Bu yazı 19 Haziran 2017 tarihinde Yeniyon24 de yayınlanan köşe yazısıdır.
Şehitlik gibi kutsal bir kavram her nekadar dinimizde önemli bir yere
sahip olsa da, birçok dini değer, kavram ve ifade gibi o da suistimale
uğrayabiliyor. Onları istismar etmeyen çoğumuz da bu sefer laubali,
üstünkörü ve özünden uzak kullanımlarla bu tür kavramlara zarar
veriyoruz.
Mesela en basitinden; ‘Ya Allah!’, ‘Bismillah!’,
‘Allahuekber!’, ‘İnşallah’ gibi ifadelerin toplumumuzdaki lakayd ve
özlerinden yoksun şekildeki kullanımları bu kavramların aslen temsil
ettikleri derin manaların üzerine laubalilik örtüsü örtüyor. Yıllar önce
ABD’de Hristiyan bir papaz ile bir konuşmamı hatırladım şimdi. Kendisi
bana Arap ülkelerinde yaşadığını ve dinimize aşina olduğunu söylemişti.
‘’Sizdeki inşallah ifadesi ve temsil ettiği mana çok hoşuma gidiyor;
bizim dinimizde bu yok!’ demişti. Şunu da ekledi sözlerine sonra: ‘’Ama
hangi Müslümanla karşılaştıysam inşallah dediklerinde aslında o işi
yapmak gibi bir niyetleri olmadığını, karşısındakini geçiştirmek adına o
şekilde söylediklerini anlamam uzun sürmedi.’’ Belki Müslümanların çoğu
o niyetle kullanmıyorlar o ifadeyi; ancak kullanımda ve uygulamada
sergilenen birtakım samimiyetsizlikler ve ifadenin özüne zarar verici
bir kısım sadakatsizlikler o papaza öyle düşündürtmüş olmalıydı. Haksız
da sayılmazdı!
Tıpkı bunlar gibi, biz Müslümanların ve tesis
ettiğimiz devletlerin şehitlik kavramına bakış açılarını da belirli
yönleriyle kusurlu bulmuşumdur hep. Sanki şehitlik kavramını, Allah
(c.c.) için fedakarlıktan; vatan için, dava için feda etme noktasına
indirgiyoruz gibime geliyor... Oysa şehitlik, Allah’ın rızasını kazanma
uğruna yaptığımız bazı fedakarlıkların O’nun tarafından muhatap alınması
ve onlara lütfu ve rahmetiyle bir değer atfedip onu bize bir hediye
gibi sunması sayesinde elde edilir.
Uğruna öldüğümüz dava
veya vatan, yani eylem, O’nun rızası, lütfu, iradesi ve hikmeti
istikametinde bir değer ifade ediyor ve kabul görüyorsa şayet şehitlik
ünvanını kazandırır bizlere. O da ancak Allah rızasına kilitlenmiş
sağlam bir irade, o rızadan beslenen saf bir niyet ve o yolda çekilecek
sıkıntılara karşı da derin bir sabır ve sadakat taşınarak elde
edilebilir. Böyle bir lütfun doğası gereği de, insanların
belirli şekillerde ölen insanlar için hemen şehitlik etiketini
kullanmaları sorunlu olabilir.
Elbette bu kullanımların bir kısmı
Kur’an’da geçen bazı ifadelere dayanılarak yapılıyor. Belki kullananı
mesul bile yapmayabilir o sözler. Benim dikkat çekmek istediğim husus;
bu ve benzeri kavramların kullanımlarında daha takva yörüngeli ve
temkinli hareket etmek gerektiğine dair bir tavsiye sadece. Yani, her ne
kadar Kur’an’da belli işaretler olsa da, direk olarak ‘şehit oldu’
demek yerine ‘inşallah Allah şehitlik makamı nasib eder!’ diyerek bunu
bir temenni, bir dua şeklinde Allah’ın iradesine, yani gerçek sahibine
yöneltmeli ve O’nun rahimiyetinden, lütfundan, kereminden talepkar
olunarak gerçek bir kul-Rab ilişkisi çizgisinde hareket edilmeli…
Bu
yazıda ele aldığım bu mesele bazılarınıza çok küçük ve önemsiz bir konu
gibi gelebilir. Oysa bazı küçük belirtilerin ve semptomların aslında
daha büyük hastalıkların göstergeleri olduğunu da unutmayın. Kendi öz
kavramlarına lakayd kalabilen bir topluluk belli değerlerin özünden
kopuş yaşıyor olabilir. Koptukça da artık daha çok folklorik
kavrayışların ve şekli uygulamaların kurbanı olabilirler. Bugün
Müslümanların içinde yaşadıkları boşluk bunun önemli bir göstergesidir.
