Bu yazı 30 Ekim 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.
Her toplum değişik renk, ırk, dil ve kültür kalıpları içerisinde doğup gelişir. Hucurat
suresinde insanların bir erkek ile bir dişiden yaratıldığı ifâde
edildikten sonra ardından birbirleriyle tanışmaları için ırklara ve boylara
ayrıldıklarına işâret edilir. Fakat; Allah karşısında üstünlüğün bu husûsıyetlerden
değil de takvâ ile olacağı belirtilmiştir. Yâni Allah’ın insanlar üzerindeki
hikmet tecellisi bu şekildedir. Rum
suresinde de insanların dilleri ve renklerinin ayrı olması, göklerin ve yerin yaratılması
ile birlikte anılır ve tüm bunların Allah’ın âyetlerinden olduğu belirtilir.
İslâm’ın topluma verdiği değer Kur’an’da
yansıyan şekliyle peygamber kıssaları üzerinden de ele alınır. Hattâ denilebilir ki, başta Hz. Adem ve Hz. Nuh
olmak üzere tüm peygamberlerin ana vazifelerinden birisi de; ilâhî hükümlerden süzülen hakikatları kendine
rehber olarak benimsemiş, onun çizdiği ideâller etrafında kaynaşmayı başarmış ve birlikte
yaşama kabiliyeti sergileyen bir toplum inşâsıdır.
Hz. Muhammed
bunun en güzel örneklerinden birisini sergilemiş ve Câhiliye âdetlerine hapsolmuş değişik din ve kavimlerden insanları ortak bir ideâl etrafında birleştirerek, Kur’an’dan
süzülen yeni bir toplum anlayışı inşâ etmiştir. Yani bedevî
bir topluma imparatorluklar kurabilecek kabiliyetler aşılamıştır.
Zâten dünya üzerinde imparatorluk veya büyük
devlet olmayı başarabilmiş milletlerin en genel vasfı farklılıklara saygı
gösterip birlikte bir ideâl
etrafında hareket etmeyi becerebilmeleridir. İmparatorluklar kurup dünya
tarihinde çok büyük roller oynayan Türk devletlerinin en temel özellikleri;
farklı din, dil ve ırktan insanları böyle bir anlayışla birleştirip yönetebilme
kabiliyetleridir. Bu tür önemli başarıların sadece ‘kılıç gücü’ ile açıklanması
büyük oranda Oryantalist yaklaşımlardan beslenen birtakım aşağılık komplekslerdir.
Osmanlı’nın özellikle
16. ve 17. yüzyıllarda günümüzün kaynayan kazanları olan Balkanlar, Anadolu,
Orta Asya, Kuzey Afrika ve Kafkaslar üzerinde tesis ettiği Osmanlı Barışı (Pax-Ottomana); hükmü altındaki
insanların farklılıklarına karşı duyduğu saygı ve hoşgörü anlayışından ve
farklılıkları yönetebilme becerisinden kaynaklanır. İslam’ın ilk dönemlerinde
dünya üzerinde yayılmasında en büyük dinamik de yine toplumsal hoşgörünün ön
planda tutulmuş olmasıdır. Hattâ bir dönem Müslümanların ilimde zirveye oturmayı başarmalarının kökeninde
de hep bu kabiliyet ve refleks vardır.
Günümüzdeki Batı
değerleri ve oluşturdukları insan eksenli bir arada yaşama kültürü, eksikliklerine
rağmen, Müslüman toplumlarda yaşayan insanlar için bile hâlâ bir cazibe merkezi konumundadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, Suriye
ve diğer Müslüman ülkelerden kaçan veya göçenler zengin Müslüman ülkelerden ziyâde Batı toplumlarını tercih ediyorlar. Özellikle,
bu konuda en başarılı ülkelerden olan ABD, Kanada ve Avustralya gibi ülkelerde
farklılıkları tek bir potada eritme anlayışı ve demokrasi kültürü geliştiği
için farklılıklar bir zenginlik olarak algılanıyor ve alt kimliklere kendilerini
ifâde ve temsil imkanları
sunuluyor. Bu da toplumsal kaynaşmayı
sağlıyor.
