16 Ağustos 2007 Perşembe

'Senin Cumhurbaşkanın - Benim Cumhurbaşkanım'

Bunu da mı görecektik? Doğrusu bu kadar küstahlaşabileceklerini tahmin etmezdim. Geçenlerde Hürriyet gazetesinden Bekir Coşkun'un köşesinde dile getirmeye cüret edebildiği ''O benim cumhurbaşkanım olmayacak'' sözünden bahsediyorum. Bağışlayın; ama son derece 'terbiyesiz'  bulduğum, ahlaki sınırları zorladığını düşündüğüm talihsiz bir açıklama bu. Özellikle Hürriyet gazetesi, uzun bir zamandan beri cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden çok çirkin, entellektüel düzeyi çok düşük yazılara imza attı. AKP'nin tüm baskı, yıldırma ve korkutma taktiklerine rağmen gene Gül'ü aday göstermesi karşısında; bir yandan ''ordu ne der'' çığırtkanlıklarına sarılırken bir yandan da böyle talihsiz beyanlardan medet umar hale geldiler. Bunu da yaptılar ve toplumun azınlıkta olan belirli bir kesimine 'senin cumhurbaşkanın-benim cumhurbaşkanım' demeyi de öğrettiler. Öğrettiler diyorum çünkü, kendilerini çok iyi tanıdığım belirli bir kesim, bu tür söylemleri süratle benimseyecek bir karakter arz ediyor. Oysa bu halk, şimdiye kadar kendisinden pek haz etmediği nice cumhurbaşkanları, başbakanlar gördüğü halde hepsini benimsedi ve başının üstüne koydu. Eleştirdi; ama hakaret etmedi. ''Seni tanımıyorum'' demedi. Şef döneminde de demedi. Demirel'e de demedi. Sezer'in anti-demokratik, tarafgir ve husumetvari uygulamaları karşısında da demedi. Bir milleti öyle veya böyle temsil etme hakkı kazanmış bir insana karşı saygısını yitirmedi. İnsan ister istemez kendisine sormadan edemiyor: Nedir dertleri? Onları bu kadar endişeye sevk eden, rüyalarını kaçıran korkunun kaynağı nedir? Neyden korkuyorlar? Hadi bir korkunuz var diyelim; ama neden milleti de aynı korku girdaplarının içine çekmek, onları farklı kutuplara ayırmak istiyorsunuz? Ya korkunuzda bile samimi değilsiniz yada art niyetlisiniz. Zira birşeyden korkan bir insan; öncelikli olarak o korkuyu tanımalı, ona aşınalık kazanmalı ve böylece o korkuyu dağıtmaya gayret etmeli değil midir? Bugün bazı psikoloji uzmanlarının bile uyguladığı yöntem budur: Bir şeyden (mesela örümcekten) korkan bir insanı, yüksek bir yere götürerek, onu korkuya temel teşkil eden nesne ile tanıştırarak korkulacak birşey olmadığını tedavi etmeye çalışırlar. Oysa bizdeki bazı çevreler, mevcut korkuları karşısında bu tarz bir terapi uygulamak yerine, tüm örümcekleri ortadan kaldırmanın yollarını arıyorlar ve korkuya temel teşkil eden etkenin yok olmasını arzu ediyorlar. Bu yönde çaba sarfediyorlar. Star Wars dizisinden hatırlayacağınız ve bir 'Jedai master' olarak resmedilen 'Yodi' adlı ustanın, filmin kahramanı genç savaşçıyı kasden söylediği sözü hatırlayalım: ''O tehlikeli birisi... çünkü içinde korku var... Korkan insan öfkeli olur... Öfke nefret i doğurur... Nefret ise acı getirir...'' Bizim içimizdeki bu ''savaşçıları'' daha iyi özetleyen başka bir ifade bilmiyorum. 'Korku'ya neden olan asıl faktör ise bilmemektir; karşındakini tanımamaktır. Öyleyse, öncelikli olarak yapılması gereken; korktuğun kişiyi tanımaya çalışmak, ona yaşam hakkı tanımak değil midir? Doğacak bir bebeğin, ileride tahtını alaşağı edeceğini duyan Firavun, korkuya kapılıp askerlerini etrafa salarak yeni doğan tüm erkek bebeklerini katlettireceğine, acaba ben ne yapıyorum ki bu bela başıma gelecek diye sorsaydı; ardından emri altında zülmettiği halkı ve onların ihtiyaçlarını tanımaya çalışsaydı, inanıyorum ki tarihte 'denizin yarılması' olarak bilinen hadise yaşanmaz, Nil Nehri'nin akıntıları bebek Musa'nın beşiğini kralın sarayına taşımazdı.

