12 Aralık 2007 Çarşamba

YENİ YÖK BAŞKANINA DÜŞEN

Bu yazı 13 Aralık 2007 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Yazıma yeni YÖK başkanımız Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan'a başarılar dileyerek başlayayım. Malumunuz kendisini çok çetin günler bekliyor olacak. Bu çetin şartları hasıl edecek olan ortam sadece yapacağı işlerin zorluğundan kaynaklanmıyor elbette. Kendisi belirli çevrelerin önemli bir ''kale'' olarak gördükleri etkili bir makama atandı; hem de AKP içinden yükselerek Cumhurbaşkanlığı makamına oturan Abdullah Gül tarafından... Daha ilk ''hoş geldin'' buluşmasında bile meseleyi ''puro içer, küfür eder...'' lakaytlığı ile geçmediler mi okurlarına? (DKM, 10 Aralık 2007).

Sayın Gül, halkın nerede ise yarıya yakınının onayının ardından Cumhurbaşkanı seçildiğinde bile, kendisi ile alakalı olarak ''O benim Cumhurbaşkanım değil'' deme cesareti ve cürestsizliğini sergileyen köşe yazarları vardı hatırlarsanız. Bakalım şimdi ''O benim YÖK başkanım değil'' başlıkları ile benzer terbiyesizlikleri sergileyecek mi aynı kalemler. Göreceğiz.

İlk basın toplantısında cesur bir çıkışla önemli iki vizyonu olduğundan bahsetmiş yeni YÖK başkanımız. Önemli bulduğum için buraya tekrar derc edeyim: ''Bütün yasakların üniversitelerden kalkması ve üniversitelerin asli görevleri olan bilimselliğe daha fazla önem vermeleri.'' Ne yalan söyleyeyim, YÖK adına çok gecikmiş vaadler bunlar. Kemal Gürüz gibi çok kötü bir YÖK başkanının ardından o makama atanan Teziç döneminde, YÖK bu asli görevlerine döner diye bekliyordum. Heyhat! hepimiz ne kadar çok yanıldığımızı kısa sürede müşahade ettik. Umarım yeni başkan ilk çıkışı anındaki çizgisini korur ve üniversitelerimizi 21. yüzyılda bulunmaları gereken noktaya getirecek çalışmalara imza atar.

Bu iki vizyon YÖK içerisinde yapılması gereken revizyon çalışmalarının özünü teşkil ediyor. Bunlardan birincisi olan 'yasaklar' maddesi yalnızca (genelde) muhafazakar kesimlerin ve (özelde) başörtülülerin (türban yanlış ve kasıtlı bir kullanımdır) rahatsızlık duydukları bir husus değil. Yaşı müsait olan herkes hatırlar. Üniversite yıllarımda üniversitelerdeki sol kesimlerin YÖK'ü ve YÖK'ün yasakçı zihniyetini protesto etmedikleri gün yok gibiydi. Boğaziçi Üniversitesi'nde bile, Kuzey kampüs bu tür gösterilerin sahnelendiği yer olurdu. Ne yazık ki, AKP iktidara geldikten sonra bu gösteriler bir anda kesiliverdi. Eskiden gazetelerde çok sıklıkla okuduğumuz bu protesto haberlerinin yerlerinde yeller esmeye başladı. Belli ki, AKP bu çevreler açısından ciddi bir tehlike olarak algılandığı için, AKP'ye karşı önemli bir ''kale'' görevi ifa edebilecek olan YÖK, bir anda ''iyi adam'' oluvermişti onların gözünde. Oysa bu çevrelerin görünürdeki en büyük tepkileri YÖK'ün mahiyetine yönelik idi. Gerçekten samimi olsa idiler, AKP'ye biraz olsun destek verebilirler ve geç kalmış YÖK revizyonunun kapısını açabilirlerdi. Eski solcu, sonradan Kemalist bir profesör hocamın söyledikleri galiba doğru idi: Bu tür eylemlerin belli bir amacı gerçekleştirmekten ziyade, adam yetiştirme amaçlı olarak kullanıldığını anlatmıştı bana...