Şehitlik
kavramı ile birlikte el ele anılan kavramlardan olan cihad kavramına
bakın mesela.
Yabancıların cihad kavramını Müslümanlar aleyhine bir algı
aracı olarak kullandıklarını çok dile getiririz de, o kavramı asıl
Müslümanların kirlettiklerini pek seslendirmeyiz. Bu bağlamda Fethullah
Gülen Hocaefendi’nin, ‘’Müslüman terörist olamaz, terörist de Müslüman olamaz!’’ sözü daha önemli bir hale gelmektedir.
Bugün
bazı art niyetli ve fırsatçı çevreler, bir kısım insanların ve
grupların fakirliklerinden, çaresizliklerinden, eğitimsizliklerinden,
korkularından ve ruhsal birtakım boşluklarından yararlanmak suretiyle
onlara içi boş ümitler, sahte kahramanlıklar, cennetler, huriler,
zaferler ve hilafetler vaad ederek onları kandırıyorlar. Bunu da ‘cihad’ aromalı şehitlik haplarıyla uyuşturulmuş beyinlere cesaret aşılamak suretiyle başarıyorlar.
Bunu
günümüzde; sağda solda bilinçsizce kendini patlatan veya silahlı eylem
yapan talihsiz insanların acı akıbetlerinde ve siyasilerin gazına
gelerek ‘şehitlik’ aramak için yanlış yöntemler peşinde koşarken
öldürülenlerin kaderlerinde hep bunun izlerini görüyoruz. Bunlardan
birinci gruptakilerin Müslüman bile kalamayacağı üzüntüsüyle titrerken,
ikincilerinse, yine siyasi propagandalar ve kazanımlar uğruna, hemen
‘şehit’ olarak lanse edilmelerine temkinle yaklaşıyoruz; nihai kararı
siyasilerin aceleci fırsatçılıklarından ziyade, Rabbimizin rahmetine
havale ediyoruz!
20. yüzyılın başlarında yaşamış olan Amerikalı
düşünür Hoffer, kitle hareketlerine katılan insanların motivasyonlarını
analiz eden çalışmasında onların sadece taşıdıkları fikirlerle
(ideolojilerle) değil bazı temel psikolojik ihtiyaçlarını da temin etmek
maksadıyla bu hareketlere katıldıklarını irdeler. Ben buna daha çok
hamasi hareketleri dahil ediyorum. Bunu biraz daha genişleterek konumuza
bağlarsak, bizler de biliyoruz ki, bugün ‘cihat’ ve ‘şehitlik’ uğruna
kandırılan birçok insan, az önce de özetlediğim gibi, hem maddi birtakım
mağduriyetlerden hem de bazı ruhsal ve iradi boşluklarından ve
ümitsizliklerinden yakalanarak motive edilip yönlendiriliyorlar.
Öyle
bir fitne döneminde yaşıyoruz ki, doğru ile eğriyi birbirinden ayırt
etmek, meselelere basiretle bakabilmek, gerçek niyetleri okuyabilmek
artık çok zorlaşmış durumda. Dine, kutsala, topluma, vatana dair ne tür
değer varsa neredeyse hepsi siyasi odaklar ve çıkar grupları tarafından
suistimal ediliyorlar. Bundan en çok da yüce dinimize ait kavramlar
nasibini alıyorlar. Maalesef, kendilerine İslamcı diyen birçok kişi de
bu konuda şeytanlara bile taş çıkartacak marifetler ve refleksler
geliştirmiş durumdalar.
Yolsuzluklar yapıp, insanların
hakkına giren, birilerine zulm eden bir ‘Müslüman’ bir kazada veya
askerde nöbette veyahutta toplumun ‘şehit olursun’ dediği bir eylem
üzerinde iken öldü diye hemen ‘şehit oldu’ mu diyeceksiniz? Tersinden de
bakalım: Bir hadiste Efendimiz, "Kim samimi bir şekilde şehitliği istese, yatağında ölse bile Allah onu şehitler menziline ulaştırır"
der. Yani yukarıda ifade ettiğim şekliyle, kimin o makama nail olacağı
bizce belirsizdir. Şehitlik ancak, bu yazıda resmetmeye çalıştığım
irade, sabır ve niyet neticesinde sadece Allah tarafından
bahşedilebilecek bir lütuftur.