Aynı şey hal-i hazırda Amerika'da da yaşanmıyor mu? Müslümanları tanımak, onlarla iletişime geçmek yerine; onları düşman olarak görme ve gösterme gayreti içine düşenler, kendi zihinlerine 'korku travmaları' yaşatanlar aynı hataları tekrarlamıyorlar mı? Geçenlerde Amerikalı koyu hristiyan bir arkadaşımla muhabbet ederken aynı gerçeğe işaret ederek kendisine şunu sordum: İşte gerçekte İslam'ın öğrettiği şeyler bunlar... Şimdi sen bu gerçekleri öğrenmek yerine, 1.5 milyar Müslüman içerisinden sadece bir kaç kendini bilmezin yaptıklarına bakarak bütün müslümanları terörist olarak görmeyi akıllıca buluyor musun? Kendileri ile iletişime geçerek 1.5 milyar dost edinebilecekken, korkularına temel teşkil eden 'müslüman terörist' travmasından kurtulabilecekken, tutup ta bu 1.5 milyar insanı zorla kendine düşman ilan etmek akılla izah edilebilir mi? Böyle yaparak korku ve vehimlerini gerçek bir tehdide dönüştürmüş olmaz mısın?

İşte bu ve bunun gibi sorular bizim içimizdeki 'hakim' ve halktan kopuk çevreler hakkında da geçerli. Halkı, başörtülüleri (türban diye birşey yoktur), dindarları kendilerine zorla düşman etmeye çalışmaları sizce nasıl açıklanabilir? Oysa, şimdiye kadar korkularına isnad olabilecek hiçbir şey göremediler. Üniversitedeki profesör olan hocam ''bunlar gelince başımızı kesecek'' diyordu ve bunu içten inanarak, elleri titreyerek söylüyordu. Halbuki, AKP 5-6 senedir hükümetin başında ve görebildiğim kadarı ile ülkede herkesin başı yerinde duruyor...

Bütün bu izahatleri az önce de zikrettiğim şu özet cümleye getirmek istiyorum. Ya korkularında samimi değiller (onun üstesinden gelmeye çalışmayarak) yada bir art niyetleri var. İşte bu aşamada; bu korkuların tüketicisi olan kitleleri ikiye ayırmak istiyorum. Birinci kesim; daha önceki yazılarımda ve o yazılar içerisinde yer verdiğim alıntılarda resmettiğim gibi, azınlıkta olan; ama gayet art niyetli bir kesim. Bu kesim maaesef ''halkı aptal'', kendisini ise hakim güç gören, oligarşik bir yapılanmayı temsil ediyor. Kendisini her zaman ülkedeki 'mutlak hakim güç' olarak görmek istiyor. ''Bu ülkeye sosyalizm'' gelecekse de ''İslam gelecekse'' de ben getiririm diyen, kendisine 'kale' olarak kabul ettiği medya-yargı-siyaset-ordu-cumhurbaşkanlığı gibi güç odaklarını asla kaybetmek istemeyen, gerektiğinde mafyavari, 'ulusalcı' ve 'vatansever!' çeteleşmelere bile gidebilen gözüpek bir oluşum bu. En büyük korkuları ise ''Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir'' sözünün bir gün kendini gerçeklemesidir ve bu kendini gerçekleyecek olan 'kehanet' (self-fulfilling prophecy) Atatürk'ün ve zamanın meclisinin bu millete en büyük armağanıdır. Bu bahsettiğim kişilerin ise en büyük kabusudur.

