Bu yazı 30 Haziran 2015 tarihinde Yeniyön.tv ve daha sonra Sonsaniye.ca sitelerindeki köşelerimde yayınlanmıştır.
Ümitsizliğin, cehaletin ve erdemsizliğin zifiri karanlığında, bir
korku denizinin dalgaları arasında savruluyoruz yalnız başımıza; egomuza
tutunmuş bir vaziyette. Hayatımızı korku, endişe ve zaaflarımız
yönlendiriyor adeta. Okyanusun derinliklerinde bir balığın karnında
tutsak olmuş Yunus (a.s.) gibi, sebeplerin tümden aleyhimize sükût
ettiği böyle bir ortamda bile O’na (c.c.) yönelip; ‘Sübhansın ya Rab!
Ben nefsime zülmettim’ diyemiyoruz. Oysa diyebilsek; kendimizi tanımış
olacak, hiçbir şeye muhtaç olmayana sığınarak bizi kendisine esir eden
ihtiyaçlarımızın ve onları kaybetme korkusunun tutsaklığından kurtulmuş
olacağız. Ucundan tutunup sımsıkı sarıldığımız egomuzun, o engin ve
dalgalı korku denizinde bize yön verebileceğini zannediyor ve kulaç
attıkça daha çok yoruluyor, yönümüzü kaybediyor ve enerjimizi
tüketiyoruz.
Evet! Korku böyle bir duygudur işte. İnsanların yaptığı para ve
şehirler gibidir ürettiğimiz korkular. Önce biz onları yapar
şekillendiririz; sonra da onlar bizi… Öyle inanır ve bağlanırız ki
onlara zamanla, kölesi oluruz onların: Paranın tutsağı, şehir
yaşantısının tutsağı (bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlarımızın,
israfın, gösterişin, yaşam mücadelesinin) ve korkularımızın tutsağı… Kim
bilir belki de bu yüzden Aristo, ‘’kim ki korkularının üstesinden
gelir, gerçek olarak özgür olur’’ demiştir.
‘’İnsanoğlunun en eski ve güçlü duygusu korkudur’’ der Amerikalı
yazar H.P. Lovecraft. İnsanlık tarihinde ilk cinayeti işleyen Kabil’in,
kardeşi Habil’i bir kıskançlık yüzünden öldürdüğü anlatılır hep.
Doğrudur bu elbet; onun kestiği kurban kabul edilmemiştir zira. Ancak
hiç kimse Kabil’in bu suçu işlerken kıskançlığından ziyade aslında
korkularının esiri olmuş olabileceğini (Allah tarafından kabul görmeme,
Adem (a.s.)’ın temsil ettiği peygamberlik bayrağının taşıyıcısı
olamama, gücünü koruyamama, dışlanma, yalnız kalma, ötekilenme ve
sevilmeme) ve kardeşini o nedenle öldürmüş olabileceğini düşünmez. Belki
de Habil’in kendisinden daha üstün, daha beğenilir olmasından
korkmuştur Kabil. Shakespeare’in dediği gibi, ‘’zamanla korktuğumuz
şeylerden nefret etmeye başlarız.’’ Kıskançlıktan, nefret ve öfkeden
daha derin, ve korkunç bir duygudur korku. Köşeye sıkışan bir sincabı
bile ölümcül yapabilir. Zaten çoğu kez korktuğu için kıskanmaz yada
öfkelenmez mi insan?
Kendini gerçekleyen bir kehanettir korkma duygusu. Montaigne’nin
dediği gibi; ‘’acı çekmekten korkan biri zaten korktuğu şeyden dolayı
acı çeker’’ hale gelir zamanla. Kabil’e de öyle olmuştur, tüm insanlara
da. Şeytan bile korkunun kurbanı olmuştur bence, kibrinden çok.; Adem’in
(a.s.) cansız vücudunu ilk gördüğü ve şaşkınlık içinde onun topraktan
bedenine ilk dokunduğu andan itibaren hemde. Sadece, kibir yaptı Şeytan
denir oysa. Gizler kendini korku diğer duyguların arasında; sinsidir.
