10 Ocak 2008 Perşembe

TAM ZAMANI: SIRA HüRRİYET'TE

Bu yazı 11 Ocak 2008 tarihli IV.Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Taksim'deki yılbaşı eğlenceleri sırasında yaşanan iğrençliği hepiniz biliyorsunuz. Her sene olduğu gibi bu sene de bir grup genç, kalabalığa karışarak bir kaç turisti taciz etti ve yaşanan arbede sırasında çekilen görüntüler, ülke gündemini uzun süre meşgul etti. Bu tür hadiselerin medyaya yansıyor olmaları bir takım toplumsal sorunların dışa yansıması ve gerekli tedbirlerin alınmasını sağlaması yönleri ile elbette faydalı. Ancak bu yazıda konuyu tekrar medyamıza getireceğim. Şöyle ki...

Bir gazetenin bir hadiseyi haber yapmasının üç yönü var. Bunlardan ilki haberin niteliği ile ilgili. Bir konunun haber değerinin olup olmaması noktasındaki tartışmalar, o meşhur; adamın köpeği ısırması örneğinin çağrıştırdığı ''hangisi haber'' tartışması bunun bir parçası. İkinci husus, haberin veriliş tarzı (teknik üslubudur). Bu aşamada tökezleyen bir gazete haberin ya niteliğini eksiltecek tırpanlamalar yapar, ya onun niteliğini bulandıracak üslup yönlendirmeleri yapar, ya da onun niteliğini olduğundan daha büyük ve önemli gösterecek şişirmeler yapma yoluna gider.

Üçüncü ve son husus ise haberin yorum katılan aşamasıdır. İşte en sorunlu aşama bu aşamadır. Gazetenin ve gazetecinin hem kalitesi hem de niyeti açık bir tarzda bu aşamada gün yüzüne çıkar. Medyamızın en zayıf olduğu nokta da budur. İşaret etmeye çalıştığım 'zayıflık' bazen bir yetenek zafiyetine bazı durumlarda ise art niyetli yönlendirmelere, manipülasyonlara mebde olmaktadır. Son bir kaç senedir kalite arayışı içerisindeki bir kaç gazetenin haber ile yorumu ayırma yönündeki gayretlerinin arkasında işte bu zafiyetin oluşturduğu medya kirliliğinden uzak olduklarını ilan etme gayreti yatmaktadır.

Bu üç noktanın bir gazetede temsil edilen iki adresi var: Birincisi, gündelik haberler; ikincisi ise köşe yazıları. Tahmin edeceğiniz gibi, yukarıda sıraladığım üç hususun ilk ikisi bunlardan daha çok birincisinde, üçüncüsü olan yorum yönü ise ikincisinde (daha çok) öne çıkıyor. Haliyle, bir köşe yazarının ele aldığı haber veya hadise onun yorum süzgecinden geçerken çok farklı temsiller, tebliğler, terkipler halinde karşımıza çıkabiliyor.

İşte son Taksim olaylarını bu iki açıdan değerlendirip konuyu medyamızın işaret ettiğim bu temel sorunlarına bağlayacağım. Zira, yaşanan son taciz olayları da gösterdi ki, bazı yazarlarımızın ve gazetelerimizin sergiledikleri yorum eksenli zafiyetler kronik bir hal almaya başlamış durumda. Araya hastalıklı bir bakış açısı girince en normal görünen haberler bile bir polemik haline gelebiliyor, hayra hizmet edebilecek bir haber hiç ummadığınız bir sataşma malzemesi yapılabiliyor.

Buraya kadar zikrettiğim medya hastalığından muzdarip olmayan normal bir medyamız olsa idi şayet, yaşanan talihsiz taciz olaylarına verilen tepkiler ortak bir sese dönüşebilir, devlet birimlerinin ve özellikle de çok yetersiz cezai uygulamalarla hayatını devam ettiren adalet sistemimizin konuya daha ciddi bir şekilde eğilmesi sağlanabilirdi.