Korkuların muhatabı olan ikinci kesimi ise; halk tabakamızın içinden, normal Anadolu insanının bir kısmı oluştuyor. Bu insanlarımız kesinlikle art niyetli değiller. Üzerlerinde oluşturulan bu korku bulutlarının yağmur getirebileceğine inandırılmış, dini hassasiyetleri diğerlerine göre daha az yada farklı olan bir azınlık. Normal yurdum insanı anlayacağınız. Üzerlerindeki 'korku bulutlarının' yağmur, kar, dolu değil aslında bir nem bile oluşturamayacak kadar gerçek bir bulut olmadığını, yapay olarak oluşturulmuş bir sis olduğunu öğrendiklerinde rahatlayacak olan bir grup bu kesim. Gerçekte ne başörtüsü ile, ne dininin gereklerini yerine getiren dindarlarla, ne Kürt kardeşi ile, ne Alevi yada Sünni kardeşi ile, ne sağcısıyla ne de solcusuyla bir kavgası olmayacak olan insanlarımız bunlar. Hepsi bizim anamız, bacımız, kardeşimiz, dedemiz olan, Çanakkalede birlikte çarpışan insanların torunları bu kişiler. Ne yazıkki, yukarıda niyet-i asliyelerini ibraz ettiğim ve halkı tedhiş eden (korkutan, ürküten) azınlık oligarşi; ülkede bir kaos atmosferi oluşturmak, insanları parçalayarak yutmak, korkutarak onlara yön vermek telaşı ve gayreti içerisinde.  İşte  bu yöntemlerle, bu 'ikinci kesim' halkımızın gönlüne sahte korkuların boyasını çalmış, onları birbirine 'öcü' yapmış, gerektiğinde birbirine vurdurmuşlar. Aynı ateşi körüklemeye cumhurbaşkanlığı seçimi bahanesiyle de devam ediyorlar. Eskiden çok küçük parçalara böldükleri halk oylarının yüzde elliye yakınının bir seçimde bir araya gelebilmiş olması onları ürkütüyor. 'Aptal bu halk' diye ilk şaşkınlık tepkileri vermelerinin nedeni bu idi. Uzun süreden beri, daha çok sol görüşelere gönül bağlamış, yada kökenleri itibari ile Kürt ya da Alevi olan kardeşlerimizi, bu yüzde ellinin olabildiğince uzağında tutmaya çalışıyorlar. Zira en korktukları şey, toplum gömleğinin iki farklı yakasının (bu ikinci kesim ile sağ görüşlü-dindar kesimin) birbiri ile kaynaşması. Gerçek halk birlikteliğinin, sinerjisinin ve kaynaşmasının oluşması ve demokrasi inisiyatifini ele alması... İşte tam da bu nedenle, sürekli olarak dindarları 'öcü' olarak göstermeye devam ederlerken, ellerindeki medya gücü ve 'kalemşör' yazarlar aracılığı ile de bu korkulara körük yapıyorlar. Bu noktada şu hususun da altını çizmeden geçmek istemiyorum: İster kabul edin ister etmeyin; ancak görünen o ki; karşıdakini tanımaya çalışma, onunla birlikte yaşanabileceğini gösterme, tanıma ve anlama gayreti içerisine girme noktasında dindar kesim bu 'ikinci kesime'' göre bir adım daha önde gidiyor. Türkiye'de son yıllarda görmeye başladığımız ''Diyalog'' faaliyetleri bunun en güzel göstergesi. 'İkinci kesim'' henüz korkularından sıyrılabilmiş ve nasıl bir oyuna alet olduğunu tam olarak farkedebilmiş değil.