Kimi zaman öfke, kimi zaman kıskançlık, kimi zaman kin, kimi zaman da
kibir olarak çıkar karşımıza.
Korku, insanı ve onun benliğini hergün öldürebilecek güçtedir.
Simyacı adlı eserinde Coelho, ‘’korkularına yenilme; yenilirsen,
kalbinle konuşamazsın der.’’ Çünkü, kalbiyle hayata bağlanır insan.
Ümitlerimiz, duygularımız, hayallerimiz kalbimizden beslenirler hep.
Korkularına tutsak olan insan bu melekelerini yitirmeye başlar zamanla.
En kötüsü de insandan korkmaktır. Fethullah Gülen Hocaefendi,
‘’insanlardan korkmak, insanı felç eder, onların eline bakıp onlardan
bir şeyler beklemek ise çok defa sükût-u hayal ve ümitsizliğe sebebiyet
verir’’ der ve bir de reçete sunar: ‘’Kimseden korkmamanın tek çaresi
korkulacak merciden korkmak, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemenin yolu
da, her zaman için kuvvetli ve vaadini yerine getirmeye muktedir olana
itimat etmekle olur.’’ Tıpkı balığın karnındaki Yunus’un; kuyuya atılan
Yusuf’un, Calut’un karşısındaki Davut’un ve Firavun’un karşısında ki
Musa’nın durumları gibi.
Peki bu duygu neden verilmiştir insana; kainatta hikmetsiz bir iş
bulunmadığına göre? Bediüzzaman Hazretlerinin tesbitiyle; insandaki
‘’havf (korku) damarı hıfz-ı hayat (hayatın korunması) için’’ verilmiştir
insana. Ancak o da, havfın fazlasının hayatı azâba çevireceğini ilave
etmiştir.
Velhasıl, Allah’ın (c.c.) içimize yerleştirdiği her duygu gibi korku
da alsında bizim yararımıza. Ancak nefsinin ve egosunun büyüsüne kapılıp
kim olduğunu unutan, Hak’tan kopan insanoğlu bozar kendi kimyasını;
ifrat ve tefritler arasında gelgitler yaşamaya başlar. İnsana verilen
havf duygusu da böyledir; eksikliği insanı korunmasız bırakacağı gibi,
fazlası da onu zaaflarının ve insanların kölesi yapar. Vahşi bir ata
benzer korku; onu evcilleştirmeyi başarırsan ona sahip olursun. Tersi de
doğrudur tabi bunun. Eğer o seni evcilleştirirse, bu sefer o sana sahip
olur.
Öyleyse ne yapmalı insan? İnsanın benliğini zehirleyen korkunun
panzehiri cesaret ise eğer; Plato’nun dediği gibi, ‘’cesaret, neyden
korkmaman gerektiğini bilmektir.’’ Bir Romalı flozof olan Seneca da,
cehalet (bilgisizlik) korkunun sebebidir’’ der. Demek ki tanımalı insan
önce korkularını. Bizim literatürümüzle düşünürsek; önce Hakkı bilmeli
insan kendini bilmek için. Sonra da onu Hak’tan ve gerçeklikten
uzaklaştıran, kalbiyle konuşmasını engelleyen ve duygularını felç eden
korkularını tanımalı. ‘’İfade edilemeyen korkular feth edilemezler’’
(Stephen King). İşte bu yüzden önce içinde yüzdüğü korku denizi ile
yüzleşmelidir insan; tanımalıdır onu ve o’nun kendisini nasıl
aldattığını, hangi hakikat sahilinden alıp gerçekliklerden
uzaklaştırdığını bilmelidir.
Tek bir çaresi vardır korkulara hükmetmenin: Hakka dayanıp kendini
keşfetmek, kendini bilmektir. Ancak bu sayede kendi olabilir,
zulümlerden kurtulabilir ve özgür olur insan ve böylece hakikat denizine
açılabilir. Yine Coelho ile bitirelim öyleyse: ‘’Tekne limanda
güvendedir. Ama teknenin amacı bu değildir.’’ Kendinizi keşfedin,
korkularınızın zincirlerini kırın ve korku denizinizi özgürlük denizine
çevirin.