Bu yazı 15 Aralık 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.
Hayatı kendisine ve başkalarına zehir etme konusunda son derece mâhir olan insanoğlu, kan ve ızdırap ile yoğurduğu 20. yüzyılın ardından 21. yüzyılda da pek iyi bir insanlık sınavı vereceğe benzemiyor.
Yüz yıl içerisine
yüz milyonlarla ifâde edilen
sayıda ölüm sığdırdık.
Güç, kaynak ve
hırs uğruna çıkan savaşlarla,
Rejim tesis etme
veya koruma adına yapılan katliamlarla,
Enerji hatlarının
kontrolü adına çıkarılan ülke içi karışıklıklar ve iç isyânlarla,
Diktatörleri ve
onların çıkarlarını, konumlarını koruma adına verilen mücâdelelerle veya üretilmiş yapay tehditlerle,
Batı’nın ve
onların kuklaları olan diktatör, Tiran, kral, Muhâberat ve Baas marifetleriyle,
Daha çok kazanç
uğruna kirletilen veya haksızca sömürülen yeraltı ve yerüstü kaynaklarının
etkisiyle açlık ve kirlilik dolayısıyla oluşan hastalıklar ve ölümlerle…
Yüz milyonlarca mâsum insanı katlettik ve 21. yüzyıla da
aynı havada girdik.
Tarihteki savaş ve mücâdelelerin eğer tamamı değilse de bir çoğu hep güç, hırs ve açgözlülüğe
dayalı ekonomik nedenlerden kaynaklanmıştır.
İçinde
bulunduğumuz şu günlerde insanlık tekrar ciddî bir dar boğazın kapısına gelip dayandı. Artık 3.
Dünya Savaşı’nın başlama ihtimâlinden söz ediyoruz. Başta Orta Doğu olmak üzere dünyanın her yerinde; ağırlıklı
olarak da Müslüman coğrafyalarda hep kan, zulüm ve gözyaşı hâkim. İnsanın
yaratılacağını ilk kez haber alan meleklerin; “Orada
fesat çıkaracak ve kan
dökecek birisini mi yaratacaksın?’’ derken ki endişelerinde sanki bu yüzyıla uzanmış bakışların hüzün dolu izdüşümlerini
görürüm hep.
Birçok yerde
vatanlar terkediliyor. Terör, tıpkı bir kanser hücresi gibi onların terk ettikleri
yurtlarında, enerji kaynakları üzerine çöküp yerleşiyor ve kaos
planlayıcılarına yeni kazanç kapıları sağlıyor.
Şimdilerde insanlık
Suriye ve İŞİD terörü üzerinden yeni bir bataklığa çekilmek üzere.
Dünya’ya kaos ile
nizâm vermeye ve onu kontrol
etmeye and içmiş bir ‘üst akıl’ adetâ çıldırmış vaziyette; her yerde fesat çıkarıyor. Kur’an’da ifâdesini bulan şekliyle; ‘’Biz barışçılarız; ve ortalığı düzeltmeden
başka bir işimiz de yok!’’ diyerek saldırıyor pervâsızca her yere.
Bu kaos
teorisyenlerinin en büyük mahâretleri ise şöyle özetlenebilir;
Kaos oluşturarak
istikrar beklentisi;
Düşman ve tehdit
oluşturarak korku atmosferi;
Bu korkuları
sürekli canlı tutmak suretiyle de bir koruyucu ihtiyacı oluşturmak ve o
koruyucu sıfatıyla da kendi düzenlerini idâme ettirmek veya değişen şartlara göre yeni
dizaynlar gerçekleştirmek.
Bu saldırgan ve
yayılmacı tavrın en büyük mağduru Müslüman coğrafya olurken yine en büyük
destekçileri de Müslüman toplumların kendi içlerinden çıkardıkları; zaaflarının
esîri olmuş; ya bizzat münâfık veyâhuhtta münâfık karakterli liderler, tiranlar, krallar ve daha nice zâlimler; kısaca zamanın Yezidleri ve
onların emellerine oyuncak olup, silah ile dünyaya İslâm getireceğini zanneden serserî cahiller güruhu; yani Hadis-i şerifin
işaretiyle; ‘Cehennem köpekleri!’
Süreçte Müslümanlar
din ile sınav oluyorlar; ona sahip çıkmayarak, onun özünden uzaklaşarak. Evet! Dinin
özünden uzak yaşıyoruz. Onu kendi kültürel öğelerimiz ve nefsi
hastalıklarımızla, ayrıca imandan uzak olan bozuk, hamasî ve şeklî anlayışlarla kirletiyoruz. Temsil kaabiliyetimiz ise hiç yok.
Hâl böyle olunca; Batı dünyasını da benzer
taktiklerle tesiri altına almış olan o üst akla karşı elimiz kolumuz bağlı
kalıyor. Özünden kopuk bir şekilde, temsil kaabiliyeti olmadan, medenî Batı insanına ne derdimizi, ne isyanımızı
ne de sıkıntılarımızı anlatabiliyoruz. Bu uğurda yola çıkmış ve sistem
geliştirmeye çalışan Hizmet hareketi gibi oluşumları da yaptıkları diyalog
çalışmalarından dolayı küfür veya ihânet ile suçlayıp ayaklarına çelme takmaya çalışıyoruz.