Oysa birileri bu karambolde bile AKP-yüklenmesi yapmadan, konuyu dindarlara getirmeden edemediler. Tacizci ile dindar arasında nasıl bir ilişki kurulabilir ki diye sormayın. Elde bizim medyamız ve bazı köşe yazarlarımız olunca herşey olabilir bu ülkede. Geçenlerde Zaman'dan Bülent Korucu (4 Ocak 2008) haklı olarak bu art niyetli yaklaşıma isyan ediyordu. Onun benzer bir şaşkınlıkla, ''medyada tuhaf bir damar var'' dediği yaklaşım işte benim az önce arzettiğim 'medya hastalığının' bir özeti niteliğinde. Alın size Korucu'nun Vatan Gazetesi yazarlarından Mustafa Mutlu'dan alıntıladığı sözlerden bir demet: ''Bu saldırganlar size göre son seçimlerde hangi partiye oy vermiş olabilir? Eşleri, anneleri, kardeşleri türban takıyor olabilir mi? Acaba 'kendi kadınları' gibi giyinmeyen tüm kadınları 'hayat kadını' olarak gördükleri için mi saldırıyorlar?

Çok üzerinde durulup cevap vermeye gerek olmayan alıntılar bunlar. Ama bu vesile ile önemli bir iki konunun altını çizmemiz gerekiyor.

Buraya kadar hep bir hastalıktan bahsettim. Bazı rahatsızlıklar kimyevi (bu yazıda 'zihne' tekabül ediyor) bir takım düzensizliklerden kaynaklansada, vücutta fiziksel (bu yazıda 'söylem' anlamına geliyor) tesirleri ile görünürler. Sizce, yukarıda adını 'medya hastalığı' olarak koyduğum zihni (bozuk ve yanlış yorum) rahatsızlıkların 2007 yılına ait en önemli; söyleme (fiziksel alana) dökülmüş hali nedir? Söyleyeyim: Bozuk yorumların sosyolojik tahlil (analiz) olarak önümüze sunulmaya çalışılması. Evet! Maalesef bazı yazarlar, tuttukları köşelerden zihin dünyalarımıza akıttıkları habis duygu ve düşüncelerini hep 'sosyolojik tahliller' yapıyoruz diyerek önümüze servis ettiler.

Oysa yaptıkları hiç bir yorumun sosyolojik temelleri ve gerçek toplumsal yansımaları yoktu. Toplumu okuyabilseler en basit seçim yorumlarını bile doğru bir şekilde yapabilirlerdi. Oysa onlar müthiş! ve derin! bir aydın insan zekası! sergileyerek oy veren insanları ''ahmak'' ve ''göbeğini kaşıyan adam'' olarak ilan ettiler...

Mustafa Mutlu bile yazısının bir yerinde az önce alıntıladığım ifadelerinin yanında ''sosyal siyaset bilimcilerine'' iş tavzif etmiş. Ben bir eğitim sosyoloğuyum. Hadi davetine icabet ettim diyelim; ama neresinden tutayım bu beyanların ve iftiraların. İnsanımızın yüzde 50'si AKP'ye oy verdi diye (onlar bütün dindarları bu kategoriye sıkıştırıyor); Taksimdeki her iki tacizciden birisinin, hatta oradaki kalabalık göz önüne alınırsa hepsi bile denebilir, AKP'li ve dindar olup olamayacaklarını irdeleyen bir mantalite ile nereye varılabilir. Olaya böyle istatistik olarak bile baksak, adama şunu sormazlar mı? Toplumun yarısı bir partiye oy verdi diye, her bir suç kategorisinden insanları bu partinin mensubu yapmak doğru mu? Böyle lüzumsuz bir isnadın ardından birisi çıksa; toplumun diğer yarısı da (çoğunlukla) CHP ve MHP'ye oy verdiklerine göre, demekki her dört tacizciden birisi CHP'li, birisi de MHP'li olmuş olur dese bu ne kadar mantıklı bir çıkarım olur. Sanırım tersinden örnek verilince adamların ne kadar çocukça yorumlar yapabildikleri ve bu yorumlardan yola çıkarak sosyal bilimcilere nasıl utanmadan görev listeleri çıkarabildikleri anlaşılıyordur.

Hürriyet Gazetesi de konuyu çok fazla ölçüde ciddiye aldı, kampanya düzenledi. İyi güzelde, gelin şimdi asıl sorulması gereken soruları soralım hep beraber. Böylece Taksim tacizi meselesine bir sosyoloğun (gazeteci sosyoloji savaşçılarının değil) gerçek manada nasıl yaklaşacağına temas edelim.