Sadece ''türban'' yasağı değil, düşünce kapsamına giren her türlü yasak kalkmalı üniversitelerden. Akademik hayatın en temel taşı özgür düşüncedir. Bu olmadan bilim üretilmez. Düşüncesi kısıtlanan insanlar yeni şeyler üretemezler. Birşey üretme derdinde olmayanlar da böyle bir atmosferi kullanıp kendi hakim ideolojilerinin temadisi adına gayret gösterirler; ilmi çalışma ikinci, hatta üçüncü plana itilir. İki yılda bir uluslararası yayın bile üretmeyen insanlar cübbeleri ile ortalıkta protesto yapmayı marifet ve 'aydınlık' emaresi saymaya başlarlar. Yeryüzünün en ilkel ''ikna odaları'' bizim ülkemizde açılır... Üniversitelerimizin hal-i pür melali zaten bu şekilde özetlenebilir.

Gelelim ikinci vizyonun kapsamına. Bu da toplum olarak hepimizin ortak derdi. Sizleri bilemem; ama hali hazırda yurt dışındaki büyük üniversitelerde akademisyenlik yapan benim gibiler için, kıyaslama yaptığımızda yüreğimizi acıtan bir durumda üniversitelerimiz. Zaten yeni YÖK başkanı da konuşmasında bu gerçeğe değinmiş ve bunu vizyonuna temel dayanak noktası yapmış.

Bunu gerçekleştirmek için önerdiği yöntem öz itibari ile çok doğru. Zaten sorun bunun nasıl ve hangi aşamalar neticesinde gerçekleştirileceğinde. YÖK başkanının ''sorunları bir serbestlik ortamı sağlayarak bir de bilimselliği harekete geçirerek'' çözmek şeklinde özetlediği yaklaşım bu zaviyeden bakıldığında anlamlı. Bu özetin ardından beyan buyurduğu ''biraz maddi tarafı olan bir şey, araştırmacılarımızın olanaklarını artırırsak bunu yapabileceğimizi zannediyorum'' şeklindeki yaklaşımı ise biraz eksik. Umarım ifadeler arasına sıkıştırılmış bulunan ''biraz'' tabiri bilinçli olarak seçilmiştir. Bu noktayı biraz açayım...

Endişelerimi izhar ederken kullanacağım argümanları eksik yorumlayıp, ''yahu adamın kendisi de akademisyen... çıkıpta bana daha fazla para vermeyin diyor'' şeklinde aceleci bir çıkarıma gitmemenizi istirham ederim. Fazla paraya hiç bir insan oğlu hayır demez elbette. Fakat meselem, 'imkan artırma' yönteminin metod olarak nasıl yanlış bir tekniğe dönüşebileceği ile alakalı.

Sorunlara çözüm üretme makamındaki insanların sorunun kendisini ve çözüm yöntemlerini nasıl algıladıkları çok önemlidir. Bir meslek gurubunun maaş katsayısını ve miktarını artırmanın bir çok temel sorunu çözebileceği şeklinde bir kanı sadece politikacılarımız arasında değil, halk arasında bile yaygın bir görüş haline geldi. Bu çok tehlikeli ve yanlış bir yaklaşım. Meselenin politikacılara bakan motiflerini kestirmek gayet basit. Onların kısa süreli ve göz önünde olan uygulamalara imza atmaları bir sonraki seçim başarıları açısından önemli. Bu nedenle maaş artırarak kalite artıracakları hissine kapılmaları gayet normal. Halk arasındaki motifler ise daha çok 'geçim derdi' endeksli. Doktoralı bazı arkadaşlarımın bile bazı meslek gurupları içerisinde yaygın olan rüşvetin nedenini 'maaş azlığı' ile açıklamaya çalışmaları beni böyle düşünmeye sevk ediyor. Oysa aynı kişilere; rüşvet yiyen insanlarla aynı maaşı aldıkları halde suça, rüşvete bulaşmayan, fena bir hayatta yaşamayan insanların varlığını hatırlattığınız da tökezleyiveriyorlar.

Türkiye'de akademisyenlik yaptığım dönemlerde de benzer konuları akademisyen arkadaşlarım ile tartışırdık. İstisna sanmayın; Türkiye'de hatırı sayılır oranda üniversite hocası tek sorunlarının (akademik yayın azlığı vs.) maddi imkansızlıklar (dergi abonelikleri, maaş, konferans katılım masrafları vb.) olduğundan dem vururlar. Şahsi kanaatim ve tecrübelerim bunun önemli bir etken olabilecek olsa da asıl nedenin bu olmadığını söylüyor bana.

