17 Şubat 2008 Pazar

SONER YALÇIN'IN ANLAMADIĞI İKİ HAKİKAT

Bu yazı 18 Şubat 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Geçenlerde kaleme aldığı bir yazıdan sonra artık Soner Yalçın'a bazı hakikatleri hatırlatmanın zamanı geldi diye düşündüm. Zira toplumu ve yaşadığımız toplumsal dönüşümü anlamakta zorluk çeken benzer aydın! kişilerin yazdıkları yazılar iyice kabak tadı vermeye başladılar.

Kendisine hatırlatmak (belki öğretmek) istediğim hususların birincisi ile başlayalım:

11 Şubat 2008 tarihli yazısında (Hürriyet) türban üzerinden yapılan tartışmalara 'yeni'; ama bir o kadar da komik bir bakış açısı getirdi kendisi. Yeni sıfatını özellikle seçtim. Çünkü kemalist ve faşist kesimin son zamanlarda yürüttükleri; türban üzerinden, laikliği istismar yöntemli harekatın mahiyetini bu kelime çok iyi özetliyor. Halkı ve kendilerinin peşine takılmış bulunan laik kesimleri aldatma sürecinde sürekli olarak 'yeni' bir takım mazeretler bulmak zorunda kalıyorlar çünkü. Eskiden ''çağdışı'' dedilermi, ''laikliği tehdit ediyor'' dedilermi yetiyordu insanımızı kandırmaları için. Artık halk bunlara prim vermiyor. Liberal ve bazı sol-liberal çevreler bile yapılan propagandalara inanmıyorlar artık. Zira bu son tepki hareketinin başındaki bazı şahsiyetlerin faşist, bağnaz, çeteci-ulusalcı, darbeci, elitist-klancı, halk karşıtı, demokrasi düşmanı, laiklik istismarcısı, çıkar ve ihale avcısı kimlikler taşıdıklarını anlamış görünüyorlar. Bu nedenle de oligarşik çevreler artık sürekli olarak yeni mazeretlerle, yeni söylemlerle, yeni analizlerle! halk karşısına çıkıp, mevcut demokratikleşme sürecini baltalamak, türban tartışması üzerinden senelerdir elde ettikleri meşru zemini kaybetmemek ve statülerini korumak istiyorlar. En laik! geçinen bazı CHP'lilerin, rektörlerin, gazetecilerin ve yargı mensuplarının ortalığa atılıp türban fetvaları izhar etme gayretlerinin nedeni de bu zaten. Eski klasik söylemler fayda etmemeye başlayınca, 'yeni' bir söylem geliştirip bu sefer dini yeniden tanımlama yoluna giriştiler, ne kadar komik bir duruma düştüklerinden habersiz hemde... Bu da sırıtmaya başlayınca başka 'yeni' açılımlar denemeye çalışıyorlar. Soner Yalçın'ın aşağıda değineceğim son çıkışını (Hürriyet, 11 Şubat 2008) işte bu bağlamda değerlendirmenizi istirham ediyorum.

Bakın bu yazısında Yalçın önce seçim öncesi dönemin şu klasik Hürriyet propagandası ile lafa giriyor: ''[Türban serbest olunca] üniversitelerde türban baskısı olacak; özellikle Anadolu'daki üniversitelerde başı açık kız öğrencilere örtünme baskısı gelecek. Bu olabilir mi? Evet olur.'' Ardından ise 'yeni' derin analizini! dikkatlerimize sunarak aklınca türban serbestliğine karşı olan cepheye yeni bir slogan, taktik öğretiyor. Okuyalım: ''Bitmedi. Meselenin bir başka yönü daha var: Türbanlı kızlarımız üniversitelere girince ne olacak? Söyleyeyim: Çok iyi okuyacak, çok başarılı olacak ve okullarını hep dereceyle bitirecekler. Peki, sonra ne olacak? Ne olacak biliyor musunuz; evlenip, ev hanımı olacaklar! Bunu da nereden çıkardınız demeyin. Gelin Türkiye'yi yöneten birkaç politikacının kızlarına bakalım: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün kızı Kübra, Bilkent Üniversitesi'ni bitirir bitirmez evlendirildi. Çalışıyor mu, hayır!.. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kızı Esra, ABD'de Indiana Üniversitesi'nde okudu. Çalışıyor mu? Hayır. Başbakan'ın diğer kızı Sümeyye çalışıyor mu; hayır!...''

