28 Mayıs 2014 Çarşamba

Eğitim Sistemimize Genel Bir Bakış

Bu yazı 14 Mayis 2014 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesinde yayınlanmıştır.

Türkiye, eğitim siyaseti ve politikaları konusunda yazı yazmanın çok zor olduğu bir ülke. Bunun önemli nedenlerinden birisi ülkemize has bir tarzda gelişen siyasi atmosfer ve ona bağlı şekillenen politika çarklarıdır. Mevcut siyaset anlayışımız bağlamında eğitim, siyasi çevreler açısından bir ‘kale’ olarak algılanıyor. Her seçim döneminde Eğitim Bakanlığı atamalarının Milli Savunma Bakanlığı yanında ilk merak edilen konular arasında yer alması ve 28 Şubat soğuklarının ilk vurduğu alanlardan birisinin yine eğitim sahası olması sanırım bu tezi güçlendiriyor.

Özellikle ülkemizdeki mevcut siyasi gündemin kavurucu sıcağı altında eğitim sistemimize dair kalem oynatmak gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Örnek için son gündem maddemiz olan dershanelerin kapatılması konusuna bakmak yeterli. Normal bir ülkede eğitimcilerin de içinde olması gereken bir tartışma olsada, bizdeki mevzu tamamen siyasi bir hamle olduğu için konuyu eğitim politikaları ve sosyolojisi bağlamında tartışmak anlamsızlaşıyor ve boşa harcanan bir emek noktasına geliyor. Gelin biz rotamızı yoğun siyasi gündemin fırtınalı havasından başka yöne çevirerek konumuza devam edelim.

Geçenlerde Abant Platformu’nun, ülkemizin eğitim politikalarını masaya yatırdığı bir toplantıda Prof. Dr. Eser Karakaş’ın ifade ettiği bir cümle çok önemli. Karakaş’a göre mevcut eğitim sistemi ile ‘’Türkiye’de çağa uygun bir öğrenci profili yetiştirmek önümüzdeki 25 yıl imkansız.’’

Eğitim sorunlarımızı kangren olmuş sorunlar yumağı olarak görmek mümkün. Neden mi? Çünkü politikacıların, her türlü yatırımlarını öne çıkarmak maksadı ile övgü ile bahsettikleri eğitim sistemimiz, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ile kıyaslandığında çok da iyi bir görünüm arz etmiyor. Mevcut sorunları çözecek iradeyi gösteremediğimiz gibi bunlara her gün yenilerini ekliyoruz. Kısır bir döngü içerisindeyiz adeta. Çözüm yönünde ciddi bir irade ve akıl sergileyemediğimiz gibi maddi imkansızlıkların eğitime yansımasının da önüne geçemiyoruz.

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) en son açıkladığı ‘’İyi Yaşam Endeksi’’ verilerine göre ülkemiz, üye 37 ülke içerisinde hayat koşulları bakımından en son sırada. Halkının yaşama memnuniyetinin en düşük olduğu ülkelerden biriyiz. Yaşanan bu tür sıkıntılar elbette eğitim sistemimize ve öğrenci kalitemize de yansıyor.

Yine OECD ülkeleri arasında yapılan ve 65 ülkeden öğrencilerin katıldığı araştırmaya göre (PISA), ülkemiz eğitim alanında gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler sıralamasında 45. sırayı alarak ortalamanın altında seyrediyor. 2003 yılından itibaren katıldığımız bu geniş kapsamlı çalışmada konumumuz genel olarak pek değişmedi. Eğitim kalitemizin yaklaşık 10 yıllık durumunu özetleyen bu bilgiyi, Prof. Karakaş’ın yukarıda alıntıladığım ileriye dönük tahmini ışığında değerlendirdiğimizde, ülkemizin geleceği adına çalan tehlike çanlarının seslerini duyar gibi oluyoruz. Bir ülkeye ait eğitim sisteminin mevcut sorunlarının ve genel ekonomik gidişatının gelecek çeyrek asırda da varlığını sürdürmesi, toplum üzerinde doğrusal değil üstel (eksponensiyel) yıkımlara ve yaralara yol açar. Henüz bunun bilincinde değiliz.

