7 Aralık 2007 Cuma

ARAŞTIRMA GÜZEL DE; YA YORUMLAR?

Bu yazı 10 Aralık 2007 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Hemen konuya gireyim. Bilimsel bir araştırmanın iki önemli ayağı vardır: Birincisi, ilgili çalışmayı bilimsel kılan teknik alt yapısı; ikincisi ise bu teknik yapıdan süzülerek ortaya çıkarılan yorum ve değerlendirme kısmı. Bu iki kısmın kendi içlerinde açılımları var elbette; ancak o fasıl bu yazının konusu değil.

Bilimsel bir çalışmanın teknik yönü sağlam bir temele oturtulmuş olsa bile, bu teknik yapıya dayandırılarak oluşturulması gereken yorumlar, bu teknik yapıdan ziyade farklı kaynaklardan beslenebilirler. Bu yazıda buna işaret edeceğim. Maalesef bu konu bugün bilim dünyasının karşılaştığı en önemli sorunlardan birisi.

Geçenlerde ntvmsnbc.com (5 Aralık 2007) adresinde ODTÜ'de gerçekleştirilen bir araştırma ile alakalı bir haber vardı. Haberde nakledildiğine göre ODTÜ Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nden bir grup araştırmacı ''Eğitim Fakülteleri Öğrenci Profili'' başlıklı bir çalışma yürütmüşler. Araştırma heyeti, 65 üniversitemizin eğitim fakültelerine mektup göndermiş ve gönderilen anketler 51 eğitim fakültesinden toplam 18 bin 226 birinci sınıf öğrencisi tarafından doldurulmuş. Şimdi bu, ''birinci sınıf öğrencisi'' ifadesini hafızanızın bir köşesine not edin...

Tahmin ettiğiniz gibi bu yazıda ilgili çalışmanın hem 'teknik' hem de 'yorum' açısından bir takım hususiyetlerine temas edeceğim...

Her bilimsel çalışmanın cevaplamaya çalıştığı bir soru/hipotez vardır. Bu çalışmanın da amacı; ''eğitim fakültelerine devam eden 1. sınıf öğrencilerinin bazı özelliklerinin belirlenmesi ve profillerinin ortaya çıkarılması'' ve ''elde edilen veriler ışığında Türkiye’de kimler öğretmen oluyor'' sorusuna cevap aramak seklinde açıklanmış. Burada şunu hemen belirteyim: Bu tarz bir çalışma için birinci sorunun cevaplandırılmaya çalışılmış olması son derece makul; ancak aynı kabulu ikinci soru için öngörmek hatalı bir yaklaşım olur. Zira bu tarz bir sorunun cevaplanabilmesi için daha farklı bir çalışma yöntemi tesis etmek gerekiyor (evet doğru anladınız: Bilim adamları sorulan sorunun niteliğine göre bir yöntem takip ederler, etmelidirler). Çalışma henüz birinci sınıfta okuyan öğrencilere uygulandığı için soruyu ''Türkiye’de kimler öğretmen olacak'' şeklinde sorabilirsiniz. Bu, yöntemde oluşan çatlağı bir nebze olsun örter. ''Türkiye’de kimler öğretmen oluyor'' şeklindeki bir sorunun muhatabı olabilecek olan yöntem uzunlamasına (longitudinal, yani uzun zaman yayılan) çalışma yöntemidir. Bu bağlamda, eğer elinizde 3-5 sene öncesine ait, benzer nitelikler taşıyan katılımcılara ait veriler var ise ne ala. O takdirde eleştirdiğim soru şeklini kullanmakta bir mahzur olmaz. Eğer yok ise, bu sefer bundan 3-5 sene sonrasında benzer (denk) bir çalışma yapmadıkça ve sonuçları kıyaslamadıkça ''kimler öğretmen oluyor'' sorusunu soramazsınız. Neden mi? Çünkü sizin bugün 18.000 öğrenci üzerinden yaptığınız 'profil' (kimlik) tanımlaması 5 sene sonra tamamen geçersiz olabilir. Bundan 5 sene sonra, halihazırda yaptığınız çalışma neticesinde ''Türkiye'de muhafazakar kişiler öğretmen oluyor'' şeklindeki aceleci çıkarımızın yerini ''laik'', ''solcu'', ''liberal'' şeklinde yeni kimlik tanımlamaları alabilir. Sonuçta bu toplumun nasıl değiştiği ile alakalı bir durum.

