Bu yazı 28 Eylül 2016 tarihinde Yeniyonum.com (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.
Tarihin,
olumsuz yönleriyle, hep tekerrür etmesinin temelinde de bu espri yatar. İhmal
edilen veya tedavi edilemeyen hastalıklar o toplumun bağrında tekrar
nüksederler. Bir nesil gider, ama arkadan gelenler de benzer zalimler,
despotlar, hırsızlar ve haysiyetsiz kişilikler tarafından yönetilmek zorunda
kalırlar. Hele bizimki gibi toplumlarda bunun olması için yeni bir neslin gelmesini
beklemeye bile gerek yoktur. Aynı nesiller, aynı yılanlar tarafından tekrar tekrar
sokulup dururlar da, hala düzelme yönünde hiçbir mesafe kat edemezler!
Efendimizin; ‘’Mü’min aynı delikten iki defa sokulmaz, ısırılmaz’’ şeklindeki
tavsiyesi o toplumda hiç özümsenmemiş gibidir adeta! Bir Batılı, bir karikatür
yaptı diye sokaklarda şiddet eylemleri yapan Müslümanlar, zaten bu sözün
gereğini yerine getiren bir maya tesis edebilmiş olsalardı şayet, bugün değerlerimize
hakaret etme cesaretini veya saygısızlığını kimse irtikab edemezdi.
Maya dedik,
onunla devam edelim. Mayasız yoğurt tutmaz derler! Bir milletin sağlıklı bir
toplum oluşturabilmesi için bir maya gerekir. Medeniyet geliştirebilmeyi
başarabilmiş her toplumda bu maya; temel ahlaki ve etik prensiplere dayalı bir
sistem geliştirebilme, temel hak ve özgürlüklere saygı duyma ve birlikte
yaşayabilme kültürü tesis edebilme yetenekleridir. Bu, maya hususiyeti taşıyan
kaabiliyetler toplumsal bilinç kabında; sabır, saygı ve azim harareti altında çoğalarak
bir kültür dokusu oluştururlar. Daha sonra da o kültürden yeni nesiller
yetişir, yine aynı koşullar altında.
Bizler bu
özelliklerimizi üç yüz yıldan fazla bir süredir kaybetmiş olan bir toplumuz.
Hatta öyleki;
bir mayadan yoğurt yapma konusu değil de, ‘bozuk sütten, bozuk kaymak olur’
esprisi bizi daha iyi tanımlar sanki. Evet! Toplumlar da süte benzerler. Zaman,
alttan kaynattıkça üstte kaymak birikir. İlk milletvekillerimizden Tahir
Efendi’nin bir sözünü mutlaka okumuşsunuzdur. Şöyle der; ‘’Bir şeyin altında ne
varsa kaymağı da o cinsten olur. Yoğurdun üstünde yoğurt kaymağı, sütün üstünde
süt kaymağı, şapın üstünde şap kaymağı bulunur.’’
Tam burada
Efendimizin, ‘’Nasıl olursanız, öyle
idare edilirsiniz’’ şeklindeki hadisini hatırlamamak mümkün değil. Hani,
Zalim Haccac’a da ders alır belki diye Hz. Ömer’in adaletini
hatırlattıklarında, onun; ‘’Sizler Ömer
zamanındaki insanlar olsaydınız, ben de Ömer olurdum’’ demesindeki yalın
gerçekliği de unutmamak gerekir.
Böyle bozulan
toplumlar, nefis girdaplarında yaşadıklarından; ilim, irfan ve vicdan
ekseninden kopup egonun, çıkarcılığın, hırsızlığın, adam kayırmacılığın,
şatafat ve lüksün, şımarıklığın, yalakalığın, iftiracılığın, hamasetin ve
şehvetin kaotik bireysellik çukurlarında başıboş gezinip dururlar. Böyle
bataklıklarda insana değer ve saygı ölçüleri yitirilmiş, birlikte yaşama azmi,
bilinci ve yeteneği de kaybedilmiştir. Her türlü korku bünyeyi sardığından,
yukarıda resmettiğim bütün hastalıklar ve daha da fazlası toplumsal bünyeyi
felç edip hareketsiz bırakmıştır. Ümitsizlik, aşağılık kompleksi, kimlik
sorunları, sürekli öfke ve eleştiri çamurları ile debelenip durulmaktadır
böylesi toplumlarda. Böyle bir toplumun fertlerini tek tek analiz etseniz büyük
çoğunluğunun ruh hastası olduğunu ve bünyelerini bir sürü fobyaların sardığını
görürsünüz. Cehalet şiarları olmuş, şarlatanlar baş tacı edilir hale gelmiş,
kabadayılık, yalakalık ve çıkarcılık geçer akçe olmuştur.