Peki bu gidişata ülkemiz içerisinde yapageldiğimiz merkezi sınav sistemi açısından bakıldığında manzara nasıl görünüyor? Geçenlerde açıklanan 2014 YGS sonuçlarına göre bu sahada da durumumuz pek iç açıcı değil. Başarısızlık oranı geçen yıla göre yüzde otuz oranında arttı. Her bölümden 40 sorunun sorulduğu sınavda Türkiye geneli Türkçe ortalaması 18,7. Sosyal bilimler alanında 11,2. Bu oran Matematik ve Fen Bilimleri alanlarında ise çok düşük. Sırasıyla 6,1 ve 3,5 net ortalaması ancak yakalanabilmiş. Sınavda toplam 138 bin aday barajı geçememiş. Yaklaşık 1 milyon 900 bin öğrenci arasından 900 bin tanesi sınavda tek bir net bile çıkaramamış. Aynı istatistiğe Matematik ve Fen Bilimleri noktasından baktığımızda benzer bir tablo var. Fen alanında 900 bin, Matematik alanında 420 bin aday tek bir doğru yapamamış. Fen alalında sıfır çeken 900 bin adaya, bir doğru yapan 200 bin; iki doğru yapan 120 bin; 3 doğru yağan 100 bin ve 4 doğru yapan 70 bin kişi de eklendiğinde yakklaşık olarak 1 milyon 400 bin öğrencinin Fen Bilimleri alanında temel bilgilerden mahrum kaldığını söyleyebiliriz. Yani öğrencilerimize Matematik ve Fen Bilimleri öğretemiyoruz. Önümizdeki yıllarda dershanelerin de kapanması ile bilrlikte bu rakamların nerelere çıkacağını tahmin etmek hiç de zor değil.

İşte yukarıda işaret ettiğim tüm hususlar dikkate alındığında görülüyor ki; ülkemiz eğitim sisteminin politik ve siyasi müdahalelerden bir an evvel arındırılması gerekiyor. Bundan da önemlisi, eğitim felsefemizin modern araştırmalar temel alınarak yeniden yapılandırılması şart. Umarım ülkemiz insanı, bu kötü gidişatı bir an evvel farkeder, içerisine hapsolduğu kısır döngülerden kurtulur, ihtiyacı olan iç dinamikleri geliştirir ve sorunun çözümü adına yapılması gerekenleri etkili bir şekilde hayata geçirebilir.

PENNSYLVANIA’DAN MESAJ VAR!

Amerika’nın sıcak ve nemli bir iklime sahip olan ve her daim yeşilin hakim olduğu sakin ve huzurlu bir eyaletinde geçen 11 yılın ardından daha soğuk bir iklime taşınalı henüz beş ay olmuş. Uçağın camına kafamı dayamış bir vaziyette bulutları seyrederken değişik duygular içerisindeyim. Uçağım New Jersey hava alanına yaklaşırken, ben kâh Amerika’da gurbette geçen yıllarımı düşünüyor kâh davetli olduğum eğitim seminerininin detaylarını kafamda irdeliyor bir yandan da ilk defa ziyaret edeceğim bir mekanı görme heyecanı ile iniş anını bekliyorum.

Nihayet refakatçim olan yol arkadaşım ile buluşuyorum. New Jersey’nin soğuk ve binalarla dolu atmosferinden ve bunaltıcı trafiğinden yavaş yavaş uzaklaşıyoruz. Yol arkadaşım ile yaptığım ufak hal hatırlaşma biraz olsun sıcaklık katıyor içime. Uzakta New York’un o meşhur gökdelenleri beliriyor gözümün önünde. Kısa bir bakışla o kasvetli soğuk binaları seyrediyor ve yalnız insanlarının halini düşünüyorum. Düşüncelerimi dağıtmak hissi doğuyor kalbime birden. Dikkatimi o kasvetli binalardan almak için önümdeki iki günün planlamasını konuşmaya başlıyorum yol arkadaşımla. Planımıza göre ilk gün misafirliğe gittiğim yerde geçecek. İkinci gün ise tekrar New Jersey’e seminer için geri döneceğiz.