İşte kendisine öğretmek istediğim birinci husus bu noktada başlıyor. Amerika'da yaşayan ve buradaki en büyük üniversitelerden birisinde akademisyenlik yapan birisi olarak ve senelerdir bu ülkenin kültürüne olan aşinalığımı da kullanarak kendisine şunları öğütleyebilirim:

Sevgili Soner! Bir bayanın üniversite okuması illaki bir iş tutmasını gerektirmez. Batı'da ve dünyanın başka hiç bir yerinde bir üniversite yoktur ki, bayanları üniversiteye kabul ederken ön koşul olarak onlardan mezun oldukları takdirde kariyer yapacakları garantisi alsın. Yok böyle bir şey. Şu yazını okusalar gülerler zaten. Bir bayanın hatta erkeğin üniversite okumasının en önemli nedeni bilgi sahibi olmak, kültürel altyapı kazanmak, aydınlanmak, çağı yakalamak ve bir yetenek sahibi olmaktır. Diplomasını aldığında ise mezun olduğu alanda çalışmamak en doğal hakkıdır. Böyle bir zorunluluğu yoktur. Hatta çalışsa bile bunu tamamen farklı bir alanda yapmak da isteyebilir. Dünya üzerinde kaç kişi mezun olduğu alanda çalışıyor ki? Mesela sen gazetecilik mi okudun? Ya da sosyoloji? Ya da tarih? Nice fizikçi gidip finans sektöründe iş tutuyor? Psikoloji mezunu gidip polis oluyor? Amerika dahil bir çok ülkede önemli sayıda bayan mezun olunca ev hanımlığını tercih ediyor; bir psikolog hassasiyeti ile çocuklarını yetiştirip, bir doktor edasıyla onların gelişimleri için çabalıyor. Sonuçta bu da toplumsal yapımız içerisinde saygı görmesi gereken yüce bir meslek. Aşağılanacak bir 'mecburiyet' değil. Bir insanın üniversite mezunu, bilgili, kültürlü, evde kendisi ile ilgilenen bir annesinin olması güzel bir şey. Açıkçası bir eğitim uzmanı olarak Türkiye için önerdiğim bir model bu: Üniversite tahsilli, kültürlü, bilgiyi öğrenebilen ve takip edebilen, (çalışmasada) bir meslek (diploma) sahibi, mümkünse en az bir hobi bilen, çocuğunun gelişimi konusunda mahir ve onun üzerine titreyen, bu uğurda gerekli bilgiyi değişik kaynaklardan devşirme noktasında becerikli; 'süper anne' modeli... Bu doğal olarak daha ileride 'süper nine' modelleri de üretecek ve torunlarına sadece masal değil (artık bu bile kalmadı ya!) hakikat anlatabilecek, derin düşünce kabiliyeti ve yetenek aşılayacak yeni bir model... Kim bilir belki de ekonomi okuyup, iş bulamayınca da senelerini bir banka şubesinde aynı işi tekrarlayarak ömür törpülemekten daha hayırlı bir iş bile olabilir bu... En azından bir bayan için kutsal ve önemli bir tercih sahası. Şahsen bir erkek olarak bu konuda bayanların hakkını teslim etmeyi bir borç bilirim.

Hal böyle iken, garip ve temelsiz bir takım düşünce kırıntıları ile ortaya atılıp bayanları (nedense sadece türbanlıları) ''okuyupta ne yapacaksın; mezun olunca evde oturtacaklar; o yüzden okusan ne olur, okumasan ne olur; üniversiteye gelmede biz de kurtulalım'' şeklince taciz etmek (evet bu duygusal bir taciz şeklidir), tahkir etmek ne anlama geliyor? Başörtülü kızlara ilk hakaret etme şekliniz de bu değil zaten: Kendi iradesi yokmuş gibi gösterip zorla kapanıyorlar mı demediniz? (anketlere ve kişisel beyanlara rağmen) Ya da; Sümerlerdeki hayat kadınları başlarını birşeyle örtüyor diye, onları da benzer bir kimliğe bürümeye mi çalışmadınız?...

Yalçın'a hatırlatmak istediğim ikinci hakikat çok daha öncelerden başlayan bir çabası ile alakalı. Hani şu meşhur ''sabetaycı'' meselesi. Bizzat kendisinin ve bu konularda isimleri öne çıkan diğer bir iki kişinin daha, aynı sabetay kökenden geldikleri halde, neden kamuoyunu ''sabetaycı'' bir tehlikeye karşı uyarmaya çalıştıklarını, en önemli kademelerin bu kesimler tarafından ele geçirildiğini söyleyip durmalarını anlamak güç. Bunun nedenleri konusunda kendi düşüncemi belirtip kendisine önemli bir uyarıda bulunacağım.

Kanaatimce İttihat ve Terakki geleneğinden gelen ve şimdiki ulusalcı çetelere kadar uzanan bir oluşumun içerisinde olan bir kısım kesimler senelerce toplumun bu tür kesimlerinden beslendiler, kendilerine ait, laiklik ortamından beslenen elit bir oligarşik zümre oluşturdular. Ne varki bu kesim son senelerde hızlı bir güç kaybına uğramaya başladı. Artık kendi ırki bağlılıkları olan zümreleri, gençleri bile kaybeder oldular. Bu eski çarkların artık dönmemesi anlamına geliyordu onlar için. Üstüne üstlük, artık eskiden 'hizmetçi' (aşağı sınıf halk) olarak gördükleri türbanlı tipler 'komşuları' (eşit insan) olmaya başlamışlardı (The Economist dergisinde dile getirilen; bir şahsa ait alıntı, 16 Şubat 2008). Ülkede kendilerine alternatif; hukuksal ve demokratik yolu takip ederek kendi çıkar çarklarını zedeleyecek yeni bir zümre de ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu uğurda yeni darbeler elbette planlanmalı, hukuk dışına çıkılmalı ve ülkenin yuları tekrar ele geçirilmeli idi elbette. Ama yapılması gereken bir iş daha vardı. Zira içeriden de insan gücü kaybeden bir yapı vardı ellerinde. Sabetay geleneklerden gelen insanların bu Anadolu halkına karışmaması, onlarla bütünleşmemesi gerekiyordu. O nedenle değişik bir taktik izlenmeli idi. Halkın önüne bir sabetaycı tehlike atılmalı ve öfkesi körüklenmeli idi. Galeyana gelen halk bu kesimin fertlerine ayırım yapmadan tepki verdiğinde ise, bu zümrenin gençleri ve birbirinden kopmaya başlayan uzuvları bir araya gelmek zorunluluğu hissetmeli idi. Ama bu da tek başına yetmezdi. Bu tehlike halkın önüne çok somut bir tarzda sunulmamalı idi. Ortalık; yani hedef, biraz bulandırılmalı ve mümkünse bir taş ile iki kuş vurulmalı idi. Halkın kafası karıştırılmalı idi. Bu amaçla halkın değer verdiği siyasi ve dini bir takım önderler hep kendilerini aldatan, kimliğini gizleyen birer sinsi yılan gibi gösterilmeli ve halkın onlara karşı olan bakışı, sempatisi, desteği zedelenmeli idi. Bu nedenle bazı uzmanlar! ortaya atılıp önlerine geleni sabetaycı ilan etmeye başladılar. Sabetaycılar Işık koleji kurdular diye (ışık kavramına değer atfediyorlar diye), bununla İslamiyetteki 'nur' kavramı arasında temelsiz bir bağ kurup, AKP'den tutun da, diğer İslami cemaatlere kadar bir çok insanı sabetaycılıkla suçlamaya başladılar. Adamlar o kadar aptal ki (yada kasti), Kur'an-ı Kerim'de de çokça geçen ve İslami kültürün her döneminde kendisine önem atfedilen (Sabetay Seviden 900 yıl öncesinden itibaren) 'Nur' kavramını (Kainat yaratılmadan Peygamberin Nur'u yaratılmıştır mesela), Sabetay Sevi'nin ve Sabetaycılığın simgesi haline getirdiler. Sonra da hangi garip müslüman dininin doğal bir parçası olan nur, ışık hatta 'ampül' kavramını kendisine simge olarak seçmişse onu da bu gizli örgütlenme ile eşdeş göstermeye çalıştılar, hala da çalışıyorlar. Amaç belli, kendilerine alternatif olarak gelişen Anadolu hareketinin dinamikleri arasında olan dini terakkiyi ve tekamülü ve onu besleyen kanalları sinsi gösterme; halkın çok sevdiği liderleri (Menderes dahil) gözden düşürme çabası, kimseye güvenmemesini sağlayarak ortalıkta yalnız başına dolaşan koyunlar haline getirme gayreti...