Bu noktada çalışmanın bir hakkını teslim edeyim. Heyetten Prof. Aksu, zaten 2010 senesinde böyle bir çalışma yapmayı düşündüklerini, aynı öğrenciler 4. sınıfa geldiklerinde çalışmanın tekrarlanacağını ifade etmiş. Ama dikkat edin. Az önce altını çizdiğim husus hala geçerli. 2010 yılındaki çalışmayı da yaptıktan sonra ancak sağlam ve geçerli bir profil tanımlaması yapılabilir. Henüz ilk uygulama ile tespit ettiğiniz! ''muhafazakar'' kimlik çıkarsaması bu nedenle eksik kalır (pratik anlamda değil, bilimsel anlamda). Kaldı kı; 2010 senesinde çalışmayı tekrarladığınızda bile ek bir soru sormanızı gerektirecek (aslında şimdiden sorulmuş olmalı idi) bir sorun var. O da şu: Aynı öğrencilerin profilinde bir değişim gördüğünüzde bunu nasıl yorumlayacak sınız? Bu değişime neden olan faktör(ler) neler olmuş olacak: Müfredat mı? AB üyelik çalışmaları mı? Ekonomik nedenler mi? Gelecek kaygısı mı? Toplumsal değişimler mi? Ne? Anketi aynı öğrenciler yerine (ya da ilave olarak) 2010 yılında birinci sınıfta okuyan öğrencilere (de) uygulasanız, ''Türkiye'de kimler öğretmen oluyor'' sorusunun cevabını daha net olarak cevaplamış olursunuz? 'Muhafazakar' olarak tanımladığınız öğrencilerin (ki bu yorum da eksik, birazdan bu detaya geleceğim) 4 senede değişmesi ya da değişmemesi bilimsel anlamda ne ortaya koyacak? Değişmezse muhafazakar geldiler muhafazakar gidiyorlar, laikliğe yazık mı diyeceksiniz? Bu da yetmez, değişmesini neden bekliyor olacaksınız? (eğer öyle bir hipoteziniz var ise bunun da en başından belirlenmesi gerekir). Bütün bunlar bilim dünyasında bir takım sorunların önceden tespit edilmesi ve altlarının doldurulması ile mümkün olabilir. Bu tarz bir hipoteziniz varsa bile, zaten o durumda da kıyaslama yöntemli bir çalışma değil; uygulama (treatment) tarzı bir deneysel yöntem tercih edilir, edilmelidir. O zaman da başka sorular sorarız tabi...

Bu soruların cevaplarını, maalesef, çalışmanın basına akseden kısmlarında göremedim. Eğer raporlarda da yoksa bu ciddi bir eksikliğe işaret eder. Bunu neden mi vurguluyorum? Beni bu şekilde düşünmeye sevkeden etken, araştırma sonuçlarının bilimsel bir kongrede değil de ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezinde düzenlenen bir basın toplantısında açıklanmış olması. Bilimsel bir çalışma öncelikli olarak ciddi ve hakemli dergilerde yayınlanmalı ve ancak böyle bir kredinin ardından halka ve basına açılmalıdır. Bulgularınızın ve onlara dayanarak ortaya attığınız yorumların 'güvenilir' ve 'anlamlı' (bilimsel terimler) olması, öncelikli olarak, bu şekilde akademik camiada onaylanmış olur. Ne zamandan beridir; bir çalışmanın bulguları hemen basın önünde duyurulur oldu. ODTÜ ve YÖK bilim dünyamıza yeni bir uygulama mı kazandırıyor acaba? (basın toplantısında YÖK Başkanvekili de bir değerlendirme yaptığı için böyle diyorum).

Buna ilave olarak, yukarıda arzettiğim gibi; yapılan bir kısım yorumların çalışmanın teknik oluşumundan süzülen bulgulara değil de, istenen bir amaca dönük olarak yorumlanmış olduğunu düşünüyorum. Neden mi? İzah edeyim:

Haber sitesinde verilen bulgular bile ortada endişe edilecek bir şeyin olmadığını göstermeye yetiyor aslında. Ancak, en başta altını çizdiğim bir 'bilimsel sorun' vardı hatırlarsanız. O da, bulgulara rağmen yorumların kişiselleşebildiği gerçeği idi. Bu basın toplantısından da aynı izlenimi edindim. Sanki belli yüzdeler (az olsalar dahi) önemli bir soruna işaret ediyormuş gibi lanse edilmişler. Oysa yapılan, özet niteliğindeki, açıklama bile durumun aslında normal olduğuna işaret ediyor.