Oysa Türkiye ve
diğer Müslüman ülkelerde durum tam tersi. Demokrasi anlayışının gelişmemiş
olması, milliyetçilik, ırkçılık, kavimcilik, mezhepçilik, devletçilik, İslâmcılık, cehâlet; lükse, makama ve statüye düşkünlük gibi hastalıkların
etkisiyle fertler ve gruplar birbirlerine düşman hâle getirilmiş durumdalar. Dini konular dahil bir
çok toplumsal ve siyâsî konuda anlaşamıyoruz. Ortak hareket
edebilme ve birlikte sorun çözebilme kabiliyetimiz olmadığı gibi böyle bir
amacımız da yok. Harmoni içinde kaynaşıp yaşayan bir topluluk değil, adetâ hasbelkader bir araya gelmiş insanlar
topluluğu gibi hareket ediyoruz.
Birbirimize zulmediyor, duygusal tâcizlerde bulunuyoruz. Bizimle aynı
düşünmüyor; hattâ bizim
fanatiği olduğumuz politik partiye oy vermiyor diye din kardeşimizi bile çok
rahatlıkla kâfir olmakla
suçlayabiliyoruz. Bir sürü toplumsal hastalığa mübtelâ olmuş bir cinnet hâli içerisindeyiz. Sürekli olarak bir cehâlet, fakirlik, bölünmüşlük, ötekileştirme,
yabancılaştırma ve bunları besleyen bir kin, nefret ve öfke girdabının içinde
yaşıyoruz.
Türkiye özelinde,
Cumhuriyet kurulalı beri benzer sıkıntılarla boğuşarak demokrasi yokuşunu
tırmanmaya çalışıyoruz. Her denemede yine kendi insanımız ayağımızdan tutup
bizi aşağıya çekiyor. Toplumu kaynaştırmaya çalışanlar düşman belleniyor.
Gladyotik örgütlerin aşıladığı fitneler de bu yaraları hep canlı tutuyor.
AK Parti ve
Erdoğan ile ülkenin geldiği nokta zâten içler acısı. AKP sayesinde Türk toplumuna ve husûsîyle de dindarlar arasına tarihinde hiç
görülmemiş ölçüde düşmanlıklar ve nefretler aşılandı. AKP’nin 17-25 Aralık
yolsuzlukları patlak verdikten sonra yargıdan kaçmak ve tabanını kandırmak
adına halkın arasına ektiği nefret tohumlarının vahâmetini daha o zamanlarda görmüş olacak ki; Fethullah Gülen bir uyarıda
bulunmuş ve şöyle demişti: ‘’Toplum çok kamplaştırıldı, birbirinden koparıldı.
Günümüzde öyle ayrışmalar oldu ki eğer bir taraf bir yerde durmazsa… toplumda kâbil-i
iltiyam olmayan yaralanmalara, parçalanmalara sebebiyet verilmiş olur. Arkadan
gelen nesillere de kin ve nefret miras bırakılmış olur.’’
Fethullah
Gülen’in bu konudaki uyarıları önemli. Çünkü öncülüğünü yaptığı Hizmet
hareketinin en büyük amacı Gladyotik bölme-yönetme-nefret
salma çarklarına çomak sokmak ve toplumu kaynaştırmaktır. Gülen’in
eserlerinde hep ideâl olarak
çizdiği ‘’Altın Nesil’’ projesi; ahlâken-vicdânen çökmüş
fertleri eğitim ile aydınlatan ve sosyal ahlâkı tesis ederek insanları birlikte yeni bir toplum
inşâ etme fikrine alıştırmaya
çalışan bir projedir. Yukarıda resmedildiği gibi; zâten peygamberlerin de ana vazifesi hep ilâhî ahlâk yörüngeli bir toplum inşâsı olmuştur.
Peki, içinde
bulunduğu tüm bu olumsuzluklara; AKP ve Erdoğan’ın sebep olduğu müthiş
tahribata rağmen Türk toplumu kaynaşabilir mi?