Aslında bir Cemaat kurumunun davetlisi olarak bir eğitim seminerine katılmak üzere geldim New Jersey şehrine. Zor günlerden geçiyoruz. Öyle ya! Bir ülkenin Başbakanı ve onun oligarşik temayüllere sahip danışman kadrosu adeta bir medya imparatorluğu tesis etmişler, devletin istihbarat kurumunu hükümetin arka bahçesi haline getirmişler, muazzam bir maddi güç temini ile diğer dini cemaatleri dizayn ederek ve rakiplerini kendi bünyesine katarak yeni bir cemaat oluşturmaya başlamışlar ve bununla da kalmayıp aykırı olarak gördükleri Camiayı bitirmek için planlar geliştirmişler. Üstelik henüz bir kaç hafta öncesinde hükümet bu planlarını yürürlüğe koymaya başlamış ve Cemaat’e ait tüm dershane ve etüt merkezlerini kapatmak üzere harekete geçmişti. Twitter üzerinde gerçekleşen hak arama ve düşünce paylaşma gayretleri haricinde Amerika’da ki Camia fertleri arasında siyasi gündeme karşı gördüğüm genel lakaydsızlık beni hep memnun etse de, gündeme kilitlenilmeyip ‘yola devam’ ve ‘müşteriler bekliyor’ çağrılarına uyularak, atılım ve fikir üretme çabalarına devam ediliyor olduğunu görmek, adeta bir hayranlık kılıfına bürünmüş, takdir duygusuna bulanmış şaşkınlık hislerimi bir kere daha harekete geçirmişti.

İki saatlik bir seyahatin ardından nihayet gideceğimiz mekana varmıştık. Hava soğuktu. Eşyalarımızı alıp kalacağımız misafirhanenin yolunu tuttuk. Son derece mütevazi bir binanın salonunda çekyatların üzerinde yatacaktık. Eşyalarımızı bırakıp misafirhaneden çıkıp kendi halimize diğer iki ana binanın içini gezdik. Gördüğüm salonlar, odalar ve küçük bir yemekhane Türkiye’de birilerinin iddia ettiği gibi son derece lüks bir hayatın yaşandığı çiftlik içerisinde bir villa kesinlikle değildi. Sadece misafir yoğunluğu düşünülerek geniş bir alana yayılmış iki büyükçe bina ve bir kaç misafirhaneden oluşan mütevazi; ama zevkli bir şekilde dizayn edilmiş nezih bir mekandı. Eminim benden sadece bir kaç hafta evvel aynı mekanı ziyaret etmiş olan Bülent Arınç ve Hakan Fidan Beyler de benimle aynı izlenimleri edinmiş, benim oturduğum o mütevazi sedirlerde oturmuşlardır.

Kamp yerinin programını sorduğumuzda herkesten aldığımız yanıt aynıydı. Burada hayat sanki zamana göre değil ; zaman, namaz ve sohbet aralarına göre dizayn edilmişti. Kampta ibadet ve okuma ile geçen gün, kısa bir uykunun ardından gece ibadetleri ve dua zamanları ile sanki gece yarısı da devam ediyordu. Normal bir insanın iki yemek ve günlük meşguliyetler arasına sıkıştırdığı namaz vakitleri burada namaz vakitleri arasına sıkıştırılmış mecburi meşgaleler olarak değişime uğramıştı. Verilen yemek de zaten bir tabaklık, insanı doymadan kalkmaya sanki mecbur eden adiyattan bir günlük eylemi çağrıştırıyordu. Neyse ki misafirlerini düşünüp tedbir almışlar ve bir molla gibi sofradan az yiyip kalkmayı beceremeyen benim gibi misafirleri için tabaklarını ikinci kez doldurabilecekleri rahat bir ortam oluşturmuşlardı.

