde emekli subaylar var ise bunların yargılanması ordunun imajına zarar vermez; aksine saygınlığını ve güvenilirliğini artırır. Her kurum gibi ordumuz içinde de suça bulaşan kimseler olabilir. Bu doğaldır. Doğal olmayan; meseleyi bir imaj sorunu haline getirip yargı sürecini açmaya direnmektir. Terör ile mücadele üç ay acemi eğitimi almış erlerle olmaz, özel kuvvetler ile olur. Andıç, ortaçağa ait bir uygulamadır. Ve sonuncusu... ''Asker çok iyi eğitimlidir, sivil bilmez'' devri kapanmıştır. Bu halk ordusunu çok sever ama hem devletinden hem de ordusundan daha parlak, kıvrak bir zekası ve basireti vardır. Sadece sabırlıdır. ''İhmal emez, imhal eder''.

Bu vesile ile son hunhar saldırıda şehit olan evlatlarımıza rahmet, yakınlarına sabır diliyorum. Şimdi sıra, birlik olma ve ülkeyi tekrar OHAL çılgınlığına çekerek kardeş kavgasına neden olmaya çalışan Ergenekon kırıntılarına fırsat vermemekte... Umarım akl-ı selim galip gelir. 8 Ekim 2008

2 Ağustos 2008 Cumartesi

''BRILLIANT BUT TROUBLED MIND''

Bu yazı 4 Agustos 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Yalnızca Amerika'da değil dünya genelinde derin tesirler hasıl eden 11 Eylül hadisesini hep birlikte yaşadık. Amerika'da bulunmam nedeniyle bu elim vak'anın Amerikan toplumu üzerinde oluşturduğu etkileri ve bunu takip eden gelişmeleri direk olarak gözlemleme imkanı buldum. Son derece ürkek ve hassas hale gelen toplum kendisini duygusal bir tepki atmosferinin kucağına salmaya başladı günden güne ve duygusal manipülasyonlara açık hale geldi. Sanırım terörün en büyük amaçlarından birisi de, hedef topluluk üzerinde bu tür bir değişim meydana getirmek ve bunu devam ettirmek olsa gerek. Olaya bu zaviyeden bakınca birazdan ele alacağım konuyu ve yıllarca başımıza musallat edilen PKK terörünü daha iyi analiz etmek mümkün olabilir.

Meş'um 11 Eylül hadisesinin hemen akabinde ilginç bir gelişme daha yaşandı Amerika topraklarında. Kaynağı belirsiz bir merkezden bir anda bazı devlet kurumlarına içinde ölümcül Antrax maddesi bulunan zarflar gitmeye başladı. Korku dönemi bitmemişti Amerikan halkı için. Sanki bir el Amerika'lılara; ''içimizdeki düşman her an bizi tehdit ediyor'' mesajı veriyordu. Ülkede yaşayan bir çok Müslüman bu gelişme üzerine daha da endişelenmiş; ''acaba bu olayı da Müslümanların üzerine yıkarlar mı?'' şeklinde düşünmeye başlamıştı. Öte yandan, bir takım medyanın bazen önyargılı bazen de kasıtlı tavrından dolayı bu yeni tehdidin! algılanma biçimi, tehdidi oluşturanların ekmeğine yağ sürmeye devam ediyordu. Medyanın bu tavrı yıllar öncesinde cereyan eden 'Oklahoma bombacısı' olayından ders alınmadığının alametlerini taşıyordu üzerinde. Hatırlarsanız, o bombalama eylemi henüz tahkikler bitirilmeden, hemencecik Müslümanların üzerine yıkılmaya çalışılmıştı medya tarafından. Oysa olayı bir Amerikalı'nın gerçekleştirdiği sonradan ortaya çıkmıştı. Antrax hadisesinde Amerikan medyası tamamen Oklahoma benzeri bir beceriksizlik sergilemese de konuya yaklaşım tarzları olayın belirsizliğinin Müslümanlar üzerine kaymasına yaramaya yetmişti bile.

Bu Antrax konusuna neden değindiğime geleyim şimdide. Bu olaylar zinciri üzerinden yıllar geçti ve Amerika'da belki de on binlerce insan, medyanın işaret ettiğim tavrından dolayı, bu zehirli mektupların ardında da Müslüman birilerinin olduğunu düşündü. Taki 1 Agustos 2008 tarihli Associated Press haberi, olayın gerçek failini haber yapana kadar. Gelişmelere bakılırsa bazı devlet kurumlarına gönderilen bu ölümcül Antraxlı mektupların ardında asker kökenli Amerikalı bir bilim adamı varmış. Habere göre, Federal Devlet Ajanları kendisini yakalamadan evvel intihar etmiş ilgili şahıs.

Peki bu gelişme medyaya nasıl yansıyacak dersiniz. Ülkemizde, yalan veya kasıtlı haberleri yüzlerine vurulmuş, mahkemelerde bile mahkum edilmiş gazeteler rencide ettikleri insanlardan hiç bir zaman özür dilemediler. Bir kısım Amerikan medyası da dilemeyecek. Zamanında sağduyu çağrısı yapmayı ihlal ettik dmeyecek bir çoğu. Bizim gazetelerin yaptığı gibi pişkinliğe devam edenler olacağı gibi, olayın yönünü kendi üzerlerinden başka mecralara kaydırmak isteyenler de olacak. Devletin suça alet olmuş olan birimleri de bu trene dahil olacak doğal olarak. Nitekim, haberi okuduğum yahoonews sitesinde gördüğüm bir ifade pek de haksız olmadığımı hissettirdi bana. Bazı devlet kaynakları hiç vakit kaybetmeden ilgili asker bilim adamını ''kafası karışık zeki bir bilim adamının'' 'bilim hırsı' (UT) şeklinde lanse etmişler. Güya bu bilim adamı ''Antraxa karşı geliştirdiği ilacı test etmek'' için! böyle enteresan ve çılgınca bir girişimde bulunmuş. Kullanılan ifade benim başlığa taşıdığım ifade: ''Brilliant but troubled mind'' (zeki ama şaşırmış-gafil-karışık bir zihin, hatta kişilik).

Hani! bizim ülkemizde birileri ne zaman bir devlet adamımıza karşı tehdit içeren bir saldırı gerçekleştirse, bazı yayın organları ve kurumlar, ''adam zaten deliymiş'' propagandasına başlarlar ya! işte ona benzer bir durum. Gerçekte deli filan olmayan, ilgili devlet adamlarına ''aklını başına al'' mesajı vermek için gerçekleştirilmiş eylemler bunlar. Demirel'e Anıtkabir de elinde Kur'an'la! saldıran meczup ve bir başka devlet adamımızın üzerine bakkal kasası fırlatan ''akıl hastası'' bakkal örneklerini hatırlayınız. Ya da Üzeyir Garih'i öldüren, ''kışlasından nasıl olmuşsa kaçabilmiş'' ''sorunlu genç'' örneğini. Mahiyetleri ve motivasyonları farklı olsada faili; ''meczup'', ''kafası karışık'' şeklinde tanımlayarak kamuoyunun dikkatini başka mecralara çekmeye ve olayı gerçek ekseninden kaydırmaya gerçekleştirlen medya illüzyonlarına bir kaç örnek. Acaba kimse takip etmiş midir bu adamlar akıl hastanesinde ne kadar kaldılar; akıbetleri şu anda nedir diye... Merak ediyorum doğrusu.

Bu son Antrax gelişmesinin zihnimde canlandırdığı tek gerçek bu değil elbette. Gördüğünüz gibi ''çılgın'' karakterli birileri sinsi planlar yapıp, ses getirecek eylemler tertip ederek masum insanları suçlu gibi gösteren faaliyetler içerisinde olabiliyorlar. Amerikalı asker kökenli bilim adamının bu işi gerçekten Müslümanları zor durumda bırakmak ve Amerika'da ki El Kaide/''terörist Müslüman'' imajını canlı tutmak için yapmış olabileceği gerçeğini hiç bir zaman göz ardı edemeyiz. Belki bu işler için organize olmuş bir örgüt bile vardır oralarda da. Bizim Ergenekon terör örgütünün delilleri ile ispatlanmış planlarına göz atın mesela. Kurdukları hücre gruplarını manipüle ederek sağ kesim ile sol kesimi nasıl birbirine kırdırdıklarını ve nasıl darbe planları yaptıklarını; hangi illerimizde bir Kürt-Türk çatışması çıkarmaya çalıştıklarını hayretler içerisinde okuduk ve takip ettik. Kendi kurdukları sol oluşumlar ile Kürtleri, ''vatansever'' oluşumları ile de Türkleri nasıl birbirlerine düşürmeye çalıştıklarını bizzat müşahede ettik. Ve bu sinsi planların yöneticiliğine soyunmuş ''aydın!'' insanların gerçek yüzlerini ibretle seyrettik: Yani bizdeki ''zeki ama kafaları karışık adamları''...

Amerika'lı ''zeki ama kafası karışık'' bilim adamından, bizim "Çılgın Türklere'' uzanan böyle bir suç ağı var mıdır bilemem. Bilebildiğim tek şey varsa o da; bu tür fitne ve fesat karakterli ruhların her zaman aramızda var olacağı, bizler yapay ayrımlarla birlikteliğimizi kaybettiğimiz ve bu azınlık gruplardan kortkuğumuz müddetçe de aramızda var olmaya devam edecekleridir. Amerika'dan Türkiye'ye yaptığımız bu zihin egzersizinin bundan sonrasını sizlerin hayal güçlerinizin kucağına teslim ederek sözlerimi noktalıyorum. 2 Agustos 2008

20 Temmuz 2008 Pazar

YAĞMURDAN SONRA

Yazı yazmayı hobi olarak değerlendiren bir insanım; ancak itiraf etmeliyim ki, günlük köşe yazıları yazan yazarlara hep imrenmişimdir. Yazma duygusu içinize bir işlemeye görsün, artık her baktığınız nesne, her duyduğunuz hadise yeni bir yazının ilk düşünce mürekkeplerini işlemeye başlar zihninizde. Her an yazmak, yazabilmek istersiniz gönlünüzde.

Hayal aleminde mürekkebini harmanladığım, yazmayı arzu ettiğim bir takım konular vardı. Ne yazık ki doktora tezimi tamamlamak zorunda olduğumdan dolayı uzun zamandır zihnimde çok mürekkep kurutmak zorunda kaldım. Bunlardan birisi AKP’nin kapatılma mevzusu ile alakalı idi. Diğeri ise, yukarıda okuduğunuz başlığa ilham olan bir deneyim hakkında idi.

Başlıkta kullandığım ifadeyi Samanyolu TV’nin geçtiğimiz yıllarda yayınlanan o güzel dizisinden almadım. Fakat ne yalan söyleyeyim, yaşadığım o deneyimin ardından kafamda şekillenen yazının başlığını kurduğumda, yaptığı çağrışımlardan dolayı bu diziyi hatırlamadan da edemedim. Şimdi o olaya gelelim…

Nisan ayında idik. Amerika’nın güney eyaletlerinden birinde, sıcak ve nemli bir akşamın bağrında bir arkadaş toplantısındayız. Gurbette, sıcak bir muhabbetin ardından çay faslına geçiyoruz. Herkes ikili-üçerli ufak gruplar oluşturup farklı konuların akıntısına kaptırıyor kendisini. Bir arkadaşım, ben ve Türkiye’de herkesin yakından tanıdığı, eserlerini ve konuşmalarını ilgiyle takip ettiği çok ünlü bir profesör ile birlikte bir palmiye ağacının altındaki ufak bir beton zeminin üzerine çörekleniyoruz. Hoca, prosunu yakıyor ve derin muhabbetebimiz başlıyor. Ülke meselelerine ve Ergenekon’a dalıyoruz bir anda. Hoca dışında o gün orada bulunan her doktora öğrencisi, Ergenekon’un bir terör örgütü olduğunu düşünüyor. Hatta düşünmeden de öte, biliyor. Hoca, Ergenekon davası bağlamında yakalanan yada tutuklanan insanların bir kısmı ile tanışıklığı bulunduğundan dolayı konuya duygusal yaklaşıyor. Prosunun dumanını palmiye ağacının üzerimize sarkan dallarına doğru gönderirken bazı Ergenekoncuları kastederek, ‘’vatanını seven bir kaç kişi vardı, onları da tutukluyorlar’’ şeklinde bir düşünce serdediyor. Bu çok ünlü ve şahsende çok sevdiğimiz insanı kırmamak için muhalefet etmiyoruz. Kendisiyle bakışlarla anlaşıyoruz adeta. Hoca zeki bir insan. Oradaki her bir doktora öğrencisinin aksini düşündüğünü biliyor. Bazı Ergenekonculara karşı içinde bir sempati beslese de bu gençleri de Türkiye’nin geleceği olarak gördüğünden olsa gerek içinde oluşan duygu boşluğunun gözlerine yansıyışını önleyemiyor.

Bu belirsizliği dağıtmak için yakalanan Ergenekonculardan çok meşhur bir ismin Avrasya hareketine dikkat çekiyorum. Türkiye’de Cumhuriyet ve Doğan Medya okuyan azınlık bir kesim bu hareketin fikir babası olarak bu kişiyi görüyor. Kendisine bu hareketin fikir babasının Rus kafatasçısı bir Rus bilim adamı olduğunu ve Türkleri yok etmek gibi açıkça dile getirilmiş bir söylemi bile olduğunu belirtiyorum. Arife tarif gerekmezmiş ya hani… Ergenekon terör örgütü mensuplarının ancak şimdilerde ispatlanan ve dış güçlerle, misyoner bazı kliselerle olan gizli bağlantılarını hiç ele almama gerek kalmıyor. Kitaplarında Apo’yu öven, Atatürk’e hakaret eden bir adamın televizyonlarda nasıl Türkçülük ve Atatürkçülük tasladığına ise hiç girmeme gerek kalmıyor. Hocanın elbette bu terör örgütü ile hiç bir bağlantısı yok. Örgütün propaganda ağına yakalanan bir çokları gibi o da milli duyguları ile oynanmış, Atatürkçülük, vatan-millet sevgisi istismar edilmiş birisi.

Bu önemli mesajlaşma karşılıklı bakışlar altında devam ederken bir anda hocanın ayağının altında beliren ani bir hareketlenme dikkatlerimizi dağıtıyor. Nereden ve ne zaman geldiğini anlayamadığımız bir tarzda oturduğumuz beton zemin üzerinde sağa sola kıvranmakta olan bir solucan görüyoruz. Bir kaç saat evvel yağan yağmurun etkisi ile olsa gerek, kendisini dışarı atmış bir solucan bu. Hoca bu ani hareketlenmeyi ilk anda kestiremeyip korku ile irkiliyor. Sadece bir solucan diyorum kendisine. Sonra elime ufak bir dal parçası alıp toprağa sallıyorum solucanı. Ardından ise; ‘’senin yerin orası, burada kalırsan ölürsün’’ diyorum. Hoca kendisini toparlıyor ve prosundan derin bir nefes daha çekiyor. Evet! diyerek sözlerine devam ediyor: ‘’Bunlar böyle yağmurdan sonra nefes almak için dışarı çıkarlar, ancak bir süre sonra toprağa ulaşamazlarsa kuruyup ölürler’’ diyerek beni tasdik ediyor.

Bir anda konu değişiyor. Arkadaşım ve hoca yeni bir konunun altını ateşe vermek üzerelerken benim zihnimde bu yazının düşünce mürekkepleri akmaya başlıyor. Bir iki dakika gibi kısa bir sürede konunun ana hatları zihnimde oluşurken, sıra hemen başlığa geliyor. Bir solucanı bir de Ergenekon terör örgütünü düşünüyorum beynimin bir köşesinde. İşte bu düşünceler arasında gelip giderken bir anda ‘’yağmurdan sonra’’ diyorum kendi kendime. Evet! Yazının başlığı bu olmalı…

Arif okuyucuya tarif gerekmez ya, ben kendim için bir sağlamasını yapayım bu başlığın. Bizim Ergenekoncular da şimdi detaylarına girmeyeceğim bir yağmura aldanıp nefes alabilme psikozuna soktular kendilerini ve toprağın üzerine çıktılar. Aklıselim sahiplerinin o güzel tespitleri ile ifade ettikleri gibi… Anadolu’nun yükselen yeni sesi olayları hep sabırla takip etti. Kendi kendisine korku ve gelecek endişesi aşılayan ve içine düştüğü panik girdabının etkisi ile ‘nefes’ almak üzere kendisini ve ilişkide bulunduğu mensuplarının bir kısmını toprağın üstüne salan örgüt, kendisini bir anda Emniyet, Bürokrasi, Yargı ve Ordu’nun kendini terör örgütlenmelerinden arındırmak isteyen yüzü karşısında buldu. Her ne kadar örgüt o muhteşem propaganda gücünü kullanıp üzerine gelenleri Amerikan uşağı gibi göstermeye çalışsada aslında kendi liderliği boğazına kadar dış güç bağlantısına batmış durumda. Tutuklanan Tolon Paşa'nın ''bu bir okyanus ise ben bir damlayım'' şeklindeki beyanına bu gözle de bakmak yanlış olmaz zaten. Ufak bir seçim yağmurundan bile endişeye kapılıp kendisini yok olmanın kucağına atan örgüt aslında bizlere karnının ne kadar yumuşak olduğunu da göstermiş oldu böylece.

Yeri gelmişken Tolon Paşa'ya buradan en güzel cevabı gönderelim. Bu millet çok yol aldı Paşam. Okyanusları da aşmayı becerecektir elbet.

AKP'nin kapatılma meselesine de ufakça değineyim. Daha önceki bir yazıda da ifade etmiştim. Ortalığı bulandırmak isteyen birilerinin iddia ettiği gibi, AKP ve Ergenekon çekişmesi yaşamıyoruz Türkiye'de. Bunu elin The Economist dergisi bile anladı. Yaşanan mücadele devletin Anadolu'laşmış yeni yüzü ile Ergenekon terör örgütü, gayr-ı milli unsurlar ve dış güç destekli benzer oluşumlar arasındadır. AKP kendisini bu çekişmenin ortasında bulmuş, devletin yeni yüzünün harekete geçmesi için uygun bir zeminin oluşmasına katkıda bulunmuştur o kadar. Kapatılma davası açıldığından itibaren arkadaşlarımı asla ikna edemediğim bir konu bu. Ben sürekli olarak AKP kapatılmayacak diyorum. Onlar ise yayılan propagandadan etkilenip kesin kapatılır şeklinde düşünüyorlar. AKP, yapay propagandalardan ürküp, devletin yeni yüzünün kulağına çaldığı tavsiyelere kulağını tıkamasa ve gerekli demokratik düzenleme ve ekonomik atılımlara devam etse yetecek. AKP, ürkek kalmaya devam eder ve yapılan içi şişirilmiş propagandalara aldanıp yapması gerekenleri yapmazsa ancak işte o zaman kapatılma süreci kendini gerçekleyen kehanet şekline dönüşebilecektir. Çünkü bu ürkeklik devletin yeni yüzünün siyasi tedbirler bağlamında elinin Ergenekon terör örgütü karşısında zayıflamasına yol açacaktır ve AKP ancak o zaman kapatılabilecektir. Mevcut gidişat göz önüne alındığında AKP'nin kesinlikle kapatılamayacağını düşünüyorum. Kapatılsa bile bu Ergenekon adına geçici bir başarı sayılacak, hatta örgütün henüz toprak üstüne çıkmamış bazı mensuplarının yeni seçim yağmuru arefesinde ortaya çıkmasına yarayacaktır. Orta derecede kalan bir grup halen ortaya çıkmaya devam etmekteler zaten. Ergenekon hakkında; görmezden gelme, yok sayma, avukatlık üstlenme gibi taklalar atanlara dikkat ediniz. AKP'nin kapatılmaması durumunda zaten hali hazırdaki hukuki süreç devam edecek, örgütün içinde yaşanan çözülmeler ve birbirini satmalar devam edecektir. Örgütün milliyetçilik ve vatan kurtarma şeklinde cereyan eden sinsi ve yalancı propagandası altında hipnotize edilmiş bulunan bazı kesimlerin, ortaya çıkan suç delillerini görüp hipnozdan uyanmasıyla da örgüte en ciddi darbelerden birisi daha vurulacaktır.

Anlayacağınız yağmur halen yağmaya devam ediyor... Boşuna dememişler: ''Yağmur Rahmettir!'' diye.

20 Temmuz 2008

Not: Ben bu yazıyı yazdıktan bir kaç gün sonra kapatma davası neticelendi. Davanın açıldığı andan itibaren hep red kararı çıkacağını düşünmüştüm. Bu karar yukarıdaki yazının içeriğini daha anlamlı kılıyor. Kararın bu şekilde çıkması hem ülke içi hem de ülke dışı bazı dinamiklerin nasıl değişmeye yüz tuttuğunu gösteriyor. Yoksa biizdeki bazı faşist, hasta zihinli, okumuş cahil laikçilikçilerin adam olmaya başladığını, insafa geldiğini göstermiyor. İnlerine çekildiler ve topluma yeni bir bölücülük ısırığı atmak için fırsat kolluyorlar. AKP kendisine önerilen ekonomik ve kanuni düzenlemeleri yapmazsa bu süreç devam edecek. Yaparsa, devletin değişen yeni yüzüne yardım etmiş olacak ve böylece sorunun köklü çözümüne giden yol daha bir güvenle aşılabilecektir. AKP, uzun vadeli plan eksikliği ve belli kritik dönemlerde sergilediği çekingenliklerin bedelini ödemek üzere iken, devletin yeni yüzünün desteğini buldu arkasında. Şimdi geri ödeme zamanı. Zaten kendi sloganları da millete hizmet etmek değil mi? Artık kapatma vesair mazeretler de kalmadı. Bundan sonra ekonomi, sosyal refah ve demokrasi alanında atılmayan her adım oy ve prestij kaybı demek AKP için. 4 Ağustos 2008

22 Mayıs 2008 Perşembe

ZAMAN AŞIMI ve ERGENEKON

Bu yazı 24 Mayıs 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.


Üzerinde uzmanı olmadığınız konular hakkında yazı yazarken daha yazının en başında bunu okurla paylaşmak genel bir adettir. Her yazar bu konuda aynı hassasiyeti sergilemese de uygun olan, tevazu kültürümüze layık olan davranış şekli budur. Bugünkü yazıya işte böyle bir hassasiyet ile başlamak istiyorum. Zira hukuk sistemimizin en önemli konularından birisinin sade bir vatandaş olarak zihnimde canlandırdığı bir takım düşüncelere ve endişelere işaret edeceğim; ardından ise mevzuyu Ergenekon terör örgütüne getireceğim.

Başlıktan da anlaşılacağı gibi ele alacağım konu ''zaman aşımı'' meselesi. Bildiğiniz gibi, hukuk sistemimiz içerisinde bir takım suçlar yada davalar zaman aşımına (eski tabirle mürur'u zaman'a) uğrayarak suçlunun daha ceza almadan kurtulmasına yarayabiliyor. Genel olarak tanım, belli hakların zaman geçtikçe kazanılması veya kaybedilmesi şeklinde ifade edilsede, bunun bizdeki uygulaması çoğunlukla belirli zümrelere mensup bir takım şahısların en ufak bir ceza ve göz hapsi dahi almadan adaletin elinden kurtulmaları şeklinde tezahür ediyor. En kötü ihtimalde ise (suçlu açısından tabi) aynı işlem, kişinin biraz ceza aldıktan sonra kısa sürede kurtulması şeklinde cereyan ediyor.

Eğer yakın huhuk tarihi uzmanlarımız, zaman aşımı kuralının en son hangi masum vatandaş, yada Hürriyet'in değerlendirmesi ile; ''göbeğini kaşıyan adam'' yararına kullanıldığına dair bizleri bilgilendirebilirlerse görüşümüz elbette değişir. Ancak bu bile, senelerdir takip ettiğimiz ve suçları halk nezdinde (hatta bizzat adalet önünde) tespit edilmiş nice zenginlerin ve siyasetçilerin zaman aşımından nasıl yararlandırıldığı gerçeğini örtmeye yetmez. Evet, nice suçlular gördük ki, dosyaları bir şekilde mahkemelerde kayboldu (Ergenekon davası sürecini hatırlayınız); yada bu kişilerin davaları mahkemelerde sümen altı edilip millete unutturuldu. Takip eden bir kaç sene içerisinde ise zaman aşımı bahanesi ile bir takım hesap defterleri tamamen kapatıldı. Sanırım millet olarak artık sadece demokrasi ve laiklik gibi kavramları değil, hukuk ve yargı sistemimizin belirli uygulamalarını da tartışmaya açmamızın zamanı geldi. Zaten bu süreç başlamış durumda. Türban kanunen yasak olmadığı halde, ucu açık bazı ifadelerin nasıl kişisel yorumlara kurban edildiklerini senelerdir izliyoruz. Bu tartışılmaya başlandı halk arasında. Aynı şekilde, son AKP-Yargı çekişmesi sürecinde, bazı yargı üyelerinin Cumhuriyetimizin kuvvetler ayrılığı ilkesini nasıl ihlal ettiklerini ve nasıl hadleri olmayan ''bildirilere'' imza atttıklarını da gördük. Çok yakında bu da tartışımlaya başlanacaktır.

Dikkat ediniz... Uzun bir süredir Ergenekon'un üzerine gitme konusunda ciddi bir adım atıl(a)mıyor. Suçları delilleri ile kesinleşmiş bulunan bazı kişilerin akıbetleri ne olacak millet hala bilmiyor. Soruşturmanın kapsamının şimdiden çok daha farklı boyutlara ulaştırılabilmesi gerekiyordu oysa. Geçenlerde Cem Uzan'ın davasının nasıl zaman aşımına uğra(tıl)dığını görünce, aklıma hemen Ergenekon terör örgütü ve onun yakalanan meşhur bazı mensuplarının isimleri geldi. Acaba! dedim kendi kendime. Zaman aşımı, Ergenekon'un bu fertleri için de uygulanır mı ki ileride diye düşünmeden edemedim. Bunun olmaması için hiç bir güvencemiz yok çünkü. Tavsif ettiğim hastalıklı ''zaman aşımı'' süreci nasıl olsa birileri istediğinde halkımızın ve adalet sistemimizin aleyhine işlemeye başlıyor bir şekilde. Uzan'ın dolandırıcılık suçları kanıtlanmış suçlar. Üstelik üzerinden çok kısa bir süre geçti bu suçların. Öyle 20-30 senelik olaylardan değil, 4-5 senelik kısa bir zaman diliminden bahsediyoruz.

Ergenekon tutukluları üzerinden hissettiğimiz belirsizlik beni bu yüzden endişelendiriyor. Bu kişilerin iki sene sonra, ''zaman aşımından'' ötürü salıverilmelerini görmek beni çok üzecek. Böylece millet olarak bir mücadeleyi daha kaybetmiş, terör mensuplarına yeni kahramanlıklar için güç ve cesaret aşılamış olacağız. Umarım bu yorumlarım kendini gerçekleyen kehanet hükmüne geçmezler.

Zaman aşımı konusu işte böyle bir süreç. Elbette belirli hassasiyetler göz önünde bulundurularak ortaya çıkarılmış bir kavram ve uygulama bu. Ancak her araç gibi o da tutanın elinde yanlış kullanımlara alet olabilir; oluyorda. Kanaatim; bu kavramın ve uygulamasının hukuk sistemimizde kapsamı alanına taşırılarak bazen yanlış amaçlar için kullanıldığı yönünde. Bunun gerekçesini de az önce izah etmeye çalıştım. Dini literatürde bu kavram daha çok mülkiyet hakları kapsamında ele alınıyor. İster mantık planında değerlendirin isterseniz dini planda; suçu ispatlanmış bir kişinin suçunun zaman aşımına uğraması ve sırf bu nedenle bir ''hak'' kazanması, cezasını çekmeden özgürlüğüne kavuşması kabul edilemez bir durum. İşte bu nedenle, ispatlanmış suçlar irtikab edenlerin, hırsızların, katilllerin vb. zaman aşımı bahane edilerek rahata ve özgürlüğe kavusturulmaları mantıken saçmadır ve ivedilikle revize edilmesi gerekmektedir. Dinen de caiz olmayan bu uygulamanın (aşağıdaki notu okuyunuz) kapsama alanı ve yürürlülük esasları bir an önce daraltılmalı ve çerçevesi yeniden belirlenmelidir. Belirlenmelidir ki, Ergenekon teröristlerinin benzer bir süreç kullanılarak serbest bırakılmalarının önüne bir an evvel geçilebilsin. Baykal'ın da dediği gibi; ''Şeriat'ın kestiği parmak acımaz'' ve acımamalıdır da. Suçu işleyen suçunu hak ettiği derecede çekmeli ve adeletin kılıcından kaçamamalıdır. Umarım bu konuda da son sözü söyleyen halk olur.

Not: Mevzuyu din planına taşıdığım için umarım bazı laikçiler (laik demiyorum) hemen tepki üretmeye başlamazlar. Bu vesile ile böylelerine hemen bir hatırlatmada bulunayım. CHP lideri Baykal'ın kürsülere çıkıp İmam Yusuf'tan fetvalar izhar ettiği; laik üniversitelerimizin laikçi rektörlerinin türban fetvaları açıkladıkları günlerin içinden geçiyoruz. AKP aleyhine açılan haksız kapatma davasını yorumlarken, laik mahkemelerimizi kastederek, ''şeriatın kestiği parmak acımaz'' diyebilen bir Baykal'ı ve onu alkışlayan laiklik istismarcısı CHP'li kitleleri hayretler içerisinde izlediğimiz garip bir zaman diliminin içerisindeyiz. Konuyu din alanına taşırken işte bu çevrelerden destek alarak yazıyorum...

28 Mart 2008 Cuma

ERTUĞRUL ÖZKÖK AYNAYA BAKIP YAZARSA!

Bu yazı 2 Nisan 2008 tarihli IV.Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Yazının takip eden bölümlerine ışık tutması açısından yazıma mecaz bir söylem ile başlamak istiyorum. Sanırım Ertuğrul Özkök bazı yazılarını aynaya bakarak yazıyor. Bunun ne anlama geldiğini, bir şeklin görüntüsünün aynada nasıl tezahür ettiğini bilirsiniz? Görüntülerin aynadaki akisleri ters olduğu için, mesela bir yazıyı aynaya bakıp okumak çok zordur. Hal böyle iken daha da zor olanı deneyip aynaya bakarak yazı yazmak ise hiç akıl karı değildir. Peki bu mecazi aynanın mahiyeti nedir diye soracak olursanız, yanıtım şudur: Bu ayna hakikat değil, iğfal yansıtan bir aynadır. Hani şu lünaparklardaki gibi; hakikati (insanın gerçek şeklini) normal boyutlarında değil de, ışığı iğfal ederek, yanılsama oluşturarak ve odağından saptırarak deve veya cüce şeklinde gösteren aynalar...

Özkök'ün bana bu mecazı hatırlatan yazısına (Hürriyet, 26 Mart 2008) değinerek devam etmek istiyorum.

''Ortak akıl, krize el koyuyor'' başlıklı bir yazıyı ulusalcı bir yayın organı haline gelen Hürriyet'te değilde, mesela; demokrat Taraf Gazetesi'nde okusanız nasıl bir ilk izlenime kapılırdınız? Sizin adınıza bir çıkarımda bulunmama izin verin. Herhalde, temsil kabiliyeti olan birileri bir araya geldiler ve son yaşanan parti kapatma teklifine, bu teklifin hassas ekonomimiz üzerindeki olumsuz tesirine, demokrasiye müdahele planlarına (ortaya çıkarılan darbeler) ve demokrasi rayına döşenmiş bazı suikast bombalarına (planlarına) dur dediler şeklinde düşünürdünüz değil mi?

Halbuki aynı ifade ışığı, Ertuğrul Özkök gibi ulusalcı ve İlhan Abici bazı yazarların gözleri önündeki aynaya yansıdığında hadise çok farklı bir mahiyet kazanıyor ve şu anlama geliyor: Sivil toplum kuruluşları bir araya geldi ve tıpkı bizim gibi düşünerek (ulusalcı kanat) ''uzlaşma'' istedi. Yani, Ergenekon diye birşey yok. Hükümet yargıyı kullanarak gereksiz yere bir savaş başlattı... Aydınları! susturuyor... Yargı ve Ordu'yu hedef alıyor... Ülkeyi geriyor... ve çok asabi hareket ediyor...

İşte Özkök ve benzerlerinin önlerinde duran ve kendisine bakarak yazılarını yazdıkları 'deve', 'cüce' aynası böyle bir işlem görüyor. Gelin şimdi biz hakikatin aynalardaki yansımalarından gözümüzü bir an için alalım ve objenin kendisine yani hakikate, olayların aslına dikkat kesilelim.

Özkök'ün ilgili yazısına konu olan ''ortak akıl'', 40 milyon insanı temsil kabiliyeti olan sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelerek yaptığı değerlendirmeye tekabül ediyor. Evet bu kuruluşlar bir araya gelip ortak bir açıklama yaptılar; ancak üzerinde durdukları ana tema ''ülkemizde huzur ortamının devam ettirilmesi'' şeklindedir. Bunun nasılına değinen açıklamalar içerisinde, ''siyasi partilerin kolaylıkla kapatılabilmesi... demokratik süreç ve kurumların güçlenmesine hizmet etmek yerine zarar vermektedir'' şeklinde bir ifade de vardı. Oysa Özkök, demokrasi vurgulu bu uyarıyı görmeyerek, AKP'nin kapatılması konusuna hiç değinmiyor yazısında. Konuyu ustalıkla, ulusalcı kanadın Selçuk, Perinçek ve Alemdaroğlu tutuklanmalarının hemen ardından geliştirdiği ''uzlaşmacılık'' postuna bürüyor.

Şu ifadelere bir göz atalım:

''Bütün bunların anlamı şu. 'Sivil toplum', yani Türkiye’nin 'ortak aklı', 'ortak sağduyusu' krize el koyuyor. Siyasetçilerin bundan etkilenmemesi mümkün değil. Etkilenmezlerse, bundan böyle demokrasi kelimesini de ağızlarına almamalıdırlar.''

Özkök'ün de varlığını kabul ettiği ve 40 milyon insanı temsil kabiliyeti olan (bu arada yüzde ellisi AKP'ye oy vermiş olan) insanımızı temsil eden bu 'sivil toplum' kuruluşları ''parti kapatma, demokrasiye zarar verir derken'', bunu görmezden gelip, AKP kapatılsın ama Ergenekoncuların da üzerine sinirli bir şekilde gitmesin, sakinleşsin, uzlaşsın şeklinde göz boyamak demokrasi ile nasıl açıklanabilir. Acaba bu göz boyamanın ardından utanmadan ortaya çıkıpta ''etkilenmezlerse, bundan böyle demokrasi kelimesini ağızlarına almasınlar'' demeye nasıl cüret edebilir bir insan. Halkın yüzde ellisinin demokratik haklarını kullanarak seçtiği bir partiyi kapatmaya çalışıyorsunuz... Baykal zamanı geldi diyor... Varlığını inkar ettiğiniz Ergenekon teröristleri darbe planlıyor... İlhan abiniz de bu örgütün peşindeki savcıları tehdit edip duruyor... Acaba, ''demokrasi kelimesini ağzına almaması gerekenler'' kimler diye merak ediyorum..., ya da ''sivil toplumun ortak aklını'' görmezden gelenler, ondan ''etkilenmeyenler''... Hem yeri gelmişken! Seçimden hemen sonra aynı sivil toplumu ''göbeğini kaşıyan adam'' ve ''ahmak'' olarak nitelendiren bazı yazarlar hala gazetenizde yazıyor ve bir tanesi zatınızın da ödül dağıttığı bir törende ödül alıyor! (DKM, 27 Mart 2008). Bu turşunun adını bize de bağışlar mısınız?

Özkök'ün önündeki aynaya bakarak yazdığı yazıdan başka alıntılarla devam edelim:

''İlhan Selçuk, bu kadar hoyratça bir gözaltından sonra, Başbakan’a 'uzlaştırma' çağrısı yapabiliyorsa, herkesin kendi sinirlerini, kendi öfkelerini kontrol altına almak gibi tarihi bir görevi var demektir. Bunun için ne yapmalıyız?... Herkes kulaklarını 'marjinallere', 'savaş tamtamları çalanlara', 'rövanşizme', 'intikamcılığa', savaşa çağıran seslere, kalemlere kulaklarını tıkayacak... Beş on bin satan gazete köşelerinde uydurulan abuk sabuk komplo teorilerini elinin tersiyle itecek.''

Bir şeyi anlamakta güçlük çekiyorum. Selçuk'un kendisi bile kendisini gayet kibar bir atmosferde sorguya götüren ''küpeli'' ve ''okumuş çocuklar'' olan polislere laf edemedi. Bu ulusalcı kanadın olayın sadece zamanına bakarak (sabah saat 4'te) konuyu ''hoyratça'' şeklinde yorumlamalarını anlamak güç. Yahu bu ülke, 12 Eylül dönemlerinde evlerinden götürülen ve kendilerinden bir daha haber alınamayan insanların, aydınların hikayelerini dinlemiş bir ülke. Kendiniz de o dönemlerde bunları tecrübe ettiğiniz halde, artık işini nezaketle yapan, döverek, tartaklayarak adam götürmeyen bir polis buldunuzda neden rahatsız oluyorsunuz? Kıymetini bilsenize. Neden tek söyleyebildiğiniz şey, ''sabah'ın o saatinde alınır mı?'' dan öteye geçemiyor? ve bunu ''hoyratlık'' olarak nitelendiriyor sunuz? Oysa Sacvılık bu sorunuzun cevabını vermişti. Gözaltına alınanlardan bir kaçı erken vakitte yurt dışında bir toplantıya gideceği için operasyonu erkene almaları gerektiğini ifade etmişlerdi. Savcılık, Genelkurmay gibi ''andıç'' uygulamadığına göre, bunlar sizin gazetede yazılmadı galiba!

Hem sonra, İlhan Selçuk salıverildikten sonra ''sakinleşti'' de biz mi farketmedik? Adam hala savcı tehdit edip duruyor. Dünkü, ''Yargı Sisteminin İade-i İtibarı'' başlıklı yazımda bunu detayları ile resmettim (DKM, 27 Mart 2008). Aradan daha bir gün geçti, adam çıkıp savcıyı tekrar tehdit etti: ''Kendi kariyerini tehlikeye atma'' diyerek. Hem de utanmadan; ben yaşlıyım, bunca hastalığım var. Ölseydim katil olacaktın ''katil savcı!'' pişkinliği ile karışık sundu arzettiğim tehdidini. Aklıma gelmişken sorayım: Ergenekon hakkında haber yapan Taraf gazetesi'nden bir gazetecinin evini bastı polis dün. Evde gazetecinin yaşlı annesi vardı. Eğer o kadıncağız da kalpten gitseydi, İlhan Selçuk bu baskına onay veren savcıyı da ''katil'' diyerek tavsif edecek miydi? Yoksa benim savcım ''iyi'', senin ki ''kötü'' yü mü oynayacaktı?

Tüm bunların nesi sakinleşme belirtisi anlayamıyorum. Salıverildikten sonraki ilk açıklamasında hükümete yüklenerek onu, ''yargıyı'' ve ''orduyu'' hedef almakla suçlamadı mı? Hem de yakalanan Ergenekoncuların (Perinçek'in partisinden çıkan belgelerin de desteği ile) yargıç ve komutan öldürme planları göz önünde iken... Buna rağmen Perinçek tutuklanması karşısında hala ''hedefte ordu ve yargı var'' diyebilmişken... Şimdi aynı adam çıkıpta hükümete karşı ''uzlaşı'' kelimesini kullandı diye, bu tehdit dolu ve saldırgan beyanları nasıl ''sakinleşme'' belirtisi olarak kabul edeceğiz ve pişkinlikle, bu suçlamayı yönelttiği partinin liderine ''yahu sakin ol, sakin'' diyeceğiz? Ayrıca, adamların ''uzlaşma'' dan ne kast ettiklerini de iyi biliyoruz: Sakinleştikleri filan yok. Tek istedikleri Ergenekon'un üzerine gidilmemesi ve 'partinin kapatılmamasına karşılık' meselenin (yani bu terör örgütünün) hasır altı edilmesi. Özkök'e soruyorum: Hala sakinleşmeyip ortalığa tehditler savuran Selçuk'un da ''kendi sinirini ve öfkesini kontrol altına almak gibi tarihi bir görevi'' yok mudur? Hem de tarihimizde belkide ilk defa devletin ve milletin savcıları bu kadar açıktan tehdit ediliyor, saygısızca tahkir ediliyorken... Umarım Selçuk ve diğer 'İlhan abiciler' Türkiye Gazeteciler Cemiyetinin en son yayınladığı mesajda savunduğu gazeteci tanımını okurlar: ''Gazeteci... iftira, hakaret, lekeleme, saptırma, manipülasyon, söylenti, dedikodu ve dayanaksız suçlamalardan kesinlikle uzak durur... her ne amaçla olursa olsun, tehdit ve şantaj gibi yollara başvurmaz.'' (DKM, 28 Mart 2008).

Özkök'ün aynasından bizlere yansıttığı çözüm de süper. Neymiş; ''herkes kulaklarını 'marjinallere', 'savaş tamtamları çalanlara', 'rövanşizme', 'intikamcılığa', savaşa çağıran seslere, kalemlere kulaklarını tıkayacak''mış... Beş on bin satan gazete köşelerinde uydurulan abuk sabuk komplo teorilerini elinin tersiyle itecek''miş. Yapma ya! Devletin güvenlik birimleri Ergenekon hakkında her gün yeni bir delil ortaya çıkarırken, Veli Küçük'ün bizzat notlarının başlığı Ergenekon... ifadeleri ile süslenmişken bu örgütlenmenin mafya kurmak, adam fişlemek, yargıç ve kuvvet komutanı katletmek planları ortaya çıkarılmışken... darbe planları bizzat ispatlanmışken... bu kişiler, ''marjinal'', ''savaş tamtamcısı'', ''rövanşist'', ''intikamcı'' olmuyor da; kanuni görevlerini yapan savcı ve emniyet mensupları ile bunları köşelerine taşıyan yazarlar mı oluyor?

Son bir sorum daha var Özkök'e. Artık bir şeyin hakikat olarak değer kazanabilmesi için yazıldığı gazetenin illaki yüksek tirajlı mı olması gerekiyor? Tirajı bir kaç bin diye Taraf veya başka bir gazetenin haber yaptığı deliller direk olarak komplo teorisi yerine mi geçiyor? Sizin tekzip edilmiş yüzlerce haberinizi tirajınız yüksek diye bu halk kabul mü etmeliydi? Ya da parti kapatmaya temel oluşturan ''hiç uydurulmamış!'' haberlerinizi... Madem artık 'tirajın kadar konuş', 'tirajın azsa seni takmaya lüzum yok' gazeteciliği öneriyorsunuz, o zaman Taraf Gazetesi'ne bir öneri yapayım: Bundan sonra elinize geçen ilginç Ergenekon haberlerini Zaman Gazetesi'ne postalayınız. Malum, nerede ise Hürriyet ve Milliyet'in toplamından çok satıyor. O zaman dikkate alır belki Özkök bu haberleri ve Ergenekon diye bir terör örgütünün varlığını (Veli Küçük'ün notlarını görmezden gelsede) kabul etmiş olur.

Yazısını bitirirken şöyle diyor Özkök: ''Ben geçen pazar gününden beri bu 'muzır neşriyata' kulaklarımı tıkadım. İnanın ne olup bittiğine daha sağlıklı bakıyorum. Daha güzel, daha pozitif düşünüyorum.'' Ne olup bittiğine nasıl daha sağlıklı baktığın, hangi aynadan bakarak yazdığın bu yazı ile ifadesini bulmuştur. ''Muzır neşriyatı okumayı bırakma'' tavsiyesine gelince: Asıl ''muzır neşriyat'' hangisi acaba? Özkök'ün ilgili tavsiyesini mevcut Hürriyet okurlarına bir belletmek lazım. 28 Mart 2008

26 Mart 2008 Çarşamba

YARGI SİSTEMİNİN İADE-İ İTİBARI

Bu yazı 27 Mart 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Başlıkta kullandığım terim bildiğiniz üzere, vakti zamanında itibarı bir şekilde zedelenmiş, dumura uğratılmış bir kişinin yada kurumun yok olan, hasar gören itibarının geriye teslim edilmesi, temize çıkarılması vb. anlamlara geliyor. Bunun gerçekleşmesi için ilgili kişinin hayatta olması da gerekmiyor. Mesela seneler önce (haksız) nedenlerle asılmış bir kişinin seneler sonra itibarı iade! edilebiliyor. Daha enteresan olanı, halen hayatta olan bir kişi ya da kurumun itibarlarının zaten aramızdan göçüp gitmiş olanlarına kıyasla daha az hatırlanıyor, düşünülüyor olması. İşte bu yazıda, halen nefes alabilen yargı sistemimizin iade-i itibarı konusuna değineceğim.

Sizleri bilemem ama ben yaşanan son gelişmelerden ve ulusalcı kesimin yargının saygın kimliğine zarar veriyor olmasından son derece endişe duymaktayım. Herkes yaşanan gerginliğin bir tarafına doğru hızla sürüklenirken, halen hayatta olan hukuk sistemimizin onurunun ve saygınlığının nasıl ayaklar altına alındığını fark eden az. Meseleyi; falan yargıcın yanlı, ideolojik kararı; filan yargıcın saat 4'te iş başı yapmasının sorun olması! noktasında ele almıyorum. Ulusalcı kanadın yargı sistemini nasıl manipüle etmeye çalıştığını zaten delilleri ile izliyoruz. Bu meslek grubundan birilerinin bir takım hataların içine düşmesi tüm yargı sistemimize teşmil edilemez.

Beni rahatsız eden ve endişelendiren husus yaşanan bu son süreçte yargı mensuplarımızı tehdit etmenin ne kadar kolay hale geldiği hususu ve maalesef bu öfke tufanının cezalandırılması noktasında yargımızın hiç bir tepki vermiyor olması. Söylenenler yenilir yutulur cinsten değil. Demokrasi ve ifade özgürlüğü ile de hiç alakası yok. Çünkü adamlar ortaya alternatif, aykırı bir fikir filan sunmuyorlar. Açıkça tehdit ediyorlar.

Hatırlarsanız, İlhan Selçuk ''savcı görevini yapmasın, görür gününü'' tehditleri savurmuştu gözaltına alınmadan bir iki gün evvel. Baykal ise seçimden hemen önce 367 konusunda (Danıştay) hele gerekeni yapmasın ülkede 'kan çıkar' demişti. Benzer taşkınlıkların ve sokak kabadayılığının bu kesimin başka fertleri tarafından da dile getirildiğini ya medyada okuyor ya da etrafımızdaki fertlerinden duyuyoruz. Bu öfke tufanı arasında gözlerden kaybolan bir hakaret daha vardı. Kanaltürk'ün sahibi Tuncay Özkan da çıkıp milletin seçtiği bir bakana (bağışlayın) ''köpek'' tabirini kullanarak hakaret edebilmişti (DKM, 23 Mart 2008).

Bu sürece en son dahil olan kişi, tutuklanan İşçi Partisi Genel Başkanı Perinçek'in avukatı ve Parti Genel Sekreteri Nusret Senem. Bakın ne diyor kendisi: ''İşçi Partisi'ne leke sürecek adamın biz alnını karışlarız'' (Samanyolu Haber, 24 Mart 2008). Ne demek istediğim herhalde sizler gibi nazik ve sakin insanlar nezdinde herhalde anlaşılıyordur. Anlaşılıyordur da; bu insanların serdettikleri bu ciddi tehditlerin neden yanlarına kar kaldığını sizler de benim gibi anlayamıyorsunuzdur herhalde!

Oysa bunlar hukuk devleti kapsamında çok ciddi suç unsurları. Bir insanın 'seni mahvederim' demesi bir mahkemede 'adam tehdit etme' kapsamına alınabilir. Hedefteki kişiye gerçekten bir şey olursa, bu tehditleri sarf eden kişilerin hiç bir kaçar yolu da olmaz bir hakimin önünde. Ciddi bir suçlama unsurudur bu çünkü. Bu ulusalcılarımız ortaya çıkmış; birisi ''gerekeni yapma gününü görürsün diyor'', diğeri ''kan çıkar diyor'', diğeri de ''alnını karışlarım diyor.'' Ya hu madem bu kadar erkeksiniz, gününü nasıl göstereceğinizi de söylesenize?... Ya da alnını nasıl karışlayacağınızı?... Bir savcının bu tehditlere karşı suç duyurusunda bulunması için bu kişilerin bu tanımlamaları yapması bile gerekmiyor üstelik. Tehdidin kendisi bunun için yeterli bir gerekçe.

Peki bu noktada soruyorum: Neden hukuk sistemimiz içerisinden birileri çıkmıyor ve yargı mensuplarımızın bu şekilde aşağılanmasına, kendi mesleklerinin ve onurlarının bu şekilde yıpratılmasına ses çıkarmıyor? İlhan Selçuk, Ergenekon soruşturmasından ziyade öncelikle bu tehditvari üslubundan dolayı sorguya çekilmeliydi; ama olmadı. Millet ''Aman İlhan Abi'miz yaşlı'' tiriplerine girdi hemen. Adam çetecilikten yargılanıyor, ama bazı gazeteciler meseleyi ''ifade özgürlüğü'' maskesi ile örtüp zihin bulandırma telaşındalar. Herkes gözünü Ergenekon'a dikmiş. Arada yargı sistemimiz yıpranıyormuş, halkın yargıya ve yargı mensuplarına olan itibarı sarsılıyormuş bakan eden yok. Gözaltından şartlı salıverildikten sonraki ilk yazısında gene hükümete yüklenen İlhan Selçuk, ''İktidar yargıyla oynamaya başlamak hevesine kapıldı mı ülkede ne huzur kalır ne de istikrar...'' diye yazıyordu. Bu ne pişkinlik böyle? Sormak lazım: Peki yargı üyelerini açıkça tehdit etmek ne zaman ''yargıyla oynamak'' gibi belirsiz bir fiilden daha masum hale geldi?

Böyle bir garabette şüphesiz iki faktörün bileşkesi etkili bir rol oynuyor. Birinci ve en etkili sebep, Ergenekon örgütü ile çok ciddi bağlantıları ortaya çıkan ulusalcı kesimin dinmek bilmeyen öfkesi ve hayatta kalma mücadelesi altında sergilediği taşkınlık. Bu kesim yaşanan gözaltıların ve ispatlanan suçların etkisini hafifletecek, paratöner görevi ifa edecek propagandalara ihtiyaç duyuyor ve yargıya yüklenmesinin, onu etki altında tutmaya çalışmasının temel nedeni de bu. Bu süreçte laiklik, demokrasi, vatan elden gidiyor tarzı her türlü değer istismar edilecek ve ediliyorda. Diğer yandan, devlet kanadı bu kesimin taşkınlık nedenlerinin farkında; ancak onun büyük propaganda gücünden ve halkı (özellikle laik kesimleri) iğfal etme (aldatma) kabiliyetinden de çekiniyor. Zira, bu kesim bıyık altından; ipimiz piyasaya çıktı telaşı yaşarken, diğer yandan son bir çırpınış sergilemeyi de ihmal etmiyor. Bu uğurda kullandıkları en büyük koz örgütün altına gizlendiği milliyetçilik! ve vatan kurtarma! postu. İşte bu yöntemi kullanarak laik kesimlerin ve yargının zihnini bulandırmak, dikkatlerini dağıtmak istiyorlar. CHP, Doğan Grubu medyası ve Cumhuriyet Gazetesinin Ergenekon'dan hiç bahsetmemesinin ya da Baykal örneğinde olduğu gibi savunmasının (Zaman, 26 Mart 2008) hikmeti ne sanıyorsunuz!... Yaşanan soruşturmayı, 'kişilere ve laik kesime karşı bir şey yapmıyorum'; 'sadece bir örgütün peşindeyim' haklı yöntemi ile selamete kavuşturmayı hedefleyen devlet kanadı, bu kişilerin hakaret ve tehditlerine karşı bu nedenle sert önlemler almıyor, alamıyor. Zira iyi biliyor ki, Ergenekoncu kanadın suçlanan fertleri böyle bir durumda hemen ''mağdur'' rolü oynayacaklar ve daha çok propaganda yaparak meseleyi ''vatanseverler eziliyor'' noktasına getirerek hedef saptıracaklar. Yakalananlardan bazılarının Rus, bir kısmının da Amerika bağlantıları ortada iken, çıkıpta; ''hükümet vatanı Amerika'lılara teslim ediyor'' çığlıkları atıyor olmaları da bu bağlamda değerlendirilebilir.

İşte bu iki etkenin garip ittihadı ülkemizi böyle içler acısı bir hale sokuyor. Yargı ne zaman beğendikleri bir iş yapsa, ''yargıya zarar vermeyelim'' diyenler, aleyhlerinde bir iş yapınca da ortalığa saçılıp bizzat savcı tehdit ederek yargıya zarar vermemiş oluyorlar!. Yargı mensuplarından önemli bir rica ile bitirmek istiyorum. Ortalık biraz süt liman olurda, şu Ergenekon belasından kurtulursak, şu savcı ve yargıç tehditçilerinin de ifadesini bir alın. Bakalım kim kimin ''alnını karışlıyormuş'' o zaman görsünler ve hadlerini bilip bu milletin kanun adamına saygı duymak zorunda olduklarını idrak etsinler. Umarım zamanı gelince kendi hukuk sistemimiz kendisine ait olan bu iade-i itibar işini sağlıklı bir şekilde yerine getirebilir. Ortalıkta kabadayılık taslayan bu kendini bilmezlere verilecek bu tarz bir hukuki yanıt, aynı zamanda halkımızın ve Cumhuriyetimizin de iade-i itibarı anlamına gelecektir. Milletimiz bunu ziyadesiyle hak ediyor, öyle değil mi? 26 Mart 2008

21 Mart 2008 Cuma

HÜRRİYET'TEN ÜLKEMİZ GAZETECİLİĞİNE BİR KATKI DAHA!

Bu yazı 24 Mart 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Ergenekon soruşturmasının gelip dayandığı noktayı hepimiz hayretler içerisinde izliyoruz. Bir kısım insanlar olayın İlhan Selçuk, Perinçek ve Alemdaroğlu gibi kelli felli isimlere dayanmış olmasından ötürü hayrete düştüler. Benim de içinde bulunduğum bir başka kesim ise, bu isimlerin soruşturma sürecinin içerisine dahil olmuş olmasından değil, bu kadar erken bir aşamada dahil olmuş olmasından dolayı şaşkın.

Dikkat ediniz, bu satırlar ile savcılık tarafından yalnızca gözaltına ve soruşturma kapsamına alınmış bulunan kişilerin suçları kesinmiş gibi bir ön kabul yapmıyorum. Bu kişilerin isimleri bir takım gelişmelerin arefesinde kamuoyuna yansımıştı zaten. O nedenle de Ergenekon soruşturmasının kapsamı genişledikçe şahsen bu isimlerin de bir gün gündeme geleceğini bekliyordum ben. Beni şaşırtan; henüz daha dar kapsamda birileri soruşturma kapsamına dahil olmadan, sürecin aniden böyle meşhur isimlere sıçrayabilmiş olması. Bu, Ergenekon soruşturmasının geldiği noktanın ve devletin bu süreci ne kadar ciddiye aldığının en önemli göstergesi konumunda bence.

Hatırlayınız... Cumhuriyet Gazetesi'ne atılan bombalar Cumhuriyet Gazetesi ve Hürriyet Gazetesi tarafından bir anda ''dincilere'' yıkılmaya çalışılmış (tıpkı Danıştay baskını gibi), ancak bombalama eyleminin Ergenekon yapılanmasının işi olduğu bizzat kanıtlanınca da nedense Cumhuriyet Gazetesi'nin hiç sesi soluğu çıkmamıştı. Oysa herkes, kendisini bombalamış bir yapının suç üstü yakalanmış olmasından ötürü en çok Cumhuriyet Gazetesi'nin ve İlhan Selçuk'un memnun olacağını beklemişti. Aradan geçen onca zamandan sonra, sevgili Selçuk ortaya çıkıpta Ergenekon aleyhine hiç bir yazı da yazmayınca insanlar durumdan rahatsız olmuşlar, garip bir komplo halet-i ruhiyesinin içerisine girivermişlerdi. Kendisinin bu konuda yazdığı nadir yazılardan birisinde sadece, 'asıl Hizbullah'a bakmak lazım' şeklinde bir yönlendirme yapmış olması da duyulan şüphelere tuz biber ekmek dışında bir tesir icra etmemişti kamuoyunda.

En ilginç hikaye ise Perinçek'in. Bazı gazetelerin, ''Kıvrıkoğlu Paşa Özkök'ü neden istemedi'' şeklindeki haber ve röpotajları ülkede kısa süren; bir çoklarının gözünden kaçsada, çok etkili bir tesir hasıl etti. Olayın bir ucu halen tutuklu bulunan Veli Küçük'e dayanınca konunun kendisine yöneleceğini (bir şekilde!) hisseden Perinçek, panikledi ve Kıvrıkoğlu'nun Veli Küçük'ü Kuzey Irak'ta bir takım operasyonlar yapmak ve oluşum kurmak üzere bizzat görevlendirdiğini açıkladı. Ben yaşanan bu son süreçte Perinçek'in bu ani paniğinin de bir etkisi olduğunu düşünüyorum.

Ülke gündemine bomba gibi bir anda düşen parti kapatma hadisesini değişik şekillerde yorumlayanlar oldu. Ulusalcı-CHP kanadına göre zaten bunun zamanı gelmişti: AKP derhal def edilmeliydi. Karşıt cepheye göre ise, oligarşik bir kesim yargıyı tesir altında tutarak ''hukuki bir darbe'' (ifade ulusalcı çevrelere ait) planlamışlardı çoktandır. İşin bu noktasında belki de Şamil Tayyar (DKM, 21 Mart 2008) haklı olabilir. Kendisi bu ani kapatma hadisesinin nedenini, bu üç önemli ismin soruşturma kapsamına alınacak olmasına bağladı ve aslında önceden planlanmış bu ''hukuki darbenin'', yaşanacak gelişmenin Ergenekoncu kesimler tarafından bir şekilde bilindiği için öne alındığını iddia etti. Yani bu üç ismi bir şekilde kurtarma operasyonu, önleyici bir darbe... AKP'yi kapatma davası gündeme geldiğinde, bazı arkadaşlarımın sordukları, benim de cevaplayamadığım bir soru vardı: Ulusalcı çevrelerin; işi kesin bir şekilde üstlenecek, davanın sonunu getirene kadar ısrarlı takipçisi olacak 7-8 savcıyı bu kadar kısa sürede nasıl ikna edebildiklerini anlamak güç; ama bunu garanti etmeden de böyle bir işe girişmiş olmaları akıl karı değil. Bu nasıl olabilir? şeklinde soruyordu arkadaşlarım. Sanırım yaşanan son gelişme ile merakları biraz olsun azalmıştır.

Gelelim Hürriyet'e. Sizi bilemem; ama ben Hürriyet ve Milliyet Gazetelerini normal şartlarda hiç okumadığım halde bu tür kritik olaylar gündeme düştüğünde mutlaka ziyaret ederim. Küçük kutucuklar içerisine yerleştirilmiş resimler üzerine kazınmış mesajlar olayın Doğan gurubu tarafından nasıl irdelendiğine ve nasıl kullanılacağına dair çok önemli ip uçları verir bana.

Bu sefer de öyle yaptım ve Hürriyet'in sayfasını açtım hemen. Bir de ne göreyim! Sayfanın en tepesine konmuş, ilk başta önemli bir röportaj olduğu izlenimini veren bir haber: ''Kilit adam Saygı Öztürk'e konuştu.'' Haberin alt başlığı ise daha da ilginç: ''Türkiye’yi sarsan Ergenekon Soruşturmasının ilk sinyalini veren Tuncay Güney, Gazeteci-yazar Saygı Öztürk’e konuştu. İŞTE SAYGI ÖZTÜRK’ÜN KALEMİNDEN İNANILMAZ OLAYLAR ZİNCİRİNİN DERİN HALKALARI!..'' (Hürriyet, 21 Mart 2008).

Şimdi hepiniz böyle bir başlığın ardından önemli ve uzun bir röportaj ve yazı dizisi okuyacağınızı beklersiniz değil mi? Ben de o beklentiler içerisinde başlığın altındaki 12-13 kısa paragrafı okudum. Haber kesinlikle bir röportaj değil. Zira bu kısa paragrafların içerisinde kendisi ile konuşulduğu söylenen Yahudi Din Adamı'na (Tuncay Güney) ait sadece iki alıntı (tırnak içinde) ifade var. Saygı Öztürk'ün, ''çok önemli olaylar zincirini'' ortaya dökeceğini söyleyerek, kendisi ile görüştüğü bir kişiden bizler için uygun görüp seçtiği iki alıntı bakın nelermiş:

“Elhamdülillah ben Müslüman değilim. Ama bu benim İsrail ajanı olduğumu, İsrail'e çalıştığımı göstermez. Ben Musa’nın kitabına inanıyorum ve mesihi bekleyenlerdenim.”... ve [Veli Küçük ile] ''en az 100 defa görüşmüşüzdür.''

Seçilen Yahudi rabbay'ın (din adamı demek) dini yetkinliği beni biraz şaşırttı doğrusu. Konu ile alakası olmadığı halde bahsetmeden geçersem içimde kalacak. Karşımızda, Elhamdülillah diyen bir rabbay var. Yahudilikte bunun karşılığı yok. Tamamen İslamiyete özgü bir dini kabul. Ayrıca, ifade içerisinde şöyle bir akıl kıtlığı sergilenmiş: ''Müslüman olmayanlar mutlaka Yahudi ajanıdır diye düşünen birileri vardır.'' Bu görüşün dünya üzerinde karşılığı yok. Dünya üzerinde hiçbir yerde kimse çıkıpta yukarıdaki iddiada bulunmuyor ki, ''Müslüman olmasamda Mossad ajanı değilim'' şeklinde bir savunmaya gerek olsun. Hem bildiğim kadarı ile, Yahudiler ''ben Musa'nın kitabına inanıyorum'' demezler hiç bir zaman. Tanrı'nın gönderdiği emirler (kitap) kavramı vardır onlarda da. Sonra, Yahudiler ''mesih'' beklemezler. Mesih dini terminoloji de İsa'ya tekabül eder. Mesih bekleyen Hıristiyanlardır. İsim Hz. İsa'ya işaret ettiği için Müslümanlar da bu kategoriye girerler. Yahudiler sadece bir ''kurtarıcı'' beklerler. Bu daha çok bir kraldır. Kral Davut'un soyundan gelecek olan, mesih ismi ile çağrılmayan, Yahudileri kutsal topraklarda buluşturacak olan bir kral lider. Şu Yahudi ile bir de ben konuşmak isterdim doğrusu.

Gelelim sadede... İş asıl buradan sonra ilginçleşiyor. Birisi ile ''çarpıcı ilişkileri'' ortaya çıkaracak olan bir görüşme yapıyorsunuz, ama ortada sadece iki adet alıntı var. Bu alıntıların haberin amacına dönük hiç bir fonksiyonu da yok. Çünkü haberin amacı; Ergenekon ile Fethullah Gülen arasında bir bağlantı kurmaya çalışmak. Yorumları (röportajı!) gülünç kılan da bu zaten. Haber metninde savunulan görüşlerin kalan kısmı tamamen Güney'in kendisine ait kişisel yorumlar ve çıkarımlar. Yazının grafiksel analizi (mantık silsilesi) bakın aynen şöyle işliyor: Bu Yahudi din adamının bilgisayarından Ergenekon ile ilgili gizli bir dosya çıkmıştır (hani millet hep Yahudi düşmanı ya! artık ne söylense yutmaya hazır bu noktadan sonra); bu Yahudi Veli Küçük ile de görüştüğünü söylemiştir (Yani Ergenekon bağlantılıdır)... Aynı Yahudi seneler önce STV televizyonunda bir talk şov yapmıştır... Eee! STV de Gülen'e yakın olduğuna göre, demek ki Ergenekon'un arkasında ya da içinde! Gülen de vardır.

İşte anlıyor musunuz benim neden önemli gelişmelerin ardından hemen Hürriyet'e baktığımı? Ülkede ne zaman önemli bir olayın üzerine gidilse Hürriyet ya olayın hedefini saptıran ya da matlaştıran bir başlık atıyor. Bu da olmadı; sihirli förmül takip ediliyor ve hemen Gülen'le uğraşılmaya başlanıyor. Yukarıda verdiğim garip mantık silsilesi ile ülke gündemine yine böyle bir takla attırılmaya çalışılıyor anlaşılan, ya da bundan sonra çalışılacak... Ulusalcı kesimin yeni propagandasının zemini hazır anlayacağınız.

Şimdi Hürriyet'e bazı gazetecilik soruları sorayım: Kanada'da gidip bulduğunuz bu rabbay'ın! Ergenekon ile bu kadar sıkı bağlantısı var ise, bu kişi ile ilgili bilgileri devlet birimlerine verecek misiniz? Yalanlanmış haberleriniz bir parti kapatmak için delil yerine geçebiliyorken, bu kadar kesin itirafların ardından bu Yahudi rabbay'ın tutuklanması için elinizden geleni yapacak mısınız? Haberde bu detaylar neden yok. Hem sahi! Haberde ismini verdiğiniz Yahudi'nin resminde yüzünü neden kapattınız?

Gazeteciliğin 5N1K kuralı gereği; Samanyolu televizyonuna telefon edip bu Yahudinin eskiden orada çalışıp çalışmadığını teyit ettiniz mi? Ya da bu adam şimdi siz de neden çalışmıyor diye soruşturdunuz mu haber yapmadan önce? Adamı belki kovdular kardeşim olamaz mı? Yoksa sizin 5N1K yerine, BYO şeklinde bir kuralınız mı var? Hani, 'Ben Yazdım Oldu' cinsinden. Aynı mantıktan hareketle; diyelimki on sene önce Hürriyet'te çalışan bir kişi bir mafya işine karıştı. Şimdi başka bir gazete çıkıp Hürriyet Gazetesi'nin tüm çalışanlarını ''mafyacı'' olarak ilan edebilir mi? Ya da Aydın Doğan'ın kendisini?

Gazetecilik sorularından şimdi de hakikatlere geçiyoruz...

Yakalanan Ergenekoncuların ulusalcı çevreler ile bağlantılı oldukları delilleri ile ortaya çıktı. Bu ulusalcıların hepsi Gülen'e son derece düşman olan insanlar. Onun bu ülkedeki en tehlikeli hareket olduğunu iddia ediyorlar senelerdir ve her fırsatta kendisine saldırıp duruyorlar. Sadece düşünsel değil, fiziksel tepkiler de veriyorlar. Onun hakkındaki sahte kasetleri piyasaya sürenler de yine aynı çevreler. Ergenekon kapsamında en son göz altına alınan Perinçek'in belki de ilk sözü; ''bu, Fethullahçıların bir komplosudur'' oldu. Arada bu kadar belirgin bir kutuplaşma var iken, Hürriyet hangi araştırmacı gazetecilik nosyonu ile hareket ediyor ve ilginç bir röportajın! ucunu kıvırarak namluyu başka bir hedefe çevirmeye çalışıyor ve Gülen'i, kendisine açıkça düşman olan Ergenekon ile yandaşmış gibi göstermeye çalışıyor. İşte size, bir röpörtajla! yakalanan ''inanılmaz olaylar zincirinin derin halkaları!''... 21 Mart 2008

19 Mart 2008 Çarşamba

SAVCILARIMIZA ÖNEMLE DUYURULUR!

Dünya hukuk tarihinin en trajikomik sahnesini izlediğimiz günlerin içerisindeyiz. Sağda solda bazı gazete köşelerinde çıkan haber ve yorumlar ülkenin yüzde ellisinin oyları ile seçilmiş bir partinin kapatılması için gerekçe olarak kullanılıyor. Hem de bu haberlerin çoğunun yalan haber oldukları delilleri ile, alternatif-özgür basında defalarca yer almışken. Benzer bir sahneyi 28 Şubat döneminde de izlemiştik. Bu seferki artık Son Mohikan'ın ritüel dansına benziyor. Zira nesli tükenmek üzere olan faşist bir zümrenin artık Atatürk ve laiklik istismarcılığının arkasına saklanamadığı, içlerindeki faşist duyguları gizleyemedikleri günlerin içerisindeyiz. Bu son sahnenin bir öncekinden farkı; artık toplumun ve aydınların sergilenen oyunun rezaletini sessizce izlemeyip, sahnedeki oyunculara domates fırlatıyor olmalarıdır.

Ülkemizde hukuk adına yaşanan hukuksuzluklara geri dönelim. Son seçimler öncesi izlediğimiz hukuksuz ve keyfi bir uygulama olan 367 kararını hatırlarsınız! Tamamen ideolojik olan bu karar, Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığının ve AKP'nin önünü kesmek için tasarlanmış, CHP lideri Baykal'ın ''kan çıkar'' tehditleri ve İlhan Selçuk'un yargı mensuplarını tehdit eden beyanları altında hayat bulmuştu. Son yaşadığımız; 'gazete haberleri referanslı parti kapatma komedyası' ise ufak bir farkla ama aynı figüranlarla tekrar sahneleniyor: İlhan Selçuk gene savcılara; ''dava açmazsan gününü görürsün'' (DKM, 16 Mart 2008) tehditleri savururken, Baykal; bu sefer biraz bekledikten sonra, evet evet kapatılsın! nakaratları söylüyor. Cumhuriyet gazetesine, Aydın Doğan'a ve medyasına da kendi haberleri tekrar dava nedeni olabildiği için göbek atmak, ülkede ne tür tesirler oluşturabildiklerinin doyumsuz özgüven duygusu ile mest olup kadeh tokuşturmak kalıyor.

Hani Ergenekon örgütünün (henüz ismi ifşa olmadan) ilk faka bastığı bir Şemdinli vak'ası vardı. Yüzüstü yakalandıkları o günlerde bir savcımız hazırladığı tutanakta bir şekilde Büyükanıt'ın da ismini zikretmişti. Bunun üzerine Büyükanıt, ''dünya hukuk tarihine geçecek bir hukuk cinayeti işlendi'' demişti, sırf ismi tutanağa girdi diye. Hem de bu sırada delilleri ortaya çıkmaya başlayan Ergenekon örgütünün üzerine giden tüm savcılar tek tek egale edilmeye, başka şehirlere sürülmeye başlanmışken... (Sürecin detayları için bakınız; Şamil Tayyar, Star 19 Mart 2008).

Halbuki, ''dünya hukuk tarihine geçebilecek olan hukuk cinayetleri'' bizzat mezkur çevreler ve Ergenekon terör örgütü destekçileri tarafından işlenmektedir. Yaşanan hukuksuzluğun örneği dünya üzerinde mevcut değil; muz cumhuriyetlerinde bile... Tamamen bize özgü. Özbe öz Türk! malı. Belki de ''Çılgın Türk!'' malı demeliyim. Diğer üçüncü dünya ülkelerinde bir kaç zalim diktatör masaya yumruğunu vurarak en azından mertçe yapıyor yapacağını, kapatıyor kapatacağını. Bizdeki oligarşik faşist laiklik istismarcılarının artık yeni darbeler körükleme yetenenekleri de kalmadığı için olsa gerek, böyle dünya hukuk literatürüne! girecek taklalar atmaları, şaklabanlıklar yapmaları gerekiyor. Hem de gözümüzün içine baka baka.

Olayları daha da detaylandırıp moralinizi bozmak istemiyorum. Bu yazıdaki amacım tamamen farklı. Madem artık ülkemizde gazete haberleri dava tutanaklarına gerekçe hatta 'delil' olabiliyor, ben de vaziyet-i umumiyeye ve yaşanan bir çok toplumsal sorunun çözümüne katkım olsun istedim. Eee! sayın Yargıtay başsavcımız; ''sadece Cumhuriyet ve Hürriyet mecmualarının haberleri bu kategoriye dahildir'' tarzı bir beyanda bulunmadığı için, ben de ''Özgür Gazeteciler Platformu'' olan DKM üzerinden bu kutsal toplumsal vazifeyi ifa etmek istedim. Nasılsa şimdi yazacaklarım birilerini ve bir yerleri kapatmak için yeterli delil zeminini oluşturacak keyfiyette olacaktır.

Sevgili Savcılar...