Bir hadise vuku bulduğunda meydana geliş şekline takılırsanız meseleye yaklaşımınız eksik kalmış olur. Asıl yapılması gereken; sorunun kaynağına inmek ve soruna katkıda bulunan nedenleri tahlil etmek, böylece onun tamirine, tashihine çalışmaktır. Taksim hadisesinde medyamız çaresizlik içinde bağıran bir kızın resmine, onun turist kişiliğine ve tacizcilere verilen cezanın azlığına takılıp kaldı. Hürriyet'in imza kampanyası da zaten Adalet Bakanlığına dönük olarak tertip edilmişti bu amaçla. Sorunun gerçek kaynağına inmeye çalışan olmadı. İnmeye çalışan Mutlu gibi bir kaçı da kendi niyetlerini bulaştırdıkları çocukça ve gerçeklerden uzak tahlillere sığındılar.

Bu kişiler yıl boyunca kendi gazetelerini okumuyorlar anlaşılan. Taciz ve onun akrabası olan suçların oranı ülkemizde gittikçe artıyor. Hergün otobüslerde, minibüslerde tacizlere maruz kalan kadınlarımız var da, bu kadınları bu sıkıntıdan kurtaracak hiç bir kampanya yok ortada. Bu konuda hiçbir kadın örgütünün sesi de çıkmıyor. Bu örgütlerin sesinin çıkması için illa ki Diyarbakırlı Halo'nun kızını okula göndermemesi mi gerekiyor? İş yerinde taciz edilen bir sürü bayan var ve bunların tacizcileri de çoğu zaman cezasız kurtuluyorlar. Tecavüzcülerin bile elini kolunu sallayarak dolaştığı bir ülke haline geliyoruz git gide. Hürriyet'in hiçbir zaman çıkıpta 'iş yerinde tacize son' kampanyası yaptığına şahit olmadım. Kendi gazete haberlerine göz atsınlar, daha nice örnekler göreceklerdir...

Şimdiki tespitlerimi bir eğitimci olarak yazıyorum. Taciz hastalığı psikolojik temelli bir hastalık ve zafiyettir. Dolayısı ile fiziksel dünyadan gelen dürtüler ve motivasyonlar ile içli dışlıdır. Bu taciz kültürünü besleyen en önemli etken ise görsel-cinsel teşviklerdir. Sanırım adresin nereye yönlendiği anlaşılıyordur. Bundan kısa bir süre önce DKM'de (11 Kasım 2007) ''Hürriyet Gazetesi Sözünü Tuttu mu?'' başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda hatırlattığım bir gerçek vardı: 21 Haziran 2007 tarihinde Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, ''bundan sonra kadın teşhirciliğine son vereceğiz'' diye söz verdiği halde bu sözünü tutmamıştı. Bu ve benzeri medyamızın gerek matbu gerekse de İnternet üzerindeki yayınlarında taciz kültürünü besleyecek, cinselliği ve kadın teşhirciliğini tahrik edecek bir sürü haber ve resim yayınlanıyor. Buna bazı televizyonlardaki cinsel dürtüleri tahrik edecek yayın ve programları da ilave etmek gerekir.

Bu gerçek bu kadar ayan beyan ortada iken, Vatan Gazetesi yazarı gibi birisinin çıkıpta olayın nedenini dindarlara bağlayıp; ''acaba 'kendi kadınları' gibi giyinmeyen tüm kadınları 'hayat kadını' olarak gördükleri için mi saldırıyorlar?'' şeklinde yönlendirici ve tahrik edici bir soru yöneltmesi ne anlama geliyor?

Evet! Bu yazı vesilesi ile, medya organlarımızı tekrar göreve çağırıyorum. Reyting alacağız diye sütunlarınıza taşıdığınız cinselliğin ve cinsel istismarın neticeleri işte Taksim meydanında kameralarınıza böyle yansıyor. Bu durumu bile utanmadan dindarlara teşmil edebiliyorsunuz. Sorunun asıl kaynağı; sizlerin reyting uğruna yaptığınız istismarlarda ve ''halk böyle şeyler istediği için yayınlıyoruz'' diyerek kendinizi aldattığınız gazetecilik anlayışındadır.

Hal böyle olunca lütfen sosyologları göreve çağırıp durmayınız. Zaten kendi istediğiniz gibi konuşmayan sosyologları ve sanatçıları nasıl linç ettiğinizi de görüyoruz (yaşanan son Nur Vergin ve Cemil İpekçi olaylarına bakınız). Bu huysuzluğun nedenini de buradan duyurayım: Bu Kemalist (Gerçek Atatürk idealleri ile alakası olmayan, Atatürk'ten bağımsız farklı bir ideoloji) ve oligarşik kesimlerin çağrılarına cevap verip, kendi istedikleri gibi yorum yapacak sosyologları kalmamıştır; gerçek anlamda hiç olmamıştır da zaten...