Ortamda sürekli bir sükunet ve huzur hakimdi. Günümüz ya namazı ya da Hocaefendinin bir sonraki sohbetini beklemekle geçiyordu. Aralarda yapabileceğiniz en güzel şey ise doğal olarak etrafınızdaki herkes gibi kitap okumaktı. Şanslı bir günümüzdeydik. Günlük rutini gereği çıkması gereken tüm ders ve sohbetlerine çıkmıştı Hocaefendi. Etrafındakiler ile geçirdiği bu zaman dilimleri haricinde kendi küçük odasında ibadetle ve küçük hasır bir yatak üzerinde çile ile geçen bir ömürdü onunkisi.

Zaman ilerlemişti. Nihayet o meşhur ikindi sohbetlerinden birinde bulmuştum kendimi. Hocaefendi, az önce özetlediğim ve hem kendisini hem de bir evladı gibi üzerine titreyerek büyüttüğü Cemaatini hedef alan o saldırılar sanki hiç yapılmıyormuş, dershaneleri sanki hiç kapatılmak istenmiyormuş gibi imandan, kulluk şuurundan bahsedip duruyordu. Gün boyu muhatap olduğum kamp sakinlerinden gündelik mevzularla alakalı en ufak bir konuşma duymamış olmanın ve etrafımda sürekli ya namaz kılan ya da kitap okuyan insanların olmasının verdiği şaşkınlık daha da derinleşmişti içimde. Oysa ‘Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ romanında olduğu gibi arzın (tarihi olayların muhatabı konumunda olan bir mekanın) tam ortasındaydım. Bu duygularla Hocaefendinin bahsettiği konulara karışıp gitmiş ve ayrı bir hayranlık ufkuna açılmıştı gönül dünyam. Halbuki hükümetin ve takipçilerinin yoğun propagandalarına inansa insan, içinde bulunduğum yer Amerika’da, ‘içerisinde beş yıldızlı lüks villaların ve hizmetçilerin’ olduğu bir mekan; sakinleri de gün boyu oturup ‘fitne üreten’, ‘dinden çoktan uzaklaşmış’, ‘müslümanlık bilincini yitirmiş’, ‘zamanlarını twit atmakla’ geçiren kimselerdi. Eminim bu mekanı defaatlerce kere ziyaret eden hükümete yakın bazı gazeteciler ve hükümet mensupları da bu düşüncelerin yanlışlığını aslında biliyor olmalıydılar!

Bir yandan bunları düşünürken diğer yandan da sohbette ifade edilen iman şuurunun ufkuna dalmıştım. Bir anda içime doğan bir refleks ile kafamı pencereye doğru çevirdim. Pennsylvania’nın ilk karı yağmaya başlamıştı. Yıllardır kar görmemiş olmanın verdiği heyecan uzun süredir görmek istediğim Hocaefendinin sıcak sohbeti eşliğinde gönlümü okşuyordu. Bu duygular içerisinde biten sohbet, akşam namazının ardından diğer binada daha küçük bir salonda devam etti. Değişik ziyaretçiler hep değişik konularda sorular soruyorlardı. Gıdalar içerisindeki bazı uygunsuz maddelerden, bu konularda yapılan bir takım araştırmalardan bahsedildi. Hala; benim merak ettiğim gündelik konulardan inatla söz açılmıyordu. Sanki herşey Allah’ın takdirine bırakılmış gibi bir hava hakimdi. Sanki o konulari konuşmak abesti. Bir an duraksadı Hocaefendi. Elini kitaplığa uzatarak iki kitap istedi talebesinden. Kitaplar itina ile getirilip önündeki küçük sehpanın üzerine kondu. Eline kalemi aldı ve her iki kitabın da ön sayfalarına notlar yazdı. Belli ki birisine hediye gidecekti o kitaplar. Herkes şaşkındı. Acaba bu kitaplar kime hediye edilecekti ve içerisine neler yazılmıştı. Herkes susmuş, gözleri ile Hocaefendinin kalemini takip ediyordu. Çıt çıkmıyor, nerede ise kalemin sesini duyabileceğimiz bir sessizlik ortamında gözlerimizi kalemin üzerinde gezdiriyorduk. El hareketlerine dikkat ettim. Sanırım Osmanlıca ile yazılıyordu. Molla olarak bilinen talebeler de şaşkındı. Not, kitabın üzerine mi yoksa tarihe mi düşülüyordu emin değildim. Bir talebesi benimle aynı hisse kapılmış olmalı ki acele ile kalkıp bir yere gitti ve az sonra elinde bir fotoğraf makinesi ile geri döndü. Sanki an’a resimlerle de ortak olmak istiyordu. Nihayet yazma işi bitince kitapları yanında oturan başka bir misafire takdim etti ve sonra kaldığı yerden sohbetine devam etti. Belki de çok önemli ve tarihi bir ana şahit olmuştuk; ama o bunu çok değer verdiği imani sohbetin tabir caizse bir tenefüs zamanı içinde; o da insanlar biraz dinlensinler saikiyle verdiği küçük bir arada yapmıştı. Demek ki gündelik meşgaleler bu mekanda sadece namazların ve sohbetlerin imkan verdiği ölçüde kendilerine yer bulabilirlerdi. Bunu daha iyi anlamıştım!