Öğrencilerin en güvendikleri kurumlar sırasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri (yüzde 64.4), Anayasa Mahkemesi (yüzde 37.5), Emniyet (yüzde 37.3), Diyanet İşleri Başkanlığı (yüzde 32.8), Cumhurbaşkanlığı (yüzde 30.9), TBMM ve hükümet (yüzde 29.4) şeklinde belirlenmiş. Şimdi ortada böyle bir bulgu varken, ''öğrenciler Diyanet'e Meclisten daha çok güveniyorlar'' şeklinde bir imanın amacı ne olabilir? Arada yüzde ikilik bir fark var diye böyle bir çıkarım yapamaz bilim adamları. Bu iş için kullanılan ölçme yöntemleri var. İki gruba ait dağılımları ölçer ve arada bilimsel anlamda ''anlamlı'' bir fark bulursunuz. Ancak ondan sonra, öğrenciler o yönde bir temayül gösteriyorlar çıkarımını yapabilirsiniz. Kaldı ki ''anlamlı bir fark çıktı diyelim. Bu neyi açıklar ki? Diyanet'e güvenenlerin iki katı kadar öğrenci Ordu'ya tam olarak güvendiğini belirtmiş. ''Diyanet büyüktür Cumhuriyet'in Meclisi diye düşünüyorlar'' imalı bir yorum altı boş bir yaklaşım tarzı ne yazık ki. Kaldı kı endişeniz niye? TBMM ve hükümet şeklinde verdiğiniz bir şık en alt sırada çıkmış. Buna sevinmeniz (en azından mevcut YÖK kadrosunun) gerekmez mi? Bu makamları temsil eden parti ağırlıklı olarak AKP nasıl olsa. Mezkur sonucun posasını sıkarak ''eğer Türkiye’de Cumhuriyetin tarif ettiği laik eğitim, tüm kurumlarımızda gerçekleşseydi böyle bir tabloyla karşı karşıya gel(in, UT)meyecekti'' şeklinde bir yorum ne kadar da havada kalıyor. Yani YÖK Başkanvekili Prof. Eşme, bulgulara dayanarak, öğretmen adaylarının en çok Ordumuza ardından da Anayasa Mahkemesine güvendikleri sonucunu göremiyor mu? ve bu kurumlarımız ''Cumhuriyetin tarif ettiği laik eğitim'' in hedeflerinin kapsama alanı dışında olan kurumlar mı? Öğretmen adayları en çok bu kurumlara güveniyorlarsa, laiklik neden tehlikede olsun ki? Şimdi anlıyor musunuz yukarıdaki teknik izahatların akabinde nereye gelmek istediğimi?

Araştırma heyetinin ve YÖK Başkanvekilinin ''laiklik tehlikede'' şeklindeki eksik ve yanlış çıkarımları sadece bu bulguya dayanmıyor elbette. En az iki bulgu daha var. Onların yorumlanış tarzı da benzer şekilde hasarlı.

''Öğrencilerin yüzde 23.2’si, ''okullar kendisini aklın geliştirmesiyle sınırlandırmalı, kişisel gelişimin diğer önemli ögelerini din ve aile gibi toplumsal kurumlara bırakmalıdır' önermesine 'katıldığını', yüzde 59.7’si 'katılmadığını' ifade etmiş. ''Bilimin güncel hayatta karşılaşılan sorunlara veya olgulara cevap vermede yetersiz kaldığı durumlarda sağladığı bilgi ya da cevap bakımından güvenilir olduğu düşünülen kaynaklar'' şeklindeki soruya da öğrencilerin yüzde 53.4’ü ''Teoloji-Din'' şeklinde yanıt vermişler.