Demek ki, hiç bir ölüm karşısında kendi
fikir ve hissiyatımızı Allah’ın iradesi önüne koymamalı; kesin bir dille
ne ‘şehit oldu’ demeli, ne de ‘şehitlikle ne alakası var’ benzeri
hükümler vermeliyiz…
Uhud savaşındaki kahramanlıkları karşısında
insanların, hakkında; ‘ölürse şehit, kalırsa gazi’ dedikleri Kuzman,
‘’Ne şehitliği! Ben kavmimin şerefi adına savaşıyorum!’ diyerek aslında
bu yazıda anlatmaya çalıştığım hakikatın resmedildiği tabloya elindeki
kılıç ile bir boya çalıyor adeta..
O yüzden şehit değil demek de,
oldu demek de mahsurlu gibi görünüyor bana. En azından ben, Rabbimizin
iradesine olan saygıyı ön plana çıkararak imtina ediyorum böyle kesin
hükümler vermekten ve iyi insanların o tarz ölümleri karşısında
‘inşallah nasib olmuştur’ diyerek bir dua, bir temenni ile meseleye
yaklaşıp, nihai kararı Rabbimizin iradesine havale ediyorum. Kanaatimce
de bu yaklaşım ve hassasiyet Rabbimize karşı duyduğumuz kulluk bilincine
daha uygun olan bir davranış biçimi ve bir kulluk ahlakıdır.
Şehitlik
konusunda kısaca değinilecek bir başka husus da, bu kavramın devlet
düzeyinde ele alınış şeklidir. Bazı devletler ki bugün kendilerini
‘İslam Devleti’ olarak tanımlayan rejimler de bu kategoridedirler,
kendilerine bir nevi kutsallık ve ‘dine hizmet’ kimliği biçtikleri için
vazife başında ölen bazı fertlerine şehitlik payesi vermektedirler. Bu
çoğunlukla aslında bir kategorize yöntemidir. O insanların ailelerinin
mağdur olmaması adına bir sistem lazımdır ve şehitlik kavramı bu
vazifeyi görmektedir. Normal işleyen devletlerde bu normal bir tavır
olabilir, ancak bu kavramı suistimal eden devlet rejimlerinde durum
irdelenmeye muhtaçtır.
Türkiye gibi laik bir toplumda devlet
kendisine bu tarz bir ‘dine hizmet’ rolü biçemezse de ‘devletin
kutsallığı’ meselesi yakamızdan hiç düşmeyen bir yanlış olarak
kalmıştır. Bu kavram her nedense din-devlet ayrımı gibi bir bakış açısı
kapsamından çıkarılmış ve istisna tutulmuş bir olgu gibidir; çünkü
askeri motivasyonları çok ön planda olan bir rejimin temeli olan bir
ordunun halk ile bağını sağlamlaştıran güçlü bir araçtır. Bu olmamalı
demiyorum, sadece laiklik ilkesine taparcasına bağlı bir rejimin bu
konudaki samimiyetsizliğine işaret ediyorum. Kısaca, laik bir devlet
şehitlik kavramını kullanarak zemin oluşturamaz, ama fert bazında
Müslümanlar vatanlarını korumak adına şehitlik arzusu ve niyeti
taşıyabilirler. Demokratik bir devlet de buna saygı duyabilir ve onure
edebilir.
Aslında Türkiye’de geçerli bu konunun da
sosyo-psikolojik-politik yönden incelenmesi gerekmektedir. Bugün
Ergenekon gibi suç örgütü haline gelmiş bir oluşum adına cinayet işleyen
bazı insanları dinlediğinizde onların da hep ‘’devletim için yaptım!’’
dediklerini görürsünüz. Bu insanlar da öldüklerinde devlet tarafından
şehit muamelesi görmektedirler. PKK bile bu kavramı suistimal etmekte,
Kürt kardeşlerimizin çoğunluğunun İslami hassasiyetleri güçlü
olduğundan, kendi militanları için şehitlik etiketini kullanmaktadır. Bu
suistimali kelimenin lafzından ziyade manevi karşılığına atıfta
bulunmak suretiyle yapmaktadır. Liberal demokratlarımızın bile gösteride
ölen bir sevenleri için ‘demokrasi şehidi’ tabirini rahatlıkla
kullanabilmeleri toplumca bu kavramı nasıl dünyevileştirdiğimizin ayrı
bir göstergesidir.
Şimdilik burada bırakıyorum.