YÖK başkanının ''indeksli yayınlardaki durumumuzu hepiniz biliyorsunuz'' diyerek altını çizdiği sorundan bahsediyorum. Bugün birçok akademisyen uluslararası yayınlara üye olamamaktan ve böylece gelişmeleri yakinen takip edememekten şikayetçi; bir kısmı da ulusal ve uluslararası konferanlara katılamamaktan. Maaş azlığı zaten çokça dile getirilen bir başarısızlık! nedeni. Bir kere eğri oturup doğru konuşalım. AKP iktidara geldiğinde maaşlara önemli düzenlemeler getirdi. Maaş durumu eskiye oranla daha iyi. Birçok üniversitemiz kütüphane yatırımlarını artırmaya başladı. Akademisyenlere hatırı sayılır oranda teşvikler, destekler verilmeye çalışılıyor. Son 6-7 senedir akademik yayın çizelgemizde ne değişti peki? Gözle görülen bir gelişme yok henüz. Benim eskiden çalıştığım üniversite her bir hocaya yaklaşık olarak 250-400 dolar civarında yeni yayın alma imkanı sağlıyordu. Bu para ile alanda yeni çıkmış en az 10 kitap alabilir, alanın en iyisi konumunda bir kaç dergiye abone olabilirsiniz. İnternetin sunduğu ücretsiz imkanlara ise hiç girmeyeceğim. Ama buna rağmen hala makale üretmiyordu bir çok hocamız. Araştırma görevlisi olarak bizler kısıtlı maaşlarımızla bile önemli birkaç kitabı alabiliyor, alanımızın önemli bir kaç dergisine üye olabiliyor ve makale yazabiliyorduk. En iyi süreli yayına bile 40-50 dolar ödeyerek ferdi üyelik yapmak mümkün olabiliyor çoğu zaman. Bizler böyle davranırken, hükümetin maaşlarına ciddi oranda zam verdiği bazı profesörlerimiz mezkur şikayeti dile getirmekten sıkılmıyorlardı. Hem de bizim dar imkanlarımızla neler başarabildiğimizi gördükleri halde, gözümüzün içine baka baka... Bu kişilerin bir kısmı İstanbul Boğazı'ndaki en kaliteli şarapların sunulduğu sahil restoranlarına düzenli seyahatlar tertip etmeyi ihmal etmiyorlardı ama.

Maksadım herhalde anlaşılıyordur. İfadelerim içerisinde 'bazı' kelimesini özellikle kullanıyorum. Ama kastım ihmal edilebilecek kadar ufak bir gurup imasında bulunmak da değil... Çok kaliteli, azimli ve üretken akademisyenlerimizin çabalarına her zaman hayran olmuşumdur. Zaten maddi imkanların zenginleştirilmesi en çok onlar gibilerin bir üst kademeye sıçramalarını sağlayacaktır. Çalışan ve üretken bir insana daha çok imkan sağlarsanız daha çok üretir. Tembel ve işin üzerine yatan bir insana vereceğiniz ödül ise onun sadece daha tembel olmasını teşvik etmek olur.

İşte bu aşamada meselenin çiçeği burnunda YÖK başkanımıza bakan yönüne değineyim. Önümüze hedef olarak koyduğu yeni vizyonların başarılı olabilmesi bu uyarıların dikkate alınmasını gerektiriyor. Tüm bu anlatımlarımın özeti şu: YÖK başkanımız, öncelikli olarak bir 'performans değerlendirmesi sistemi' üzerine yoğunlaşmalı. Böyle bir sistem geliştirmeden maaşları artırsanız, üniversitelere her ay 1000 yeni kitap alsanız ne olur? Üretmeyen, politik ve ideolojik tartışmaların cenderesinden kendisini kurtaramayan, araştırma metodlarını özümseyememiş, isteksiz , gayretsiz bir insanın cebine 10 milyar maaş, önüne her ay 100 kitap koysanız ne değişir ki? Sorun YÖK başkanının da değindiği gibi 'bilimselliği harekete geçirecek' yöntemler denemek. Bu bir duygunun harekete geçirilmesi meselesidir; imkanla sınırlı değildir; salt başına bir imkan artırma meselesi hiç değildir. Bu ancak bir ödüllendirme ve cezalandırma sisteminin eş-zamanlı olarak yürürlüğe girmesi ile mümkün olabilir. Ödüllendirme yöntemi uzun süredir deneniyor zaten. Bunun tek başına yeterli olmadığı sanırım mevcut başarısızlığımızdan anlaşılıyordur. 5 yıldır hiç bir yayın yapmamış olan bir akademisyeni, ya da hiç bir doktora öğrencisi yetiştirmemiş olan bir profesörü cezalandırmazsanız aynı sorunları bundan on sene sonrasında da konuşuyor oluruz. İhtiyacımız olan işte böyle bir cezalandırma; hadi ifadeyi masumlaştırayım: Teşvik etme yöntemidir.

Bundan bir kaç yıl evvel bir televizyon programı arasında kendisi ile sohbet ettiğim emekli bir rektör hocamız, benzer bir kaygıya değinmiş; kaşarlanmış profesörlerden bile belli bir başarı performansı sergileyemeyenlere kapının gösterilmesi gerektiğinden bahsetmişti. Belki bu kadar acımasız olmamak gerekir; ancak arzettiğim performans ölçekli değerlendirme sisteminin ivedilikle tesis edilmesi gerekir. Amerikan üniversitelerinin bilim ve yayın skalasındaki başarıları herkesce malum. Buradaki akademisyenlerin hepsinin bilim aşkı ile yanıp tutuştukları veya maaşları çok yüksek olduğu için çok yayın ürettiklerini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bir akademisyen ilk beş yılında belirli bir başarı ortalaması yakalayamamışsa kapı dışına atılıveriyor burada. Bu aşamayı geçtiğinde bile belli bir performansın altına düşmemesi bekleniyor kendisinden. Zaten bu tarz bir ortam oluşunca insanlar ister istemez bir şeyler üretmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Bizdeki gibi ''nasılsa devlet memuru oldum, yerim sağlam'' anlayışı yok burada.

Önce maddi imkanlar genişletilir ardından mı böyle bir ödül-ceza sistemi gelir; yoksa tersimi olur bilemiyorum. Bu YÖK liderlerinin takdirlerine kalmış. Ancak arz ettiğim şekilde bir sistem ivedilikle üniversite yaşamının bir parçası haline getirilmeli. Böylece zamanla, üniversitelerin bir çiftlik olmadığı, bilim ve fikir üretme ortamı olduğu kanısı gittikçe yaygınlaşır. Bilim üretme telaşına düşen insanların öyle ''türbanla'', cübbeli protestolarla, ya da ''ikna odaları'' ile uğraş(a)mayacaklarını da bu toplum böylece tecrübe etmiş olur; üniversitelerine güvenir hale gelir.

Bu düşünceleri akademik hayatın içinden biri olarak yazmış olmam, birilerinin rahatını bozabilir, sinirlendirebilir. Zaten üretmeyi seven bir akademisyen iseniz bu yazıdan alınmanızı gerektiren bir husus yok demektir. Bazıları sırf akademik enaniyetlerinden dolayı bile bu yazıdan hoşlanmamış olabilirler. Ancak kadirşinas ve hakşinas olmamız gerekiyor. Sadece ''maddi imkanlarımız yetersiz, o yüzden yayın yapamıyoruz'' şeklinde bir mazeretin arkasına sığınmak bu milleti kandırmak olur. Kendimizi kandırabiliriz; ancak böyle davrandığımız sürece yalnızca bu milletin geleceğine ve ödediği vergilere yazık etmiş oluruz.

Bizler yeterki elimize kalem alıp bilim üretelim, devlet büyüklerimiz bu gayretleri karşılıksız bırakmazlar. ''Önce imkanlarımı artır da o zaman belki gaza gelirim'' şeklindeki bir yaklaşım bir bilim adamına yakışmaz. Bu, bilimin özü olan 'merak' dürtüsüne de zıttır zaten. Bilim adamı 'merak' duyduğu için üretir öncelikli olarak... Aksini iddia edebilir misiniz?