Büyük kaosun
planlayıcısı olan akıl da bunun böyle olmasını istiyor zâten. Zîrâ en istemediği şey,
manipülâsyonları ve illüzyonları
etkisiyle kandırdığı Batılı ve Doğulu insanın uyanması. Çünkü bu kişilere göre;
hep bir medeniyetler çatışması yaşanmalı ve sürekli olarak düşman üretilmeli.
Önceleri komünizm
düşman idi; şimdilerde cihatçı ‘’İslâmî’’ terör. Hattâ yaymaya çalıştıkları anlayışa göre
İslâm, sadece terörist
yetişmesine olanak sağlayan; bozuk, ezilmeye mahkûm bir inanış sistemi; bir hastalık. Elindeki
müthiş medya illüzyonu ile Batı insanının kafasına sürekli bu korkunun
tohumlarını ekiyor; bunun temîni adına da kendi besleyip büyüttükleri İŞİD ve El Kaide gibi örgütlere
Avrupa başkentlerinde eylemler yaptırarak o korkuları hep canlı tutuyorlar.
Bir yandan İslâm coğrafyasında Yezidler ve Tiranlar
eliyle çıkardıkları fitnelerle Müslümanları kutuplaştırıp birbirine
kırdırırken, diğer yandan da Batı dünyası ile gerçek Müslüman kitleler arasındaki
mesâfenin ve kutuplaşmanın daha
da artması adına canla başla gayret sarfediyorlar. Bunda da büyük ölçüde başarılı
oluyorlar.
Geldiğimiz
noktada artık Batı ve onu medenî yapan değerler bütünü de İslâm üzerinden bir samimiyet sınavından geçiyor. Kendi ülkesinde demokrasi ve
huzur isteyen Batı, konu başka coğrafyalar olduğunda diktatörlükleri
destekleyebiliyor ve oralarda huzursuzluğun garantörü olabiliyor.
Bir samimiyet
sınavını da ‘cihad’ ve ‘terör’ kavramları üzerinden veriyor. Kendilerini gittikçe
artan oranda tehdit eden ‘’İslâmcı’’ terör karşısında; ‘’peki İslâm barış diniyse o zaman tüm teröristler neden hep Müslümanlardan çıkıyor’’
diye soran Batı ve medyası; ‘’İslâm barış dinidir’’ ve ‘’terörist Müslüman olamaz’’, ‘’terörün bitmesi adına
gelin birlikte çalışalım’’ diyen Hizmet hareketi gibi ılımlı Müslümanları
dinleme noktasında çekingenlik sergiliyor. Böylece, bir buçuk milyar Müslüman
arasından çıkan çok az sayıdaki teröristin sesinin daha çok çıkmasına ve
onların Müslümanları temsil eder bir konuma gelmesine zemin oluşturuyorlar.
Elbette bunda az
önce işâret ettiğim kaos
planlayıcılarının medenî Batı
insanının gözleri önüne çektikleri setlerin etkisi de var. Onlar da herşeyi net
olarak göremiyorlar. Bakışlar bulanık! Medyatik bir illüzyonun ve korkuya
bulanmış bir propagandanın esîri durumundalar. Ancak herşeye rağmen, onlar arasında da önemli bir kesim
artık gerçekleri görmeye başlıyor.
Bugün Suriye
mültecîleri ve artan terör
eylemleri konusunda Batı başkentlerinde yaşanan tartışmalara bakın; her şeye
rağmen hâlâ sağduyulu kalabilen bir çok ses
işiteceksiniz. Haftalık klise ayinlerinde ‘’İslam barış dinidir’’ şeklinde
konuşmalar yapan din adamları bile var. Kaos planlayıcılarının, Batılı
ülkelerde faşist reflekslerin artması ve ırkçı aşırı sağ partilerin dizginleri
ele geçirmesi adına her türlü manipülâsyonu ve algı operasyonunu yapmalarına ve bunda da önemli ölçüde başarılı
olmalarına rağmen, bu sağduyulu kesimlerin varlığı benim geleceğe dönük
beklenti ve ümitlerimi artırıyor.
Bu bölünmüşlük,
kaos ve kan deryâsı içinde
yüzerken; insanoğlunun kendi planlaması ile bu sıkıntıların üstesinden
gelebileceğini sanmıyorum. Ancak, her kesimde az sayıda bulunan sağduyulu ve
özverili insanların samimi ve ihlâslı gayretleri, duaları ve mazlumların âhı neticesinde Lutf-u ilâhî tecelli eder ve kaos planlayıcılarının ve onlara
hizmet eden Tiranların tuzaklarını başlarına çalarsa, insanoğlunu güzel günler
bekleyebilir ve kötü başlayan 21. yüzyılın kör ve makûs talihi düzelebilir; yerini aydınlık ve huzurlu
günlere bırakabilir.
Ben insanlıktan hâlâ ümitliyim!