İşte posası sıkılan ve ''laiklik tehlikede'' çanları çaldıran bulgular bunlar. Yani öğrencilerin sadece yüzde 23'ü; okullar kendisini aklın geliştirmesi ile sınırlandırmalı, kişisel gelişimin diğer önemli öğelerini din ve aile gibi toplumsal kurumlara bırakmalıdır'' demişse bunun neresinden laiklik tehlikesi çıkarıldı anlamak güç. Prof Eşme, açıkçası hangi yüzdeye dayanarak ''bilimi ikinci plana itenlerin oranı da yüksek'' çıkarsamasını yaptı ben anlayamadım. Yüzde 53'lük sonuç mu? Eğer öyle ise, o durumda size şöyle sormaz mı bilim dünyası: Soruyu sorarken; bilimin güncel hayatta karşılaşılan sorunlara ve olgulara cevap vermede yetersiz kaldığı durumlar'' şeklinde bir yönlendirme, kısıtlama ve ön kabul yaparsan, ve ardından ''başka neye güvenirdin?'' diye sorarak karşısına da ''teoloji-din'', ''metafizik'', ''parapsikoloji'' gibi seçenekleri sunarsan öğrencilerden ne yönde seçim yapmalarını beklersin ki? Sorunun kökü zaten bilimin belli durumlarda yetersiz kalabileceğini ima ve kabul ediyor. Öğrencilerin yarısı böyle bir sorunun mukabilinde ''din'e'' güvenebileceğini ifade etmişse bunun nesi olumsuz olur ki? Hem din ile aile seçenekleri bile bir seçenekte bir arada sunulmuş. Bu ikisi çok ayrı şeyler. Zaten bilimin karşısında aile seçeneği hangi literatür desteği ile oraya kondu anlamak güç.

YÖK Başkanvekili konuşmasının devamında şöyle bir açıklama yapmış: ''Öğretmenlerin, kuşakları yetiştirebilmesi için her şeyden önce kendisinin fikri hür, vicdanı hür olması gerekiyor. Bu sonuçlar gösteriyor ki öğretmen adaylarımızın önemli bir bölümü henüz bu düşünce yapısında değiller. Eğitim fakültelerindeki meslektaşlarımıza büyük görevler düşüyor.'' Yani adama bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diye sormazlar mı? Öğretmen adayları hangi sorunuza, ne şekilde yanıt verdiler de onların fikir ve vicdan hürriyetinden mahrum bir şekilde yetiştirildiği sonucuna vardınız? En çok Ordumuza güveniyoruz derlerken, fikirleri ve vicdanları hür değil miydi yani? Ya da, aynı öğrencilerin yüzde 88.2'si, ''öğretmen, Cumhuriyetin temel ilkelerini yaşamada ve aktarmada önder olmalıdır'' derken de fikri ve vicdanı tutsak bir şekilde mi yanıtlıyorlardı sorularınızı? Böyle bir çoğunluk bu cevaplarında Cumhuriyet'in niteliklerinin önemine vurgu yapmışken, bir laiklik tehlikesininin kokusunu nasıl aldınız? ve ''bak kimler öğretmen oluyor'' şeklindeki çıkarımları neye dayanarak yaptınız? Bunları sormazlar mı bir 'bilim adamları' heyetine?

Bir örnek daha verip bitireyim. Öğretmen adaylarının gene yaklaşık yüzde 80'i, ''Okullarda kız ve erkek öğrencilerin birlikte öğrenim görmeleri, sosyal ve psikolojik gelişimleri için gereklidir'' demişler. Yüzde 11.7’si buna katılmadığını, yüzde 9.5’i ise 'kararsız' olduklarını belirtmişler. Prof Eşme, bu bulguyu da tersinden okumayı tercih etmiş ve laiklik tehlikesi kapsamına bu bulguyu da dahil ederek, ''öğretmen adaylarının neredeyse yüzde 20’si karma eğitime karşı'' şeklinde bir açıklama yapmış. Anlayacağınız kararsızlar bile bu gruba dahil edilmiş. İşte göz önündeki bulgular bu şekilde yorumlanabiliyor maalesef. Karma eğitime karşı olmanın laiklikle alakasını ise hiç sormayın lütfen. En azından eğitim literatüründe böyle bir tartışma yok.

Araştırma heyetine şu bilimsel ilkeyi hatırlatayım. Bir çalışmayı çok kişiye uyguladınız diye çalışma ''güvenilir'' olmaz (Prof. Eşme bu teknik detaya bu şekilde yaklaştığı için söylüyorum). Bu koşullardan yalnızca bir tanesidir. Ayrıca, ''güvenilirlikten'' ziyade ''anlamlılık'' daha esastır. Bir çalışma güvenilir olabilir; ama hala anlamlı olmayabilir. Bu yazıda işaret ettiğim hususlar çalışmanın bu konularda eksiklikleri olabileceğine ve hatta olduğuna işaret ediyor.

Sizce bu çalışmanın bilimsel bir yayın yerine, basın toplantısı ile ve bu eğip bükmeler ile duyurulmasının yaklaşan YÖK Başkanlığı seçimleri ile ya da son bir iki haftadır tekrar kaşınmaya çalışılan ''irtica'' kampanyaları ile bir alakası olabilir mi? Ne dersiniz? 7 Aralık 207