Yazıya başlık teşkil eden ''senin cumhurbaşkanın-benim cumhurbaşkanım'' meselesine buraya kadar anlatılanlar açısından da bakılması gerektiğini hatırlatarak, bu talihsiz ve küstah ayırıma sebebiyet veren bazı alıntılar ile devam edelim.

Bakınız ne diyor Bekir Coşkun, Hürriyetteki (15 Ağustos 2007) ''O benim 'cumhurbaşkanım' olmayacak...'' başlıklı yazısında:

''AKP; laik cumhuriyetle ve Atatürk devrimleriyle hesaplaşması olan, din merkezli bir partidir./Artık türban devletin başındadır.../Devletin temsil edildiği birinci sıradaki kamusal alana tesettürün adım atmasıyla; AİHM'nin, bizim Anayasa Mahkemesi'nin, Yargıtay'ın, Danıştay'ın ve evrensel hukukun tüm 'Laik yönetimlerde dini simge olmaz' kararları çöpe atılmaktadır./Dincilerin, bu ülkeye el koyma ve karşı devrimi gerçekleştirme planları aksamadan tıkır tıkır yürüyor./Devleti tesettür temsil edecek./Bir anda Türkiye'nin fotoğrafı size 'Atatürk Türkiyesi'ni değil, 'Ilımlı İslam Türkiyesi'ni anlatacak./O benim 'cumhurbaşkanım' olmayacak...''

Yukarıda işaret ettiğim ''ikinci kesimi'' tavlamak amaçlı ve 'kriz çıkartıcılığı' görevini başarı ile yerine getiren alıtınlar bunlar. Maalesef, son cümle haricindeki cümlelerde dile getirilen anlayışlar, şimdiye kadar büyük bir başarı ile 'ikinci kesim' olan halkımıza benimsetilmişti. Bu yazı neticesinde aynı kesim artık, ''Gül benim cumhurbaşkanım değil'' demeyi de öğrenecek. Anadolu halkının o, liderlerine karşı duyduğu hoşgörü ve saygı anlayışında gedik açılacak. Bir kere artık şunu kabul etmeli bu kesimler: Ne özelde AKP'nin ne de genelde dindar kesimlerin ''laiklik'' ile bir sorunu yok. Ya!, ''laikçilikle'' ve ortalıkta, gerçek bir ''laik'' gibi değil de ''laikçi'' geçinen tiplerle sorunları var. Bu ''laikçiler'' dediğim kesim işte bu sorunları yaşamamıza neden olan ''oligarşik azınlık''tır. Gerçek laiklik, dine saygılıdır. Sadece din işleri ile siyaseti birbirinden ayırır ki, bugün Türkiye müslümanlarının böyle bir derdi zaten yoktur. Onların her türlü baskı neticesinde geldikleri nokta; artık ''laikçilik'' anlayışının kendi dini yaşantılarına ve giyim tarzlarına müdahele etmemesi, okuma haklarını ellerinden almamasıdır. Onlara insanca ve birlikte yaşama hakkını tanımasıdır. Bu halkın yüzde 90'ından fazlası müslümandır. Bu insanların önemli bir kısmı da başörtüsü takmaktadır. Halkın büyük çoğunluğunun ise başörtüsü ile (onlar türban diyor) sorunu yoktur. Nitekim geçenlerde Ali Bulaç yazdı; ondan dinleyelim: ''
Araştırmalar Türkiye'de kadınların yüzde 75'inin başörtüsü taktığını gösteriyor. Başka bir ifadeyle her dört kadından birinin başı örtülü ve Müslüman bir ülkede bu gayet doğal. Doğal olmayan bunun garipsenmesi. Kadın-erkek, toplumun yüzde 85'i başörtüsüne karşı değil, daha ilginç olanı CHP seçmeninin yüzde 65'i de başörtüsüne karşı olmadığını beyan ediyor, üstelik aynı CHP'liler 'yasak' dolayısıyla kamusal hizmet vermeyen ve eğitim hakları engellenen kadınların ve kızların mağduriyete uğradığını düşünüyor'' (Zaman, 13 Ağustos 2007). İşte anlatmak istediğim budur. Sorunun ne kadar yapay bir sorun olduğunu, kitlelerin basın aracılığı ile nasıl iğfal edildiğini görüyorsunuz değil mi?

Coşkun'un kaleminden damlayan ifadelerle (hezeyanlarla) devam edelim... Neymiş... ''evrensel hukukun tüm 'Laik yönetimlerde dini simge olmaz' kararları çöpe'' atılmaktaymış. Halkın gerçekte başına taktığı 'başörtüsü' ismini kullanmaya cesaret edemeyerek, ''türban'' tanımlamasını ortaya çıkaran, sonra da onu dini bir ''simge'' imiş gibi lanse eden ve bunu kitlelere kabul ettirmeye çalışanlar sizler değil misiniz? Sonra da onu önce 'infaz' sonra da 'yargı!' sandalyesine çıkaran sizler değil misiniz? Hem, nereden çıktı bu 'evrensel hukukun tüm laik yönetimleri' safsatası. Hukuk'un adalet ilkesi evrenseldir. Uygulamaları evrensel değildir. Her ülkede farklı uygulamalar olabilir, vardır da. Laiklik bile evrensel değildir. Fransa laikliği ile Amerika laikliği birbirinden farklılıklar içerir. Amerikan laikliği ve hatta bazı Avrupa ''laik yönetimleri'' bile bugün başörtüsünü bir ''kamusal tehdit'' olarak görmemektedirler. Üniversiteleri dahil her yerde izin vermektedirler. Sorun; Fransa laiklik anlayışında ve bu anlayışın ülkemizdeki uygulayıcıları olan 'masonik' bazı örgütlenmelerdedir... İlaveten... bu oligarşik kesimlerin 'Atatürk Türkiyesi''nden ne anladıkları da muğlaktır. Bu kavramın içini, kendi icatları olan ve yukarıda arzettiğim hastalıklı 'laikçilik' ve 'kemalizm' anlayışları ile doldurmaya ve bunu yaparken de Atatürk'ü din düşmanı, başörtü düşmanı bir lider olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Şunu kabul edelim artık: Gerçek ''Atatürk Türkiyesi''nde herkese yer vardır. Hedef ''yurtta sulh, cihanda sulhtur.'' Halkı birbirine düşman etmek o yönde yayınlar yapmak değildir.

Hürriyetteki iğfallerin her birini ele almaya ve cevap yazmaya kalksak kitapları doldururuz. Daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, asıl amacım 'ortada kavramlar' üzerinden yürütülen bir oyun olduğu için, meseleleri hep kavramlar noktasına taşımak. Bu nedenle, başka bir 'iğfal', 'halkı kutuplaştırma', 'meseleyi saptırma' örneği ile daha devam edeyim... Bakın bu sefer Ertuğrul Özkök (Hürriyet, 12 Ağustos 2007) ne diyor: ''Böyle bir coğrafyada, böyle bir mahallede nedir bu husumetiniz askere?/Neden böyle öfkeli, intikamcı, rövanşist bir haletiruhiyedesiniz?/Neden? .../Abdullah Gül, bu rövanşist zevatı Çankaya'nın kapısından içeri sokmamalıdır./Türkiye Cumhuriyeti'nin cumhurbaşkanı, askeriyle kavga etmez./Onun sırtını yere getireceğim duygusu taşımaz./Çankaya duvarlarında işte bu görünmez kaide yazılıdır./Makul çoğunluğun anayasasını yazmaya bu duygularla başlamak gerekir.'' Yahu kimin husumeti olmuş askere bu coğrafyada? Askerini en çok seven bir kesim ararsan bu şüphesiz milliyetçi ve dindar çevrelerden çıkar. Şehit analarının çoğu başörtülü değil mi bu ülkede. Özkök hangi verilere yada delillere dayanarak, AKP ve kendisine oy veren yüzde elli çoğunluğu ''asker düşmanı'', askerine karşı ''intikamcı'', ''rövanşist'' ilan edebiliyor anlayabilmiş değilim. Abdullah Gül'ü, hem bu kesimin bir temsilcisi olmakla suçlamak (dolaylı olarak) hem de ''böyle rövanşistleri'' köşke sokmama ricasıyla çağırmak ikilem değil midir?'' Çankaya duvarlarında ''görünmez'' neler yazar bilemiyorum; ancak bildiğim birşey varsa o da bu kişilerin gazete köşelerinin iyice 'tuvalet yazıları'na dönüştüğüdür. Bu son yazılıp çizilenler Fehmi Koru'yu bile çileden çıkarmış olmali ki, son yazısının başlığında ''Ayıp oluyor, ayıp'' şeklinde haykırmış. Ben ise bir adım daha ileri gidip bu tür yazarları millete karşı 'terbiyesizlikle', 'ahlaksızlıkla' suçlamak istiyorum.