Şimdiye dek DKM'de yayınlanmış yazılarımda bizzat ilgili kişilerin kendi ağızlarından yaptığım alıntıları da kullanarak, İlhan Selçuk'un laikliğimizi nasıl tehdit ettiğini delilleri ile ortaya koymuştum. Bu nedenle kendisinin ivedilikle yargılanması ve Cumhuriyet gazetesinin kapatılmasını zat-ı alilerinizden istirham ederim (bakın onun gibi yapıp, kapatmazsanız görürsünüz gününüzü de demiyorum). Buna ilaveten, adres gösterdiğim yazılarda İlhan Bey'in, bazı rektörlerin ve de Deniz Baykal'ın türban ile alakalı olarak nasıl fetvalar verdiklerini ve türbanlılara yeni yöntemler öğretmek sureti ile laik Cumhuriyetimizin temeline nasıl dinamit döşediklerine bizzat kendi ifadelerini referans göstererek işaret etmiştim. İşbu vesile ile Deniz Baykal'ın siyasetten men edilip CHP'nin de kapatılmasına... İlgili rektörlerin ve mümkünse üniversitelerinin kapatılmasına... ve bu fetvalara sütunlarında yer vererek destek çıkan Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin meslekten men edilmesine dair gerekli zemin, okumakta olduğunuz yazı ile ve eski yazılarım ile sağlanmış bulunmaktadır. Gereğinin yapılmasına...

Ayrıca, türban tartışmalarının arkasında Mason localarının olduğu ispatlanmıştır. Bendeniz bu konuda daha önce hiç yazmış olmasam da, sizlere istihbarattan delil toplamak zorunda da değilim. İlgili duyumlar Fehmi Koru'nun köşesinde dile getirilmiştir ve gazetede çıkmış olması delil olmasına nasılsa yetmektedir. Zaten yaşanan gelişmeler üzerine Fransız Mason Locası da bir açıklama yapmış ve ilgili yasağı desteklediklerini ifade etmiştir. Bu localarda laiklik dışı bazı dini ritüeller uygulanmakta ve hatta üyeleri arasında kendine özgü bir yargı sistemi işletilmektedir. Ülkemiz kanunlarının suyu mu çıktı? Elimde elbette kaset, belge filan yok. Ancak Youtube'da yayınlanmış bazı görüntüler ve değişik gazetelerde çıkan ifşaatlar ve yorumlar pekala mevcut. Hem zaten Ulu Önder Atatürk de bu locaları Cumhuriyetimize zararlı bulmuş ve kapatmıştı. Bundan ala neden mi olur? O nedenle bu localar işbu yazının tutanaklara işlenmesi sureti ile derhal kapatılmalıdır.

Efendim devam edeyim...

İsmi bende gizli bir kızımız (savcılar talep ederlerse ismini veririm) geçenlerde üniversiteye girerken türbanını çıkarıp peruk takmış ve bu esnada yanındaki arkadaşına ''ya bu adamlar çok aptal, türbanı çıkarıp peruk taktığımda daha mı az tehlikeli oluyorum'' demiştir ve laikliği ciddi bir şekilde tehdit etmiştir. Elimde ses kaydı yoktur; ama malum artık yazdım bir kere. Siz gereğini yapın artık. He! bu arada bu kızımız ile uğraşmamın, arkadaşım Kemal'in evlenme teklifini geri çevirmesi ile bir alakası yoktur! Ohhh!

Pek değerli savcılarımız... Bizim mahalledeki sütçü Kamil amcanın süte su kattığı söylentileri ortalıkta dolaşmaktadır. Onu da buraya dercedeyim ki siz gerekeni yapabilesiniz. Tutanaklara girmesi için bir yazı daha lazımsa, bizim Şükrü ''mahalle gazetesinde ben de bir yazı yazarım abi'' demişti, haberiniz olsun. Böylece mahalle de bir dertten kurtulmuş olur. Ha bu arada bakkal Şeref'in hesap defterlerine de bir göz atın. Hesapları şişirdiği yönünde bir şayia var. Onu da buraya işleyeyim ki tutanaklar sağlam olsun. Hakkında makale yazıldı der gerekeni yaparsınız artık. Bu vesile ile mahalle bakkalımızın da kapatılmasına... Hem böylece amcamın süpermarketin işleri de birazcık açılmış olur... Hangi devirde yaşıyoruz canım! öyle çağdışı bakkallar filan... Hem mahallenin sakallıları da o bakkala çok girip çıkıyor. Dincilere ekmek tedarik etmek sureti ile laikliğe de zarar veriyor zaten.

Oh be, rahatladım. Bunca zamandır yazılar yazıyordum da niye hep mantıksal çıkarımlar ve analiz gerektiren detaylar ile vakit kaybediyordum anlamak güç. Neymiş? insanları ikna edip, eğitip, laiklik istirmarcılarının ocağına incir ağacı dikecekmişim de vatandaşı uzun vadede eğiterek ülkeme hizmet edecekmişim... Pöh! Meğer eli kalem tutanlar için çok daha kolay hem de hukuki! bir yöntem varmış da haberimiz yokmuş. Yaz gazetede olsun kapatma gerekçesi. İş sadece uygun savcıyı fitillemeye kalıyor. Şimdi de onun yöntemlerini bulmam lazım. Acaba, mahalledeki avukatlık bürosuna dalıp bakkalı ve sütçüyü kapatmazsanız ''görürsünüz gününüzü'' demem mi gerekiyor?

Ben işin bu aşamasını halletmekle meşgul iken siz okurlar bana sorunlarınızı ve sorun çıkaranlarınızı yazınız. Yazın da onları buradan ifşa edivereyim. Pardon yoksa savcıların tutanaklarının ilgili paragraflarını yazmaya başlayayım mı demeliydim? 19 Mart 2008

14 Mart 2008 Cuma

TARİHİ ve GAZALİ'Yİ DOĞRU OKUMAK

Bu yazı 17 Mart 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Takvimler üç haneli rakamları geride bırakmış, artık dört haneli yılların içerisine girilmiştir. 11. yüzyıl başlamak üzeredir. Fakat tek değişen takvimler değildir elbet. Tüm dünya üzerinde, dönemin insanlarının idrak edemedikleri kara bulutlar dolaşmaktadır. Ortam puslu ve sinsidir. Herkesi ve herşeyi bir sıkıntı hali kaplamıştır. Hayvanlar bile neşesizdir. Sanki tarih önemli olaylara gebedir ve bu doğum çok sancılı olacağa benzemektedir. İslam coğrafyasında, Avrupa'da ve Asya'da çok önemli değişimler olmak üzeredir. Batılı vahşi sömürgeciler tarafından henüz keşfedilmemiş olan Amerika kıtası ve kıtalar içerisinde en yaşlı coğrafya olan Afrika bu belirsiz değişimlerin yeni bin yılda kendilerini nasıl etkileyeceğinin merakı ile bir köşeye sinmiş heyecan içerisinde çaresiz beklemektedir.

İslam dünyası son iki yüz yıl içerisinde her ne kadar ilmi alanda önemli bir çığır açmışsa da, siyasi alanda yaşanan sorunlar, itişip kakışmalar hiç durulmamıştır. İlmi çalışmalar alanında 800'lü yıllardan başlayarak ciddi bir ivme yakalanmış olunsada, yakında yaşanacak olan bazı vahim hadiseler bu sürece önemli bir darbe vurmaya hazırlanmaktadır. Zaten düşman da uyumamaktadır. Nitekim 1200'lü yıllardan sonra ilim İslam dünyasından elini eteğini çekmeye başlayacak, İslam dünyası Osmanlı Devleti genç bir delikanlı olana dek pek rahat bir nefes alamayacaktır.

İşte böyle çıldırtıcı bir dönemde yaşamıştır Gazali. Neler mi olmuştur? Avrupa'da mazlum halk tabakası bir yandan fakirlik ve sefalet içerisinde yaşarken diğer yandan zalim Feodalların ve gözünü maddi hırs bürümüş Vatikan'ın zulmü altında ve bu Feodal beylerin kendi aralarındaki çıkar savaşları arasında inim inim inlemektedir. Şimdiki Oryantalistler ve bizdeki oligark laikçiler ''İslam Ortaçağ karanlığına götürür'' yalanı ile göz boyamaya çalışsalarda, bu dönem en koyu haliyle ve belki de tarihte ilk ve son defa Avrupa kıtasında yaşanıyordu ve bu çağın mukabili olan sefil yaşam tarzı ve zulümler Avrupalı zengin oligarklar ve Kilise tarafından kendi insanlarına reva görülüyordu.

Nitekim çok geçmeyecek, gözünü hırs, güç ve maddi kazanımlar bürümüş olan Papa, Feodal beylere ve krallara maddi kazanç, sefalet içerisindeki insanlara da Cennet vaadederek, tarihin en büyük fitnesi olan Haçlı Seferlerinin fitilini ateşleyecektir. Bu sıralarda Gazali belki de genç bir insandır. İslam dünyası bu büyük savaşa hazırlıklı değildir. Zira, bu topraklarda yaklaşık iki yüz yıl daha etkisini sürdürecek olan bir ilmi zenginlikten bahsedilebilsede, siyasi anlamda önemli çalkantılar yaşanmaktadır. İslami bir birlikten bahsetmek güçtür. Bu coğrafyada da tıpkı Avrupa'da olduğu gibi iç çekişmeler, çatışmalar ve kopmalar yaşanmaktadır. Haçlı seferlerinin kısmen başarılı olmasının ve Kudüs'ü ilk defa ele geçirebilmiş olmasının nedeni; karşısında bütünleşmiş bir Müslüman dünyası bulmamış olmasıdır. İslam dünyasınaki en büyük fitnelerden birisi olan ve üyelerine afyon içirerek ve Cennet vaadederek eylem yaptıran Haşşaşi belası da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Neyseki Haçlı ordularının Selçuklulardan aldıkları ağır darbeler işe yaramış, Selahattin Eyyübi'nin sonradan bir birlik sağlamaya muvaffak olması ile de bu büyük tehlike savuşturulmuştur. Ancak bu büyük tahribatın İslam coğrafyasında bıraktığı derin tesirler ve sarsıntılar bugün bile hala hissedilmektedir. Zaten çok kısa bir süre önce büyük, ihtişamlı ve bir ilim yuvası olan Endülüs Emevi devleti de İspanyollar tarafından yıkılmış, Katolik olmayan tüm unsurları ya kılıçtan geçirilmiş ya da göçe zorlanmıştır. İslam Dünyası bu şokun da tesirlerini hala üzerinden atabilmiş değildir.

Avrupa ve İslam coğrafyalarında bunlar olurken, Uzak Doğu Asya'da da ileride bu coğrafyalara kan kusturacak olan Moğol saldırılarının temelleri atılmaktadır. Bu gelişme de İslam dünyasındaki ilmi faaliyetlere önemli bir darbe vurmaya teşnedir. İşte bu Asya vadilerinin insanları da kendi içinde bu yeni gelişmelerin sancılarını hissetmekte, mezkur gelişmeleri, Cengiz Hanları ve Timurları netice verecek olan oluşumun iç çatışmaları arasında inlemektedir.

Gene İslam coğrafyasına dönecek olursak... Yine bu dönemde yöneticiler dinin gerçek öğretilerinden kopmaya başlamış, rahat ve rehavete kapılıp 'Hak için halka hizmet' anlayışından iyice uzaklaşmışlardır. Birbirileri ile itişip kakışan ve hakikatten kopmaya başlayan bu yöneticiler zamanla ilmi ve ilim adamlarını da etraflarından uzaklaştırmaya başlamışlardır. Yanlarında tuttukları bir kaç kişi ise, astronomi, matematik ve tıp gibi alanlarda yenilikler geliştiren alimler değil, bu yöneticilere taban oluşturacak bazı fikri ve felsefi yorumların temellerini atacak olan düşünür, din adamı ve felsefecilerdir. En azından bu yönlerini kullanan alimlerdir. Böyle yoğun felsefi akımların tesirlerini artırdığı bir ortamda pozitif bilimlerle uğraşan bazıları bile, artık asli işlerini bırakıp dinin felsefik yorumlarına el atmaya başlamışlardır. Dinin içine bid'atlar en yoğun şekilde bu dönemde girmeye başlamıştır. Bu bid'atlara karşı önceleri samimi duygularl ortaya çıkan; ancak sonradan dönüşüm geçirerek İslam dünyası içinde önemli bir fitne halini alacak olan Vehhabiliğin temelleri de bu dönemde oluşmak üzeredir.

Gelişmelerin felsefe cephesi daha hararetli tartışmalara gebedir. Avrupa'nın daha Aristo'yu bile tanımadığı, Onu, Haçlı Seferlerinin ardından Müslümanlardan öğreneceği, belki felsefenin bile ne olduğunu unuttuğu karanlık zamanlardır. İslam dünyasında bir yandan Allah'ı tamamen inkar eden felsefelerin etkileri hissedilmeye başlarken (Dehriyyun), diğer yandan Allah'ı kabul etsede onu tabiatın kendisine indirgeyen, Cennet ve Cehennem gibi kavramları kabul etmeyen (Tabiiyyun) akımları revaç bulmaktadır. İş bunlarla da kalmamış bu iki gruba; mensupları belki de tamamen Müslüman coğrafyadan olan üçüncü bir felsefeci grup eklenmeye başlamıştır. Gazali'nin İlahiyyun dediği bu üçüncü grup, ilk iki gruba karşı olan felsefik yorumlar üretse, Allah'ı kabul etsede, bu sefer Peygamber inancını sorgulamaya başlamıştır...

Çok kaba bir şekilde ana hatlarını vermeye çalıştığım bir dönem; o dönemin şartları ve koşulları...

Bütin bu anlatımlardan kastım herhalde anlaşılıyordur. Aramızda bulunmayan ve kendisini savunamayacak olan bir kişiyi, devleti, oluşumu vb. eleştirirken veyahutta irdelerken, o dönemin şartları, anlayışları, yaşam biçimleri, mücadeleleri vs. ele alınmadan yapılan her yorum eksik kalır. Zaten bu bilimsel tarih yaklaşımından da fersah fersah uzaktır. Maalesef bu yaklaşım batılı Oryantalist zihniyetlerin insanlığımıza bir hediyesidir! Oryantalistler kadar bile 'düşünür!' olamayan bazıları ise bu anlayışı sadece taklit etmektedir.

Mesela; Atatürk'ü doğuran şartları, dönemin koşullarını, mücedelelerini anlamadan Atatürk'ü ne anlayabilirsiniz ne de eleştirebilirsiniz. Bizdeki hem Atatürk eleştiricilerinin hem de Atatürkçü! bazı kesimlerin içine düştükleri eksiklik budur. Osmanlı'yı eleştirenler de konuyu her zaman bu tarihsel bağlamdan kopararak değerlendirme kolaycılığına kaçmaktadırlar. Aynı makus talihsizlikten, maalesef İmam-ı Gazali de nasibini almaktadır. Bu eksik tarihsel bağlam okumaya, bir de art niyet karışınca yorumlar artık delil bile gerektirmeyecek boyutlara ulaşmakta, sadece bir çamur atma gayretine dönüşmektedir. Bilmeden karışanları tenzih ederim. İşte Gazali, yukarıda özetlediğim o sıkıntılı, puslu dönemlerin içinde yaşamış, yaklaşan çalkantılı hadiselerin beşiği sallanırken ilmi çalışmalarına devam etmiştir.

İslam topraklarında tesir icra etmeye başlayan arzettiğim felsefik akımlar, ilgili düşünür ve filozofların tamamen kişisel çabası olmayıp, bazı siyasi akımlardan ve liderlerden de rüzgar desteği almaktadırlar. Gazali'nin gözünde, İslam'ın iman kalesi yara almaya başlamıştır. İnsanların Allah ve Peygamber inancını derinden sarsacak bir takım düşünceler ortalığı zehirlemekte, İslamın temel esaslarına zarar vermektedirler. İşte bu duygular ve düşünceler içerisinde, Nizamiye Medreselerinin rektörü olan Gazali kendisine bir rota çizmiş, vazife bellemiş ve bu felsefik akımlara karşı kalemini bilemiştir. Böyle bir fikri bulanıklık döneminde iman esaslarını insanlara tekrar hatırlatmayı kendisine gaye edinmiştir.

Dıştaki ve içteki Oryantalist zihniyetlerin eksik tarih okuma ve art niyetli yaklaşımlarına ilaveten irtikab ettikleri bir suç daha vardır. O da gerçeğin üstünü örterek ve slogan kullanarak zihin bulandırma çabasıdır. Gazali örneğinde bu nasıl mı cereyan ediyor? İzah edeyim...

Efendim! Gazali'nin karşı çıktığı kesimler yukarıda tavsif ettiğim filozoflardır. Fizikle, kimya ile, tıp ile, astronomi ile iştigal eden ilim adamları değildir. Dönemin ilmi anlayışı gereği elbette bir çok ilim adamı bu ilimlerin bir kaçını birden icra eden insanlardır. Bu kişilerin önemli bir vasıfları da aynı zamanda tefekküre dönük çalışmalar da neşretmiş olmalarıdır. Bugün yapılan bir yanlış her türlü düşünme gayretinin felsefe olduğu şeklinde yapılan bir yanlıştır. Bu ilim adamlarından bir kısmı (Gazali'nin karşı çıktıkları) gerçekten felseye yapmış olanlardır. Felsefeye girmeden, hem pozitif ilimler sahasında hem de tefekkür alanında çalışmalar neşreden alimler konumuzun dışındadır. Zaten Gazali'nin bu kesimlerle bir alıp veremediği yoktur.

Hem birinci kesimden bile olsa Gazali, kendilerini pozitif ilimlerin yörüngesinden felsefenin ve dinin (kelamın) yörüngesine salmış bulunan, asli işlerinden kopmuş bulunan bu alimlerin fizikçi, kimyacı, tıpçı, astrolog kimliklerine hiç bir zaman saldırmamıştır. Onun tek müdahele noktası bu kişilerin dinin temel esaslarını sarsabilecek nitelikteki yorumlarıdır. En azından Gazali böyle düşünmüş ve ona göre hareket etmiştir. O, bu çerçevede endam etmiş ve faaliyet yürüten felsefeye ve filozoflara karşı fikir üretmiştir. FELSEFE BİLİM DEĞİLDİR. İşte Oryantalistlerin yaptığı göz boyama budur. Oluşturulan bu illüzyon sayesinde felsefe ile bilim denk imiş gibi bir ortam hasıl edip, sadece felsefik bir takım akımlara karşı olan Gazali'yi ilim düşmanı ve Müslüman toplumlardaki ilmi gerilemenin baş müsebbibi olarak göstermek istemektedirler. Aslında bu çevrelerin İslami toplumlarda ilmi faaliyet gelişsin diye bir dertleri de yoktur. Gelişmemiş olmasından üzüntü de duymazlar. Gazali, bir takım hastalıklı düşünce ve akımlara karşı İslamiyetteki iman esas ve düşüncesini koruduğu için ve İslami anlayış içerisindeki Allah ve Peygamber fikrinin hasar görmesini engellediği için hedef tahtasındadır aslında. Aşağılanmaya çalışılmasının ve takip eden İslam toplumlarında ilimden uzaklaşılmış olunmasının sorumlusu olarak ilan edilmesinin en önemli nedeni budur. Yukarıda da arzettim: İslam toplumlarından ilmin elini eteğini uzun bir süreliğine çekmiş olmasının da bir çok tarihi koşulları var. O konu da kendi tarihsel bağlamında ayrıca değerlendirilmelidir. Ancak kısaca sunmaya çalıştığım gibi, meselenin Gazali öncesi ve sonrasına bakan boyutları var: İslam toplumlarında baş gösteren; dinin gerçek mahiyetinden kopuş, artan rahat ve rehavet, iç hesaplaşmalar, zulümler, liyakatsiz devlet adamları... Sonra Haçlı seferleri, Moğol istilaları ve halen izleri sürmekte olan dağılmışlık...

Meselenin izaha muhtaç bir yönü daha var. Onun da az önce ifade ettiğim hususlar akılda tutularak ele alınması icab ediyor. Gazali'nin yaptığı bazı yorumlar kendi dini ve tasavvufi bağlamı içerisinde ve arzettiğim felsefi 'fitneler' bağlamında değerlendirilmelidir. Mesela, ''pamuğu yakan ateş değil, Allah'tır'' ifadesi, Gazali'nin tasavvufi bağlamda yaptığı bir yorumdur ve kendi bağlamında doğrudur. Bu sözü, söylendiği tasavvufi konteksten çıkarıp bugünkü modern (pozitif) bilimin konteksi açısından değerlendirirseniz elbette absürd durur. Zira, bu bilimdeki sebep-sonuç ilişkisine terstir. Dini ve tasavvufi anlamda ele alındığında herşeyin hakimi olan Allah'tır. Herşey onun hükmü ve iradesi ile cereyan etmektedir. Bilimin, sebep-sonuç ilişkisi olarak formüle etmeye çalıştığı prensipler dahi O'nun izni ve iradesi ile hayat bulmakta, O'nun San'atının birer göstergesi olmaktadır. Gazali, işte dindeki bu temel imani mevzuyu insanlara hatırlatmak istemiştir. Hatırlayınız, bu dönemde bazı felsefecilerin Allah'ı tabiata indirgemeye çalıştığından az önce bahsetmiştim. Yoksa, Gazali çıkıpta ateşin pamuğu yakabileceği şeklindeki genel gözlemi ve tecrübeyi red etmemiştir. Bu anlamda bilime bir karşı çıkış yapmamıştır. Sorun, onun 'Allah'ı unutturuş' anlayışına (felsefesine) karşı verdiği tasavvufi tepkiyi (ki İslami literatüre uyan bir yorumdur) felsefe eşittir bilim anlayışına mahkum etmek, felsefeyi bilim imiş gibi göstermektir.

Affınıza sığınarak, önemine binaen, özet bir tekrar yapıp bitireceğim.

Gazali hiç bir zaman ilim düşmanı olmamıştır. O, İslam'daki iman esaslarına zarar vermeye başlayan bir takım felsefik yorumlara tepki üretmiştir. Düşünceye de karşı değildir. Zira felsefeciler düşünür diye, 'felsefeciye karşı olan birisi düşünceye de karşıdır' gibi bir anlayış zırvalıktır. Felsefe bilim değildir. Bilimin felsefesi olur; ama felsefenin bilimi olmaz. Bilimin kendi bünyesinde de düşünce ve tefekkür vardır. Bilimin ve felsefenin dışındaki diğer disiplinlerde de... Ayrıca, felsefenin sistematik kalıplarına girmeyen tefekkür de vardır. Düşünce felsefenin güdümünde değildir; bilim hiç değildir. Gazali sonrası İslam toplumlarında yaşanan ilmi gerileme Gazali'nin suçu değil, Müslüman toplumların kendilerinde ve liyakatsiz yöneticilerindedir. Halen de öyledir. Tarih sahnesinde bir kaç kişi çıkıp, kendi ahmaklıklarına Gazali'yi örnek göstermişse bu da Gazali'nin suçu değildir. Tüm bunlar Gazali'yi, amacını ve yaşadığı dönemi anlamamaktır. Gazali eleştirisinden hemen Osmanlı dönemine atlayıp; ''Osmalı'da birileri çıkıp bilim gavur icadı demiştir'', ''bak işte bu Gazali'nin etkisidir'' demek doğru değildir, bilimsel bir yaklaşım hiç değildir. Eğer olduğunu iddia edenler varsa, bu sözleri kimlerin söylediklerine dair referanslarını söylerlerse onlara da gereken yanıtı vermeye çalışırım. Tarih sahnesinde hiçbir (mainstream) ana İslami akım yoktur ki, BİLİME ve DÜŞÜNCE'ye karşı olmuş olsun. Bizzat Kur'an'ın kendisi Müslümanlara; ''hiç düşünmüyor musunuz...'' şeklinde hitap ederken ve bu ifadenin ardından; kainat nasıl yaratıldı?, gök nasıl dikildi?, insan nasıl yaratıldı? şeklinde sorular sorarken Gazali nasıl olurda düşünmeye karşı savaş açabilir ki? Bu bizzat Allah'ın Kur'an yolu ile yaptığı çağrıya kulak tıkamaktır. Bunu da en son yapacak olanlar Gazali gibiler ve dini doğru okuyan Müslümanlardır. Daha önce kimsenin ortaya atmadığı bir iddia ile bitireyim. Aslında dönemin bid'at ve felsefik istilalarına karşı Gazalivari bir ilmi tepkinin verilmiş olması ve bunun hakim anlayış olarak kalması sadece Müslümanların değil, 'diğer'lerinin de kazancıdır. Zira aynı dönemde bu bidatlara karşı gelişen, ilmi metottan yoksun olan ve bu yüzden de cebri zorlamalara yönlenmek zorunda kalan Vehhabi anlayış hakim gelse idi hepimizin hali nice olurdu... Asıl o zaman İslam dünyasında bir ilmi düşünceden ve gayretten bahsedilemeyebilirdi. O yüzden gelin hepimiz Gazali'nin kıymetini bilelim. 14 Mart 2008