Oysa bu yapılanın Nazi faşizminin yapmaya çalıştığından hiçbir farkı yoktur. Hitler de (kendisi de bir Yahudi olduğu halde) Alman halkını kandırmak ve faşist ideallerinin peşinden koşturmak için onlara bir düşman tanımı yaptı. Ülkedeki tüm Yahudileri ülkenin kanını emen, sinsi şeytanlar olarak tanıttı. Böylece halk ortak bir iç düşmana! karşı birleşmiş, Nazi subaylarının yaptıkları her türlü akıl dışı cinayete artık alkış tutar, onları onaylar hale gelmişti. Ardından ise, ilk defa içte oluşturulan böyle bir birlik ideolojisi ve üstün Alman ırkı endeksli 1000 yıllık imparatorluk ideası ülke sınırları dışına rahatlıkla taşınabilmiş, zamanla diğer ülkeler de düşman haline getirilmişti. Bizde de halkımız işte bu tür bir faşizmin içerisine çekilmeye, ulusalcı-vatansever! çetelerin çıkar çarklarını, kaçakçılık ve diğer her türlü pisliklerini vatan müdafaası adına bir gereklilikmiş gibi algılamaya şartlandırılmaktadır. Bu uğurda her türlü darbe, hukuksuzluk bir gereklilikmiş gibi bir idrake yol açılmaya çalışılmaktadır. Bu propagandalardan en çok ürkmesi gerekenler bu oligarşik kesimlerin kendi tabanları, pisliğe bulaşmaya niyetli olmayan gençleridir.

Birilerinin anlamadıkları bir gerçek var: Bu halk hiç bir zaman faşist, ırkçı olmamıştır. Sinesi geniştir. Kendi ülkesinin menfaatlerine hizmet eden her vatandaş; ırkı, dini, cinsiyeti ne olursa olsun kardeşidir. Genellemeler yapmaz. Bir Türk'ün hatasını tüm Türklere; bir Kürt'ün kalleşliğini tüm Kürt kardeşlerine mal etmez. Bir Laz mütahit hile yaptı diye, sokaklara çıkıp Laz avlamaz. Aynen onun gibi, üç-beş hadi yüz sabetay kökenli insan sinsi bir plana alet oldu diye, aynı kökenden gelen tüm insanları bir cadı avının kurbanı etmez. Osmanlı'da ve daha önce kurduğumuz 16 büyük imparatorlukta olduğu gibi; ülkemize, vatanımıza hizmet eden, onun kalkınıp gelişmesi için gayret sarfeden, vatandaşlık bağları ile bize bağlı olan her insanımız bizim bir parçamızdır. Bunun dışında hareket eden zaten kanun önünde cezasını alır. Aslında Atatürk'ün kurduğu yeni Cumhuriyet'in de temel esasları buna dayalıdır. Gel gör ki, bu değerleri bugün en çok tehdit eden kesim gene Atatürkçülük yaptığını, kemalist olduğunu, laikliği koruduğunu, ulusalcı olduğunu iddia eden ulusalcı çeteler, Ergenekoncu teröristler, onların sivil toplum kuruluşları, yargıdaki, üniversitelerdeki, medyadaki bir takım uzantılarıdır. Kurdukları iğrenç suç ağları bir bir ortaya dökülmektedir. Adres olarak; bugün ortalıkta darbe çığırtkanlıkları yapanlara, laiklik istismarı yaparak laik insanlarımızı kandırmaya çalışanlara, hukuk dışına çıkılabilir diyenlere bakmanız yeterlidir. Şimdilerde yeniden izlemeye başladığımız ve gittikçe sayıları artacak olan 'darbe ortamı hazırlama endeskli' provakasyonları da bu gözle izlemenizde fayda var. 16 Şubat 2008