Son olarak, 'ikinci kesim' dediğim kitleyi, çoğunluğu itibari ile temsil! eden (aslında zorla öteki kutba taşıyan) CHP ile noktalayalım. CHP hala akıllanmış değil. Gül'ün adaylığı netleşince; "Gerilimi sürdüreceğiz" şeklinde talihsiz bir açıklama yapabildiler... randevu vermediler... Gül'ün seçilmesi halinde ise Cumhuriyet resepsiyonlarına, cumhurbaşkanının yurtdışı gezilerine katılmayacaklarını duyurdular. Bu açıklamalar yetmezmiş gibi bir de, Gül'ün cumhurbaşkanı olması halinde rejimin tehlikeye gireceğini savundular (Zaman, 16 Ağustos 2007). Tahmin edeceğiniz gib, burada bir 'kavram savaşı'nın parçası olması hasebiyle sadece son cümleye dikkatlerinizi çekeceğim. Uzun süreden beridir, Baykal bu tür beyanatlarda bulunuyordu. Seçim öncesi dönemde de, Gül'ün adaylığı karşısında, ''kötü şeyler olur'' korkutması yapabilmişti Baykal. Bu tür yaklaşımlar şüphesiz, CHP'nin o, kendisini halktan üstün gören, rejimin bekçisi kabul eden, ordu sözcüsü belleyen hastalıklı anlayışından kaynaklanıyor. Baykal aslında varolan bu 'CHP zihniyeti'ni dile getiriyor sadece. Geçen gün Fehmi Koru yazınca (Yenişafak, 15 Ağustos 2007) ''evet hatırlıyorum'' dedim kendi kendime. Aynı Baykal, 1989 yılında da dönemin Cumhurbaşkanı olan Özal'a atfen ''onursuzca indiririz'' demişti; aslında kendisinin 'onursuzca' bir beyanatta bulunduğu idrak edemeyerek. Bu konuda söylenecek çok şey yok aslında. Zira, CHP'nin bu çığırtkanlıklarına halk, seçimde gereken cevabı verdi. Sol kesimden bile gereken cevabı aldılar... Halka pompalanan korkuların önemli kanallarından birisi oldu CHP hep. Bu 'mızıkçı' tavırlarının bir nedeni de bu. Yazının başında ifade ettiğim; 'korkuyu yenme'' ve ''samimiyet'' ölçülerini tekrar hatırlatmak isterim bu aşamada. Bu konu ile alakalı olarak da, Fehmi Koru'nun CHP'ye bir tavsiyesi ile yazıyı noktalayalım: ''Bugüne kadar hep korkularla yönlendirilmiş bir ülkenin nüfusunun yarıya yakını son seçimde 'Yeter artık' demeyi başardı; CHP kendi korkularından kurtulmada halkın gerisinde kalmasa iyi olacak... '' 16 Ağustos 2007