Alexis
Carrel, ‘’Bozuk karakterler kendilerini
hayata veremezler’’ der. İnsanlık rotasından çıkmış despotlardan tutun,
oradan hırsızlara, gaspçılara veya haksızlığı hak zanneden tüm insan
müsveddelerine bakın. Hepsi hayatın gerçekliğinden kopmuş, ya hırslarının, ya
enaniyetlerinin, ya kibirlerinin, ya da korkularının esiri olmuş; oralarda
mevzun birtakım boşlukları insanlara zulmederek ve onlara haksızlık ederek
doldurmaya çalışıyorlar.
Amerikalı
yazar Peggy Noonan da siyaset takıntısı olanlardan kaçının derken onların bu
yönlerine işaret eder sanki ve siyasetçilerin genellikle zeki ve ilginç
olduklarını ama doğalarında bir şey; bir delik, bir boşluk olduğundan ve onu
siyasetle kapatmaya çalıştıklarından bahseder. Yezid, Hitler, Mussolini, Lenin,
Stalin, Saddam, Kaddafi, Erdoğan ve daha bilmem kim varsa ekleyin listeye ve bu
çerçevede bir daha inceleyin onların hayatlarını ve eylemlerini.
Bediüzzman’ın
tesbitiyle devam edersek; bir aslan için bile aslında fıtri olan; ölü hayvan
bulup yemektir veya bir sürünün en zayıf, ölmek üzere olanına saldırmaktır.
Oysa denge bozulunca ki, bunun nedenlerini başka bir yazıda ele alırız, aslan
bir ceylanın bebeğine bile gayr-ı fıtri bir şekilde musallat olur. İnsanlar ve
liderler için de fıtri olan; adaletle, en azından, hakkaniyet ve ahlak
sınırları içerisinde iş görmektir. Bunu aşan liderler insanlık rotasından,
hayatın; o Carrel’in de işaret ettiği gerçekliğinden, benimse fıtrilikle ifade
etmeyi tercih ettiğim, dengesinden kaymışlardır. Böyleleri aslında ne
sahip oldukları liderliğin, ne devşirdikleri gücün, ne de elde ettikleri maddi
kazanımların bir hayrını görürler. Saddam ve Kaddafi’nin yağmalanan sarayları,
diğerlerininse bugün bile küfredilen itibarları yeterince aydınlatıcı olur bu
noktada sanırım.
Normal
insanlar için de bozuk karakter, aynı şekilde onları hayatın özünden koparır.
Her sahtekarlık, her yalan, her hırs, her öfke bir sonrakini doğurur ve insanı
korkuların, ümitsizliklerin, geçici anlık hazların girdabına hapseder. İslamın
özünden uzak, kültürel yanlışlıklar ve bid’atlarla yoğun, yüzeysel bir dindarlık
yaşayan insanlar için de böyledir bu. Vahyin ruhuyla aydınlanmış o
gerçeklikten kopuk olarak, şekilciliğin ağlarında çırpına çırpına yaşarlar
dinlerini. Böylece vicdanları yorulur. Aynı anda cehalete de maruz
kaldıklarından, basiret gözleri de kör olur. Her türlü haksızlığı irtikab
ettikleri halde içine hapsoldukları yüzeysel din anlayışının ifrat-tefrit
sarkacında sallanarak hayata ve dine tutunurlar.
Bu tür, bozuk
ve tefessüh etmiş, çürümüş insanların tesis ettikleri toplumlar da aynı durumdadırlar.
Onlar da hayatın gerçeklerinden kopmuş; medeni bir çizgide birlik, beraberlik,
karşılıklı sevgi ve saygı, adalet, hakkaniyet ve ahlak ekseninde bir yaşam
kaabiliyetlerini yitirmişlerdir. Onların fıtri olan çizgiden kopmaları da bu
şekilde olur.
Tüm buraya
kadar anlatmak istediklerimi bir daha gözden geçirin ve bizim toplumumuza bu
gözlükle yeniden bakın. Birbirinden nefret eden, ötekileştiren, birbirine
duygusal ve fiziksel tacizler uygulayan, kibirli, lüks ve rahat düşkünü,
fırsatçı, yalaka ve çıkarcı bir toplum olduk. Siz, bilumum hastalıkları da
ekleyebilirsiniz buna. Çocukluğumdan beri insanların içinde vakit geçiren
mesleklerde çalıştım. Toplumun her kesimiyle irtibatım oldu. Bu gözlemleri
kitabi olarak yazmıyorum.
Konuyu
yazının başlığı bağlamında daraltıp devam ettireyim.
Bizler
yukarıda sıraladığım hastalıklarımız ve zaaflarımızdan ötürü hep düşene vuran
bir toplum olduk. Sadece bizden olmayanları değil, zayıfı da hep ezdik, hor ve
hakir gördük. Çocukluğumun ilk anıları mahallemizde, hem de koca koca adamlar
tarafından, hep aşağılanan, alay edilen özürlü insanların hallerine acıdığım
tecrübelerle doludur. Sonra buna fakir ve düşmüş durumda olan insanların
gördükleri muameleler de eklendi. Ardından hemşehricilik, sınıfçılık,
çıkarcılık ve yalakalık ekseninde yaşadığım tecrübeler geldi. Kadınların,
özellikle de zor durumlara maruz kalmış olanlarının, toplum gözündeki konumları
eklendi buna sonra. Daha elit kesimlerle muhatap olmaya başladığımdaysa bu
sefer onların toplumun geri kalanına karşı olan bakışlarındaki yanlışlıklarla
tanıştım.