Sohbet bitmiş herkes kalacakları mekanlara dağılmaya başlamıştı. Dışarıda lapa lapa kar devam ediyordu. Yollarda yürümek zorlaşmıştı. Ayakkabılarımı giyip tam adım atmaya başlamıştım ki birisi koluma girdi. ‘Genç kardeşim! Ben bu yolda yürüyemem, kalacağım yere kadar götürür müsün’ dedi. Az önce kitapların kendisine takdim edildiği kişiydi bu. Sevinmiştim! Hem ona yardım edecek hem de merakımı giderecektim. Gecenin karanlığında karlar üzerinde birlikte yürümeye çalışırken cesaretimi topladım ve ‘hediyeler Başbakan için mi’ diye sordum. ‘Evet’ demişti. Kitapların neler olduğunu ise zaten biliyordum. Üzerlerinde neler yazılmış olduğunu sordum. Aldığım yanıtla sevinmiştim: ‘Hele bir gidelim, çay demler beraber bakarız!’’

Ertesi gün sabah namazının ardından New Jersey’e eğitim seminerine katılmak üzere yola çıktık. Yanımıza yolluk olarak birer simit bulabilmiştik yalnızca, o; ‘hizmetçilerle dolu çok lüks bir hayatın yaşanıldığı zannedilen’ mekandan ayrılırken. Bir yandan simidimi yiyor diğer yandan da tepelere ve ağaçlar üzerine gerilmiş beyaz kar örtüsünün güzelliğini seyrediyorum. Arabamızın camlarına çarpıp eriyen kar tanecikleri ve radyodan gelen tiz klasik müzik sesi düşüncelerimi alıp ayrı bir ufka götürmüştü. Aklımda hep o hediye kitaplar vardı. ‘Neden o iki kitap!’ deyip duruyordum kendi kendime. Yol arkadaşımı çoktan unutmuş kendi hayal ufkumda bencilce bir düşünce atmosferinin girdabına takılıp gitmiştim. Bu şekilde geçen yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun ardından nihayet New Jersey’e yaklaştık. Kafamı arabanın camına yaslamış bir vaziyette hala o iki kıtabın bana verdiği bir mesaj olduğu ve benim onu bulmak zorunda olduğum fikrinden zihnimi alamıyordum.

Ve işte karşımda gene New York şehrinin o büyüleyici; ama bana hep soğuk gelmiş, devasa gökdelenleri. Bakışlarımı gökdelenlerin oluşturduğu o görkemli silüete kilitliyorum. Düşüncelerim şehrin mimarisinden çok bende çağrıştırdığı medeniyetin temel dinamikleri üzerine yoğunlaşıyor. Amerikan süper gücünü meydana getiren, şekillenmesine öncülük eden temel dinamikler, prensipler, kabiliyetler, kurallar bir festival havası içerisinde geçit töreni yapıyorlar zihnimde. Sonra Osmanlı ve o ihtişamlı İslam medeniyetleri geliyor aklıma. Onlar da aynı kabiliyetler üzerine hatta belki de daha üstün prensipler üzerine kurulmuşlardı diye geçiriyorum içimden ve listelemeye başlıyorum her birini New York’un o gizemli gökdelen silüetinin üzerine yazarcasına. İlim, hikmet, adalet, sistemli hareket vs. derken o ilimden beslenen beyan ve ikna kabiliyeti, o hikmetin meyveye düçâr olma hali ifadeleri dökülüyor ağzımdan. Birden bir şimşek çakıyor adeta kafamda ve zihnimdeki tüm düşünce kırıntılarını kendi karanlıklarına hapsedip kendisine has tek bir düşünce ile aydınlatıyor. Şimdi anlıyorum diyorum kendi kendime! Sanki Hocafendinin Başbakana neden bir Kur’an-ı Kerim ve bir de kendi Beyan isimli kitabını hediye ettiğine dair illa bir neden aramam gerekiyormuş bencilliği ve haddini bilmezlik içerisinde. Henüz olaylar yeni başlamış, kalp kırıcı sözlerin, gönül yaralayıcı iftira ve yalanların yeni günyüzüne çıktığı günlerdi. Ama öncesinden beri aleyhte bazı bitirme-tasfiye etme çalışmaları olduğu hep biliniyordu. Belki Hocaefendi daha fazlasını da biliyor ama hep içine atıp sabrediyordu. Kamptaki; o herşeyi Sahibine havale etme hali belki de bundan ötürü idi.

Kur’an; hakkı, adaleti, ilmi ve hikmeti temsil ediyordur dedim kendi kendime. Bir medeniyet ancak bu temeller üzerine kurulabilir ve idame ettirilebilirdi. Beyan da işte o ilim, irfan ve hikmetten beslenen, adalet ve hakikat kavramları ile desteklenen bir medeniyette hayat bulur ve sonra da onu süsleyen, hakikatta sabit kılan, ayakta tutan ve yeni medeniyet çekirdekleri haline getiren bir irfan meyvesi haline dönüşürdü. İşte benim o iki hediye kitaba yüklediğim manalar bu şekilde olmuştu. Yani bir yandan muhatabına; adalet, hak ve hakikatten ayrılma, zulme kaçma; diğer yandan da beyan ve ifadelerine dikkat et ki onlar hakikatın ve medeniyetin birer bestesi olabilecekken, sahibini yaralayan, hak ve adaletten uzaklaştıran birer öfke tokmağı ve içinden çıkılması imkansız bir ümitsizlik bataklığına dönüşmesin. Kısaca, ‘haktan ayrılma; adaletten şaşma ve hep doğruyu söyle’ demekti bu.

Bu seyahatim ile bu yazıyı yazdığım ana kadar aradan bir kaç aya yakın bir zaman geçti. Bu süreç içerisinde yaşanan gelişmelere; kısaca yapılan fişlemelere, görevden almalara, hakaretlere, iftiralara, yazılan yalanlara, birilerinin ortaya çıkan konuşmalarına, büyükelçilere verilen utanç emirlerine, yargı ve adalet sisteminin hallaç pamuğu gibi atılışına, ülkenin kamplaştırılarak nasıl bir tehlikenin içine atıldığına bakıyorum. Etrafımda gördüğüm o samimi ve gündemden uzak kalmaya çalışan insanların ilerleyen günlerde bizzat; o hediyelerin muhatabı kişi tarafından nasıl; ‘haşhaşi’, ‘virüs’, ‘ajan’, ‘hain’, ‘paralel örgüt’, ‘lobi’ şeklinde ithamlara maruz bırakıldıklarını ve bizzat Hocaefendinin nasıl ‘içi boş alim müsveddesi’, ‘sahte peygamber’ ifadeleri ile hakarete ve nefret suçuna muhatap olduğunu gördükçe o hediyeler geliyor aklıma hep. Acaba diyorum; Hocaefendi o iki kitabı hediye olarak gönderirken gerçekten benim içime doğan o manaları da beraberinde mi gönderiyordu muhatabına. Yoksa ben mi yanlış anlamlar yüklüyordum Kur’an ve Beyan isimli o iki hediye kitaba. Sanırım bu sorunun cevabını vermek artık zamana kaldı.