Zamanla bir
çok arkadaşlığın, dostluğun ve komşuluğun hatta akrabalığın çıkarlar tükenene
veya bencillik, rahatseverlik sınırlarına dayanana kadar sürdüklerini gördüm.
İnsanların birbirlerini ufak tefek şeyler ve hırslar yüzünden nasıl
sattıklarını ve bunu yaparken vicdanlarını, o kıt ama kendini kurnaz sanan
zekalarıyla, nasıl bastırdıklarını müşahade ettim. Bunu yaparken dini
argümanlara sığınan veya bacak bacak üstüne atarak kibirli tavırlarla çok
çağdaş ve eğitimli bir insanmış taklitleri yapanlara karşı ise hep özel bir
tiksinti ve acıma hissi duydum.
Eğitimli,
eğitimsiz, fakir, zengin, halk, siyasetçi… Hangi kesimden olursa olsun,
hırsızlık ve haksızlık yapan, başkalarını ezen insanların hallerini sürekli
analiz etmeye çalıştım.
Evet! Biz hep
düşene ve düşmüşe zulmeden bir toplum olduk. Bunları yaparken de, belki ayetin de
işaretiyle, aslında kendimize zulmediyorduk. Çünkü böyle bozuk insanlar olarak,
az önce işaret ettiğim gibi, bir yandan hayatın özünden kopuyorduk diğer yandan
da, en başta resmettiğim bozuk süt misali, kendimiz gibi bozuk ve karakter
yoksunu insanları başımıza tac etmeye başlıyorduk. Böylece bozuk bir kısır
döngünün içine kendimizi hapsediyorduk ve bu nedenle de zulümler hep yeni zulümleri
doğuruyorlardı.
Şimdilerde ise daha kötü bir noktaya
geldik. Artık sadece düşene vuran değil, herkese vuran bir toplum olma
noktasına doğru ilerliyoruz.
Özellikle Erdoğan ve AK Parti’nin ülkeyi getirdikleri nokta bir çıldırmışlık
hali adeta. Herkes birbirini boğazlamaya, gammazlamaya, malını gasp etmeye,
hakaret etmeye hazır ve bunu yapıyor da. Eskiden en azından benzer kesimler
arasında biraz anlayış ve muahbbet vardı. Erdoğan ile toplumun iskeleti olan
muhafazakar, dindar kesimler bile duygusal bir felce uğratıldılar. Toplumu
özetleyen tek duygu ‘nefret’ artık. Yüzbinlerce insanın malına ve özgürlüğüne
el konuluyor ve herkes susuyor. Daha da kötüsü, bunu fırsat bilerek, acaba
ganimetten bize ne düşer, devlette boşalan yerlere nasıl yerleşiriz, bu karambolde
daha çok nasıl çalarız, bizim kadrolarımızı nasıl yerleştiririz diyenlerle ve
benzeri hırslar ve beklentilerle geçiyor günler. Müslüman müslümana kudurmuş
bir köpek hırsıyla saldırıyor! Sırf bir adamın siyasi hırsları ve artık çuvala
sığmayan hırsızlık mızrağının üzerini örtme adına yapılıyor tüm bunlar ve ‘Yeni
Türkiye’, ‘Halife’ yalanlarıyla örtülüyor üstleri.
Aslında bu
yazıyı daha sonra yazmayı planlıyordum. Ancak, geçen gün gördüğüm bir gazete
haberi üzerine şimdi yazmaya karar verdim. Kirasını ödeyemeyip eşyalarıyla sokağa
atılan bir insan kalp krizi geçirip ölüyor ve diğer insanlarsa onun eşyalarını
yağmalıyorlar. ‘Müslüman’ bir ülkede oluyor tüm bunlar. 1999 depreminde enkaz
yığınlarının altında, çalınacak altın arayan bir halka ve yapılan yardımları evlerine
taşıyan devlet erkanına sahip bir ülke bu. 6-7 Eylül olaylarında Rum
vatandaşlarının malları gaspedilirken oturup seyreden dünkü halk ve yüzbinlerce
Hizmet mensubu masum insanın malları, mülkleri, iş yerleri ve özgürlükleri
gaspedilirken oturup seyreden; hatta bunlara ‘ganimet’ ve ‘oh olsun’ diyen de bugunkü
aynı halk…
Gerçek ıslah
edicilerine zulmeden böyle toplumlar, tıpkı Kur’an’da bahsi geçen ve Peygamberlerine
isyan edip onları öldüren topluluklar gibi, ya kendi kendilerini yok ederler ya
da İlahi adalet kılıcı ile cezalarını bulurlar. O da genelde, ayetle işaret
buyurulduğu gibi, başka bir zalimin zulmüdür genellikle…
Konu ile
ilgili diğer bazı yazılarımız: